Sual: Tıp ilmi nedir? Tıp ilminin tarihi serüveni nasıldır? Müslüman ilim adamınlarının tıp ilmine katkıları nelerdir?
Cevap: İnsanları hastalıklara karşı korumaya, hastaların acılarını dindirmeye, hastalıklarını iyi etmeye çalışan bilim dalına tıp denir.
Allahü teâlâ kimi peygamberlere kitap, kimi peygamberlere de suhuf (küçük kitapçık) göndererek, bunları insanlara tebliğ etmelerini istemiştir. Bu kitaplarda insanların dünyâda rahat ve huzur içinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşabilmeleri için çeşitli ilimleri ihtivâ eden bilgiler vardı. İşte bu bilgilerden biri de sağlık bilgileri yâni tıptır. Çünkü Allahü teâlâ insanın dünyâdaki bedenini, hastalanıp ölecek şekilde yaratmıştır.
İlk insan ve ilk peygamber olan hazret-i Âdem’e, Allahü teâlâ tarafından gönderilen 10 suhuf içinde tıp ve ilâçlar hakkında mâlûmat da vardı. İnsanların sağlıklarına ehemmiyet vermelerini hazret-i Âdem’den son hak din olan İslâmiyete kadar bütün insanlara Allahü teâlâ emretmiştir. Meselâ İdris aleyhisselâma gönderilen 30 kitapçık içinde tıp ve ilâç bilgileri bulunuyordu. Hattâ Yunanlıların Hermes dedikleri filozof, İdris aleyhisselâmdan sonra yaşamış, bildirdiği sağlık bilgilerini onun kitaplarından almıştır.
Yine Dâvûd aleyhisselâm zamânında yaşayan Lokman Hekim tabiplerin pîridir. Meşhur batılı hekim Calinos’tan 1.000 sene önce yaşamıştır. Batıda bilinen ilk tıp âlimi Hippokrat’tır. M.Ö. 460-377 seneleri arasında yaşayan aynı zamanda filozof olan bu Yunanlı hekim, zamânının büyücülük ve yanlış inançlara dayanan tıp bilgilerine, şimdi doğru olmadığı anlaşılan birçok yeni görüş getirmiştir. Kendi adını taşıyan okulu vardı. Bu tabip, batılılar tarafından şiddetle savunulmuş, tıbbın babası olarak kabul edilmiştir. Maalesef Müslüman ülkeler de bu hatâya düşmüşlerdir.
İslâmiyetin doğuşuna kadar uzun bir süre tıp ilmi de karanlık devresini yaşadı. Peygamber efendimize tıp ve sağlık hakkında Allahü teâlâdan gelen vahiyler ve O’ndan nakledilen hadîs-i şerîfler Müslüman tıp âlimlerine ışık oldu. Peygamberimiz tıp bilgisini çeşitli şekillerde medh buyurdu. Meselâ “İlim 2’dir: Beden bilgisi, din bilgisi.” yâni ilimler içinde en lüzumlusu, rûhu koruyan din bilgisi ve bedeni koruyan sıhhat bilgisidir, diyerek her şeyden önce rûhun ve bedenin zindeliğine çalışmak lâzım geldiğini emir buyurdu.
İslâmiyet, beden bilgisini, din bilgisinden önce öğrenmeyi emrediyor. Çünkü bütün iyilikler bedenin sağlam olmasıyla yapılabilir. Bir hadîs-i şerîfte; “Ey Allah’ın kulları! Hasta olunca, tedavi ettiriniz! Çünkü Allahü teâlâ hastalık gönderince ilâcını da gönderir.” buyruldu. Peygamberimiz, hastaların karantinaya alınmaları, perhiz yapmaları ve temizlenmeleri gibi birçok tedâvi yolları göstermiştir. Tıp ilmini öğrenmek ve tedâvi yapmak farz-ı kifâyedir. Yâni bir toplumda mutlaka hekim olması gerekmektedir. Müslümanların yetiştirdiği ilk meşhur hekim Ebû Bekr Muhammed Râzî’dir (854-923). İlk defâ olarak, o zamana kadar aynı hastalık sanılan kızıl, kızamık ve çiçeğin ayrı ayrı hastalıklar olduğunu keşfetmiştir. Göz ameliyatını fennî usûllerle ilk yapan hekimdi. 100’e yakın eseri vardı. Ber-üs-Sâa, Kitab-ül-Hâvî ve diğer kitapları tıp ilmine olan hizmetlerinin şâhitleridir. Avrupa’da Razos ismiyle meşhurdur.
