Sual: Hristiyanların Gada-ül-mülahazat isimli kitaplarında “Îsâ aleyhisselâmın dininin yani hıristiyanlığın fazilet ve üstünlüğünün sebebi; onu kabul etmeye müsait, şeriat terbiyesi görmüş İsrail oğulları arasında zuhûr etmesi ve Muhammed’in “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” dininin yani İslamiyetin ise, şeriat terbiyesi görmemiş ve onu kabul etmeye müsait olmayan putperestler arasında zuhûr etmesidir.” diyor. Bu iddiaya ne cevap verilir?
Cevap: Bu iddialarına çok çeşitli şekillerde cevap vermek mümkündür.
İsrail oğulları, Îsâ aleyhisselâmın tebliğ ettiği ilâhî ahkamı, kabul etmeye müsait olmakla beraber, şeriat terbiyesi de görmüşlerdi. Böyle olduğu hâlde, Îsâ aleyhisselâma ömrü boyunca, 82 kişi icabet etmiş, inanmıştı. Halbuki Muhammed aleyhisselâm, hiçbir dini kabul etmeye müsait olmayan ve hiçbir şeriat ve din terbiyesi görmemiş Arap putperestlerini, babalarının ve dedelerinin dinine tamamen zıd, nefslerinin arzularına, lezzetlerine büsbütün muhalif olan bir dine, yani İslamiyete davet etti. Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” Peygamberliğini ilan etmesinden, vefâtına kadar 124.000’den ziyâde sahabe, Onun davetini kabul ederek, seve seve îman etmişlerdi. Fazilet ve üstünlüğün hıristiyanlıkta mı, yoksa İslamiyette mi olduğunu, bu yazımızı okuyan akıl sahiplerinin insafına bırakıyoruz. Ebû Talib’in elinden geldiği kadar Peygamberimizi “sallallâhü aleyhi ve sellem” himaye etmeye, korumaya çalıştığı doğrudur. Fakat bu, İslamiyetin yayılmasına ve yükselmesine, zannedildiği gibi, üzerinde durulacak şekilde, bir himaye ve yardım değildir. Bu himaye, Onun “sallallâhü aleyhi ve sellem” dinine inandığı için değildi. Akrabası olduğundan, yalnız öldürülmemesi ve eziyet yapılmaması içindi. Çünkü, Ebû Talib de, îman etmemişlerden idi. Bu sırada Ashâb-ı kirâmdan “aleyhimürrıdvân” bâzıları müşriklerin eziyetlerine dayanamayarak Habeşistan’a hicret etmişlerdi. Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” Ashâb-ı kirâmla “aleyhimürrıdvân” beraber, her türlü görüşmelerden men edilmiş olarak 3 yıl boyunca Mekke’de mahsur kaldılar. Allahü teâlâ da, iki defa Peygamberimize, akrabalarını, yakınlarını toplayarak, dine davet etmesini emretti. Şuara sûresinin 214. âyetinde meâlen, “Yakın akrabanı Allahü teâlânın azâbı ile korkut” buyurulmuştur. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, bu âyet-i kerimedeki emir mucibince, akrabalarını müslüman olmaya davet etti. [Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” akrabalarını toplayınca, “Allahü teâlâya îman ve itaat ederek, kendinizi Onun azabından kurtarınız. Yoksa bana olan akrabalığınız size fayda vermez” buyurdu.] Hiç birisi îman etmedi. Hatta amcası Ebû Leheb ve zevcesi olan odun taşıyıcı, Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” eza ve cefada o kadar aşırı gittiler ki Kureyşin ileri gelenleri ile birlikte Ebû Talibe şikayete gidip; Resûlullahı “sallallâhü aleyhi ve sellem” himaye etmekten vazgeçmesini teklif ettiler. Bunun üzerine Ebû Talib, Resûlullahı “sallallâhü aleyhi ve sellem” çağırarak, din-i İslama davet işinden vazgeçmesi için, nasihatlarda bulundu. Bu ve bunun gibi, yüzlerce delil ile sabittir ki Ebû Talibin himayesi [protestan papazların iddia ettikleri gibi], İslamiyetin Kureyş kavmi tarafından kabulüne sebep olmamıştır.