980’de Buhara civârında Afşar’da doğan İbn-i Sînâ, asırlarca dünyâ tıbbını etkileyen hekimdi. Hayâtı boyunca çok sayıda hekim yetiştirmiştir. Kânun ve Şifâ isimli eserlerinde havanın ve mevsimlerin tesirleri, meskenler, rutûbetli ve kuru havalar, gıdâ maddelerinin özellikleri, içme suları, vücut temizliği, giyim eşyâları hakkında çok değerli bilgiler vermiştir. Hastalıkların mikroplardan geldiğine ilk işâret edendir. “Her hastalığı yapan bir kurttur. Yazık ki bunları görecek bir âletimiz yoktur. Temizlik, bu kurtçuklardan meydana gelen hastalıkların önünü alır. En iyi ve tehlikesiz olanı, kaynatılıp soğutularak içilen sudur.” diyerek, bulaşıcı hastalıkların meydana geliş sebeplerini ve bunlardan korunmayı açıklıyordu.
İbn-i Sînâ ile aynı asırda yaşayan büyük âlim El-Bîrûnî’nin (973-1051) tıp ve eczâcılığa dâir 1050 senesinde (80 yaşındayken) tamamladığı Kitab-üs-Saydalâ adlı eseri Avrupa dillerine çevrilmiş ve batının tıp okullarında kaynak kitap olmuştur.
936-1013 yılları arasında Endülüs’te yaşayan Ez-Zehrâvî (Ebü’l-Kâsım Halaf ibni Abbas) o kadar meşhur olmuştu ki Avrupa dillerinde bir düzineden fazla ismi vardır. “Cerrâhînin babası” budur. Cerrâhî sanatını çok iyi kavramış ve onun çeşitli dallarını büyük bir başarıyla tatbik etmiştir. Pekçok cerrâhî âlet keşfetmiş ve nasıl kullanıldıklarını en ince noktalarına kadar açıklamıştır. Cerrâhî, dahiliye, göz hastalıkları, ortopedi, beslenme, eczâcılık (farmakoloji), kısaca tıbbın bütün dallarını ihtiva eden 30 ciltlik bir tıp ansiklopedisi yazmıştır. Et-Tasrif ismini verdiği bu kitap öyle meşhur oldu ki, Avrupa’nın pekçok üniversitesinde 12. asırdan 17. asra kadar, tıp eğitiminde İbn-i Sînâ’nın Kânun kitabının yerini aldı. Et-Tasrif 1500 sayfaydı. 200 şekil ihtivâ ediyordu. Batılıların omurga veremini ve omurga eklemi iltihabını ilk defa târif ettiğini ileri sürdükleri Patt’tan 700 yıl önce Ebü’l-Kâsım ez-Zehrâvî bu hastalığı târif ettiği gibi tedâvisini de göstermiştir. Bunun zamânında yetişen operatör Amr bin Abdurrahman Kirmânî Endülüs hastânelerinde en güç ameliyatları yapardı.
Türkistanlı Müslüman tabib Ali bin Ebilhazm (İbn-ün Nefis) (1210-1290) akciğerlerdeki kan deverânını (küçük kan dolaşımı) ilk defâ târif etti ve şemasını çizdi. Avrupalıların bu hususta kâşif diye iddia ettikleri William Harvey ise bundan 300 sene sonra yaşamıştır.
Ortaçağda Avrupa bâtıl inançlar ve karanlıklar içinde yüzerken Müslümanlar tıp ilminde de zirvedeydiler. Her yeniliğin keşfedicisi oldular. Batılılar İslâm üniversitelerine tahsil etmeye gelirlerdi. Batıda akıl hastaları “şeytan tarafından tutulmuş kimseler” olarak canlı canlı yakılırken, Müslümanlar bunların tedâvisi için özel hastâneler kurmuşlardı.
Ortaçağlarda Anadolu’ya yerleşmiş Selçuklular da insan sağlığına büyük kıymet verdiler. Bunların Konya, Kayseri, Sivas, Amasya gibi Anadolu şehirlerinde dârüşşifâlar açtıkları ve diğer devletlerden yüzyıllarca evvel askerî hastânelere sâhip oldukları, tabâbet eğitim ve öğretimine büyük önem verdikleri zamânımıza kadar gelen belgelerden anlaşılmaktadır. Hastânelerin başında, zamânın en maruf (bilinen) hekimleri bulunur ve bunlar, hastaların başı ucunda tıp eğitimiyle birçok tabib yetiştirirlerdi. Hastahânelere her türlü hasta yatırılırdı. Hastahânelerin yanında “Tabhâne” denilen imârethâneler bulunur, taburcu olanlar nekâhat devrelerini burada geçirirlerdi. Daha Sultan Melik Şah zamânında âlet, çadır, malzeme ve personeli 200 deve ile taşınan gezici hastahânelerin mevcut olduğu ve bu hastahânelerin, ordu gerisinde bir menzilden diğerine gitmek sûretiyle orduya destek sağladıkları, hasta ve yaralıları tedâvi ettikleri bilinmektedir. Bunların başında 1206 yılında II. Kılıç Aslan’ın kızı Gevher Nesibe’nin vefâtı üzerine, kardeşi Gıyâseddîn Keyhüsrev tarafından yaptırılan Gevher Nesibe Tıp Külliyesi gelmektedir ki, o zaman, dünyâda bir eşi daha yoktu.