Muhammed aleyhisselâm, kendisini kabule müsait olmayan bir kavim arasında zuhûr etmiş ve onlara Peygamber olarak gönderilmiştir. Halbuki Îsâ aleyhisselâm, kendilerini kurtaracak bir Peygamber bekleyen, İsrail oğulları arasında zuhûr etmiş, ortaya çıkmıştır. Îsâ aleyhisselâm da, diğer Peygamberler “aleyhimüsselâm” gibi, yahudilerden çok zahmet ve sıkıntı çekti. Fakat, Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” düşmanları, O Server hayatta iken, helak oldular, kendi mübarek Zât-i nübüvvetleri ise, Medine-i münevverede Aişe’nin “radıyallahü teâlâ anha” evinde, yatağında dar-ı fenâdan dar-ı bekâya teşrif etti.
Bugün ellerde bulunan 4 İncil kitabında, dini kabule müsait, şeriat terbiyesi görmüş bir kavimden olan Petrus ve diğer Havarilerin, Îsâ aleyhisselâm yakalandığı zaman, kendi başlarının derdine düştükleri ve hemen Îsâ aleyhisselâmın yanından kaçtıkları, hatta o gece, Îsâ aleyhisselâmın en yakın havarisi olan Petrus’un, horoz ötmeden önce, yemin ve lanetler ederek, Îsâ aleyhisselâmı tanımadığını söyleyerek, inkâr ettiği yazılıdır.
Din kabulüne müsait olmayan [şeriat terbiyesi görmemiş] putperest bir kavim içinde iken, İslamiyeti kabul eden ve Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” mübarek sohbetleri ile şereflenen, Ashâb-ı kirâmdan “aleyhimürRıdvân”, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallâhu anh”, hicret esnasında Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” mağarada arkadaşı oldu. [Resûlullaha bir zarar gelir korkusu ile mayaradaki yılan yuvalarını hırkasını parçalayarak kapattı. Son deliğe parça yetişmediği için, bunu da ayağı ile kapattı. Yılan ayağını ısırdı. Ne ayağını çekti, ne de bir ses çıkardı. Gözünden akan yaş, Resûlullahın mübarek yüzüne damlayınca, Resûlullah uyandı ve mucize olarak mübarek tükrüğünü Ebû Bekrin “radıyallâhu anh” ayağına sürdü, yarası iyi oldu.] Bütün malını İslamiyet için harcadı. Daha sonra, Araplardan irtidad edenlerle cihat edip, bunları imana getirdi.
Ömer “radıyallâhu anh” ise, ilk îman ettiği gün, Ashâb-ı kirâmın önüne düşüp, Mekke’de müşriklerin işkence ve eziyetlerine rağmen, korkmadan müslümanlığını ilan etti. Bütün halifeliği müddetince, büyük fetihler yapıldı. İslamiyet her yere yayıldı. Adalette ise, ona benzer hiçbir kumandan ve hiçbir âdil kimse ortaya çıkmadı. Bunlar tarihlerde yazılıdır.
Osman-ı Zinnureyn “radıyallâhu anh” Mekke’nin en zenginlerinden idi. Ne kadar serveti varsa hepsini İslamiyeti kuvvetlendirmek için sarf etti. [Burada sadece Tebük gazasında verdiklerini zikir edelim: Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” mescitte Ashâb-ı kirâmı Tebük gazası için yardımda bulunmaya teşvik etti. Osman “radıyallâhu anh” ayağa kalkıp: (Ya Resûlallah! Allah yolunda sırt çulları ve semerleri ile birlikte 100 deve vermeyi üzerime aldım) buyurdu. Resûlullah tekrar teşvikte bulundu. Osman “radıyallâhu anh” tekrar ayağa kalktı ve (Ya Resûlallah! Allah yolunda sırt çulları ve semerleri ile birlikte 100 deve daha vermeyi üzerime aldım) buyurdu. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” minberden inerken: “Bundan sonra yapacağı şeylerden Osman’a hesap yoktur” buyurdu. Ashâb-ı kirâmı tekrar teşvik etti. Osman “radıyallâhu anh”: (Ya Resûlallah! Allah rızası için, sırt çulları ile birlikte 100 deve daha vermeyi üzerime aldım) buyurdu. Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem”: “Tebük askerini donatan kişiye Cennet var!” buyurdu. Bunun üzerine Osman “radıyallâhu anh” bin altın getirerek, Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” kucağına döktü. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”: “Ey Allah’ım! Ben Osman’dan razıyım. Sende râzı ol” diye duâ etti. Osman “radıyallâhu anh” Tebük ordusunun yarısını techiz etti. (Sünen-i Darekütni, cilt 4, sayfa 198). Osman-ı Zinnureyn “radıyallâhu anh”, bu orduya, takımları ile birlikte, 950 deve, 50 at vermiş ve bunların süvarilerinin techizatını karşıladığı gibi, 10.000 dinar veya 700 rukye altın daha göndermiştir.]
Ali “radıyallâhu anh” ise, Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” hicret ettiği gece, Onun yatağına yatıp, kendini Onun için fedâ etmişti. Nice muharebelerde (Allah’ın arslanı) lakabının hakkını verdi. Diğer Ashâb-ı güzinin “radıyallâhu anhüm ecma’în” her biri, canlarını ve mallarını, Resûlullah efendimizin emri ile hiç çekinmeden fedâ ettiler. İslamiyetin hıristiyanlıktan fazilet ve üstünlüğü ve bu iki dine inanan, bu iki Peygamberi görenler arasındaki fark, güneş gibi meydandadır.
Peygamberimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem”, İsrail oğulları arasında zuhûr etmeyip, İsmail aleyhisselâmın evladından olan Arapların arasından zuhûr etmesinde de, nice faydalar, fazilet ve üstünlük vardır.
Birincisi: Allahü teâlâ, hazret-i Hacer’e bir melek gönderip: (Ey Hacer, Allahü teâlâ tarafından müjdelerim ki senin oğlun İsmail aleyhisselâm, büyük bir ümmet sâhibi olacaktır ve senin neslin, Sarenin neslinden üstün olacaktır) diye müjdeledi. İşte Allahü teâlânın bu vaadine binaen, Muhammed Mustafa “sallallâhü aleyhi ve sellem”, İsmail aleyhisselâm neslinden gelmiştir. Allahü teâlâ, hazret-i Sarenin neslinden, pek çok Peygamber göndermişken, İsmail aleyhisselâmın neslinden sadece Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Böylece, Allahü teâlânın vaadi yerine gelmiştir. Bundan Peygamberimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” fazilet ve üstünlüğü anlaşılmaz mı? Mîzanü’l-hak’ın müellifi olan papaz, bu müjdeyi başka manaya çekerek, te’vil etmek istemekte ve (bundan maksat, [putperest olan] Arap beylerini Hacer’e müjdelemektir) demektedir. Gayret ve himmet sâhibi bir hıristiyana: (Senin evladın zengin beyler olacak. Fakat mecusi, putperest olacaklar) denilirse, o kimse bu müjde ile mesrûr olur, sevinir mi? [elbette sevinmez, bil’aks üzülür]. Haşa, Cenâb-ı Hakk’ın hazret-i Hacere teselli verecek yerde, senden müşrik evlat gelecek diye müjde vermesi aynen bunun gibidir.
Bir diğer husus da şudur: Müjde ibaresinde (Arap beğleri) diye bir söz yoktur. Fakat, İsmail aleyhisselâmın neslinin büyük bir ümmet olacağı ve Beni İsrailin üzerine gâlip olacağı açıklanmıştır. İslamiyetin zuhûrundan önce müşrik Araplar tarafından Beni İsraili kahr edecek bir büyük vak’a olmadığı ve yahudileri zelil eden bu vak’ânın ancak İslam dini olduğu gâyet açıktır.