Osmanlılar zamânında, Selçuklular döneminde yapılanlara ilâve edilen hastânede (dârüşşifâ, şifâhâne) tıp öğretimine devam edildi. Çağında ün kazanan bâzı hekim yazarların kitapları da bu öğrenime yardımcı oldu.
Sultan I. Murâd ve Yıldırım Bâyezîd Han dönemlerinde (1350-1402) yaşayan Murâd bin İshak tarafından Havassü’l-Edviye (Tedâviye Yarayan Hassalar) adında bir kitap hazırlandı. Yine bu dönemde Hızır Paşa adıyla meşhur Celâleddin Hızır büyük bir hekim olarak tanındı. Celâleddin Hızır’ın tıpla ilgili eserlerinin başında gelen Şifâül-Eskâm Devâü’l-Âlâm (Elemlerin Devâsı ve Kötülerin Şifâsı) zamânının Arapça yazılmış önemli bir eseriydi. 14. yüzyılda yaşayan Şeyh Cemâleddîn Aksarâyî, Şerh-i Mucizü’l-Kânun (Kânundaki Güç Konuların Açıklaması) adlı bir eserle İbn-i Sînâ’nın Kânun’unu şerh (îzah) etti. Bu dönemin diğer bir âlimi de aynı zamanda ünlü bir Türk şâiri olan Ahmedî’dir. Asıl adı Tâceddîn İbrâhim olan Ahmedî, Tervihü’l-Ervâh (Ruhları Ferahlandırma) adlı bir eser yazmıştı.
15. yüzyılın başında Sultan Yıldırım Bâyezîd tarafından Bursa dârûttıbbı (tıp fakültesi) açıldı. Bu dönemin sonlarına doğru Sultan II. Murâd zamânında yetişmiş bir tıp bilgini de Mukbilzâde Mümin’dir. Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı hekimliği büyük bir gelişme göstermiş, 1470 yılında Fâtih semtindeki Fâtih Câmii etrâfında 16 medrese, imâret, hamam, misafirhâne ve kalenderhâne gibi sosyal tesislerle birlikte dârüşşifâlar açılmıştır. Bursa dârüşşifâsından yetişmiş hekimler, bu teşkilât içine alınarak eğitim ve öğretim yeni metodla hazırlanmış, hasta üzerinde uygulama eğitimi göz önünde tutulmuştur. Bunun yanında ordu ve kalelerin de sıhhî teşkilâtı çok mükemmeldi. Önemli olanlarında cerrahlar bulunurdu. Bu devrin tıp bilginleri Muhammed bin Hamza, Akşemseddîn, Sabuncuoğlu Şerâfeddîn, Ali bin Elhac İlyas, Altıncızâde ve diğer bâzı hekimlerdir.
II. Bâyezîd Han ve Yavuz Sultan Selim devirlerine âit bilgiler az ve yetersizdir. Kânûnî Sultan Süleyman ise, Fâtih Külliyesini örnek alarak, Süleymâniye Câmii yanında günümüze kadar gelen yeni bir külliye ve dârüşşifâ açtırmıştır. Bu devirde tıp ilmi çok teşvik görmüş, batı devletlerinden çok ileri bir safhada gelişme göstermiştir. Batılılar tarafından bulunduğu hatâlı olarak zan ve iddia edilen Müslümanlara âit keşiflerin önemli olanlarından bâzılarını şöyle özetleyebiliriz:
1) Suyun kaldırma gücünü ilk defâ hesap edip gemi yapan Nuh aleyhisselâmdır. Arşimed değildir.
2) Dünyânın döndüğünü ilk defâ söleyen ve dünyânın yarı çapını ölçen Galile (v.1642) değil, El-Bîrûnî (v.1051)dir.
3) Küçük kan dolaşımını ilk defâ târif eden William Harvey (v.1657) değil İbn-i Nefis(v.1288)tir.
4) Mikrobu ilk keşfeden Pastör (v.1895) değil, bundan 400 yıl önce yaşayan Fâtih’in hocası Akşemseddîn hazretleri (v.1459)dir.
5) Omurga tüberkülozunu ve artriti Pott değil, bundan 700 yıl önce Ebü’l-Kâsım (v.1013) târif etmiştir.
6) Özgül ağırlığı ölçen piknometreyi ilk defâ El-Birûnî (v.1051) keşfetmiştir.