İkincisi: Beni İsrail Peygamberleri, Îsâ aleyhisselâma gelinceye kadar Tevrat ve Zeburun ahkamını öğrenir ve öğretirlerdi. Eğer Muhammed “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” Beni İsrailden zuhûr etmiş olsaydı; Kurân-ı Kerîmi ve bütün ahkâm-ı ilâhiyyeyi, Beni İsrail âlimlerinden öğrendi diyerek iftirâ edileceğinde, asla şek ve şüphe edilmezdi. Peygamberlerin en üstünü olan Resûlullah efendimiz kavmi içinde, bir zaman dahi olsa, kaybolmamış ve bir kimseden bir harf dahi öğrenmeyerek, mübarek eline de kalem almamıştır ve Mekke-i mükerreme şehrinde, yahudi ve hıristiyan da yoktur. Hâl böyle iken, papazlar Mîzanü’l-hak ve diğer kitaplarında; Peygamberimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” ticaret için Şama teşriflerinde Bahira isimli rahibden veya hıristiyanların ileri gelenlerinden ilim öğrendiğini ilan etmişlerdir. Halbuki Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem”, amcası Ebû Talib ile Şama gittiklerinde on iki yaşında idi. Bu hususu bütün siyer âlimleri ittifak ile bildirmişlerdir. Rahib Bahira ile mülakatı, görüşmesi de ancak birkaç saatten ibaret idi. Bahira; Peygamberimize “sallallâhü aleyhi ve sellem” dikkat ile baktıktan sonra, Onun ahir zaman Peygamberi olacağını anlamıştı. Sonra Ebû Talib’e: (Eğer hıristiyanların ve yahudilerin ileri gelenleri, bu çocuğun Resûlullah olduğunu his ederlerse, öldürmeye kasıt edebilirler) dedi. Ebû Talib, rahibin bu işareti üzerine, onun sözüne uymuş ve ticaret için götürmüş olduğu malları Busra ve civarında satarak, Mekke-i mükerremeye dönmüştü. Peygamberimize “sallallâhü aleyhi ve sellem” ilim öğretti denilen rahib; bu kadar ilmi Peygamberimize öğreteceğine, kendi Peygamberlik iddiasında bulunamaz mı idi? Bundan başka, muallim denilen Bahira, Peygamberimizde “sallallâhü aleyhi ve sellem” ortaya çıkan ve nihâyetsiz olan bu ilimleri acaba hangi kaynaktan almış, hangi menbadan öğrenmiş idi. Çünkü, Allahü teâlânın Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” bildirdiği ilimler, İncili ve Tevratı şamil olduktan başka, onlarda olmayan birçok ilimleri de bildirmişti. Zira, Kurân-ı Kerîm, altıbinden ziyâde âyet olarak, pek çok hükümleri ve mârifetleri içine almaktadır. Bundan başka, Resûlullahın mübarek lisanından beyan olunan ilim ve mârifetler; sünnet, vâcib, müstehab, mendub, nehy, mekruh ve diğer haberlere dair, 700.000 hadis-i şerif sahih senetler ile hadis âlimlerince zabt ve rivayet edilerek, ortaya konulmuştur. İmâm-ı Nesai “rahmetullâhi aleyh” bunu tekid ederek: (750.000 hadis-i şerif toplamıştım. Fakat, 50.000 hadisin senedinde zayıflik olduğundan, terkettim. 700.000’ini hıfz ettim) buyurmuştur. Yahudilerin ve hıristiyanların Allah kelamı dedikleri, ellerindeki Tevrat ve İncillerde, kıssalardan başka emir, nehy ve sair dini ahkama müteallik olan ayetlerin tamamı bir yere toplanılsa, 700’e ulaşmaz. Muhammed aleyhisselâm, acaba hıristiyan rahiblerin hangisinden, hangi çeşit ilmi öğrenmiştir? Küçük bir havuzdan okyanusun meydana gelmesi mümkün midir? Bundan anlaşılıyor ki; kavmi içerisinde, bir rahib yokken, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” bu iftirâya uğradığı hâlde, İsrail oğulları içerisinde gönderilmiş olsaydı, kim bilir daha nice iftirâlara uğrardı. İşte bunun için, vâcib-ül-vücut olan Allahü teâlâ, sevgilisini bu gibi iftirâlardan koruyarak, İsrail oğulları arasından göndermedi.
Üçüncüsü: Eski tarihleri ele alıp, henüz mevcûd olan milletlerin adetlerini, hallerini ve fillerini dikkatlice incelediğimizde, bedevilik halinde iken bile Arapların vatanseverlik ve milliyetcilikle beraber, misafirperverlik ve yoksullara yardım etmek gibi, güzel hasletlerde, şecaat, kahramanlık, taharet, ırk, neseb, cömertlik, kerem, edep ve hürriyetine düşkünlükte üstün, yüksek evsafa, adetlere sâhip oldukları görülür. Bunlarda ve akllılıkta, fesâhat ve belâgatta, Araplara benzer bir kavim var mıdır? İsrail oğullarının ne gibi kötü ahlak sâhibi oldukları, baştan sona kadar Tevratta da yazılıdır. Onların, kavimlerin en kötüsü oldukları da meydandadır. Mahlukların en faziletlisi, en üstünü olan Fahr-i kainat efendimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” kabilelerin en üstünü olan Araplardan gelmesi mi, yoksa Beni İsrailden [Yahudilerden] gelmesi mi evla olur? Beni İsrail, Peygamberlere tâbi olup Mûsâ aleyhisselâmın şeriati ile amel ettikleri müddetce, Allahü teâlânın lutuflarına mazhar olmuş ve diğer kavimlerden daha üstün olmuşlardı. Fakat, sonradan Peygamberlere “aleyhimüsselâm” ihanet etmeleri ve bunlardan çoğunu öldürmeleri sebebi ile insanların en rezili, en alçakları olmak derecesine düştüler. Bu husus, hıristiyanlarca da bilinmektedir. Îsâ aleyhisselâmın bedduâsı ile de hakir, zelil ve alçaklık üzere yaşayıp, hakaretten ilelebed kurtulamayacaklardır. Şimdi (Eğer Muhammed aleyhisselâm, Peygamberlerin en üstünü olsaydı, bu zillet ve hakaretten kurtulamayacak olan Beni İsrailden gelirdi) diye itiraz etmek ne kadar şaşılacak bir tenakuzdur. Haşr sûresi, 2. âyetinde, meâlen: “Ey akıl sahipleri! Bilmediklerinizi, size bildirilmiş olanlardan anlayınız” buyurulmuştur.
Dördüncüsü: Îsâ aleyhisselâm, çeşitli mucizelerle Beni İsrail gibi bir kavim içerisinde, Peygamber olarak gönderildiğinden, mübarek sözleri arasında, o zaman kullanılması adet olan, birkaç mecazi sözlerini te’vil edemeyip, sonra gelen papazlar, teslis (Trinite) gibi, hiç bir akıl-ı selimin asla kabul etmeyeceği, eski hindlilerin ve Eflatunun felsefesinde bulunan 3 ilaha inanmak gibi bir îtikadı kabul ettiler. Halbuki Resûlullah efendimizin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” tebliğ ettiği, müteşâbih olan âyet-i kerime ve hadis-i şerifler ve diğer tebliğatı; tefsir ve hadis kitaplarında uzun olarak anlatıldığı gibi, nice hikmetli ince mânâ ve hakikatleri şamil olduğu da bildirilmiştir. [Müteşâbih, mânâları diğer meşhur haberlere uymayıp, başka mânâ verilmesi lazım olan, örtülü, kapalı âyet-i kerime ve hadis-i şeriflere denir.] Bunların adedi Îsâ aleyhisselâmın tebliğatından çok fazladır. Eğer Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem”, Beni İsrailden gönderilmiş olsaydı; Allahü teâlânın ülûhiyetini tamamen inkâr ederek, (Hazret-i Muhammed’den başka ilah yoktur) diyeceklerine hiç şüphe olunabilir mi idi?