Çiçek hastalığına karşı aşıyı bulanlar, Müslüman Türklerdir. Türklerden bunu öğrenen Jenner, ancak 1796’da bu aşıyı Avrupa’ya götürdü ve haksız olarak “çiçek aşısını bulan bilgin” ünvanını aldı. Halbuki tam bir ilimsizlik diyârı olan o zamanki Avrupa’da insanlar hastalıktan kırılıyordu. Fransa Kralı XV. Louis 1774’te çiçekten öldü. Avrupa uzun zaman vebâ ve kolera salgınlarına uğradı. I. Napolyon 1798’de Akka Kalesini muhâsara ettiği zaman, ordusunda vebâ zuhur etmiş ve hastalığa karşı çâresiz kalınca, düşmanı olan Müslüman Türklerden yardım dilenmek zorunda kalmıştı. O zamanki bir Fransız eserinde şöyle yazmaktadır:
“Türkler ricâmızı kabul ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş, nur yüzlü kimselerdi. Evvelâ duâ ettiler ve sonra ellerini bol su ve sabunla uzun uzadıya yıkadılar. Hastalarda zuhur eden hıyarcıkları neşterle yardılar. İçindeki sıvıyı akıttılar ve yaraları tertemiz yıkadılar. Sonra hastaları ayrı ayrı yerlere koydular ve sağlamların mümkün olduğu kadar onlara yaklaşmamasını tembih ettiler. Hastaların elbiselerini yaktılar ve onlara yeni elbiseler giydirdiler. En nihâyet tekrar ellerini yıkadılar ve hastaların bulunduğu yerde öd ağacı yakarak ve tekrar duâ ederek bizden hiçbir ücret veya hediye kabul etmeden yanımızdan ayrıldılar.”
Demek oluyor ki, 2 asır evveline kadar garplılar hastalıklara karşı tamâmen çâresizdi. Ancak okuyarak ve tecrübeler yaparak bugün tıp ilmini öğrendiler. Müslümanların tıp ilmindeki bu üstünlük ve önderliği, İslâmiyeti yaşadıkları sürece devam etti. 19. asırda ordudaki yenileştirme hareketine paralel olarak 1827 yılının 14 Martında Şehzâdebaşı’nda Tulumbacılar Konağında bir tıphâne açıldı. Orduya bilgili hekim yetiştirmek ve Avrupa’daki tıp ilerlemelerine kısa zamanda ulaşabilmek için, Avrupa’dan mütehassıslar getirilmesine karar verildi. Bu gâyeyle Viyana elçiliği aracılığıyla, yapacağı teşkilâtta ve hareketlerinde serbest olmak şartıyla Prof. Bernard getirildi (1837). Bu târihten sonra tıp dersleri Fransızca olarak okutuldu. 1867 yılında Askerî Tıbbiye-i Şâhâne’nin başına Marko Paşa getirildi. Bu târihe kadar Fransızca olarak yapılmakta olan dersler Türkçeleştirildi.
Avrupa’da ise, 19. asrın sonlarından îtibâren tıp dalında hızlı bir ilerleme olmuş; Pastör, Behring ve Koch gibi bilginler bakteriyolojiyi kuran keşifleriyle bu bilgilerini patolojide tatbike başlamışlardı. Bir taraftan hastalıkların bulaşma yolları öğrenilmiş, diğer taraftan bunlardan kurtulma çâreleri de kolaylaşmış, aşı ve serumların keşfiyle kuvvetli savaş silâhları kazanılmış, cerrâhîye; asepsi ve antisepsi sokulmuştu.
Bizdeyse düşmanlarımızın türlü oyunlarıyla medreselerden din ve fen dersleri kaldırılmakla berâber tıp eğitimi, hedefinden saptırılmış ve hiç bir gelişme gösteremez hâle gelmiştir. Bernard’ın kurduğu disiplinden ve ana prensiplerinden eser kalmamıştı. Nihâyet 1897’de II. Abdülhamîd Han zamânında tıp okullarının ıslâhı ve klinik hastânesi tesis edilmesi için Avrupa’dan bir heyet getirildi. Bütün malzemesi 1334 Osmanlı altını karşılığında Almanya’dan temin edilerek Sarayburnu’ndaki Askerî Rüştiye binâsı bir klinik hâline getirildi ve bu müessesenin başına da kurucusu olan Prof. Dr. Rieder verildi. Pâdişâhın yaş günü olan 30 Aralık 1898 gününde 150 yataklı Gülhâne Tabâbet-i Askeriye Tatbikât Mektebi ve Seririyâtı olarak açıldı. Artık burada, Tıbbiye-i Şâhâne’den mezun olan asker hekimleri, asker hekimliğini ön plânda tutan 1 senelik staja tâbi tutuluyor, bilgi ve görgülerinin artırılması yanında modern bir hastânenin idâre edilmesi öğretiliyor ve ayrıca orduya hastabakıcı yetiştiriliyordu.
Tavsiye Yazı –> İslamiyet ve Fen