Takdîrî i’tirâz: Belki sen, yukarıdaki sebeblerden dolayı avâmın kalbinde kesin tasdîk hâsıl olacağını inkâr etmem diyebilirsin. Lâkin tasdîk, bir şeyin ma’rifeti, bilinmesi değildir.
Hâlbuki insanlar i’tikâd ile değil, hakîkî ma’rifet ile mükellefdirler. İ’tikâd cehl cinsindendir. Onunla hak ile bâtıl ayırd edilemez.
Cevâb: Bu fikirde olmak yanlışdır. Doğrusu, insanların se’âdeti hakkın hakîkatine muvâfık şeklde kalblerinde nakş olunması için, bir şeye olduğu gibi kesin olarak i’tikâd etmesindedir. Öldüğü zamân perdeler kalkdığında, işleri inandıkları gibi gördüklerinde zelîl olmazlar. Rezîl ve rüsvâ olmak, utanacak duruma düşmek ateşi ile yanmadıkları gibi, ikinci olarak Cehennem ateşi ile de yanmazlar.
Hak bilinen bir şeyin sûreti kalbinde nakş olunca, kendisine fâide verecek hiç bir sebebe bakmaz. Bu delîl hakîkî midir, şeklî midir, kendisine kanâ’at veren bir şey midir, delîli söyleyen şahsa hüsn-i zannı mıdır veyâ sebebsiz, sâdece taklîd netîcesindeki kabûl müdür? Hangisi olduğuna bakmaz. Matlûb olan fâideli delîl değil, fâidedir. O da olduğu gibi Hakkın bulunduğu hâldeki hakîkatidir. Allahü teâlânın zâtı, sıfatları, kitâbları, Peygamberleri ve âhıret günü hakkındaki inancının hak olduğuna ve hakîkatin inandığı hâl üzere bulunduğuna kat’î olarak i’tikâd eden sa’îddir. Bu inanç kelâm ilminde yazılı delîllerden birine dayanmasa da Allahü teâlâ katında makbûldür. Çünki Allahü teâlâ kullarını mutlak inanmak ile mükellef tutmuşdur. Bu da Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” tevâtür ile gelen haberlerden kat’î olarak bilinmekdedir. Nitekim bedevî arablara Peygamber efendimiz islâmı arz eder, onlar kabûl edip, hayvanlarını ve develerini gütmeğe dönerlerdi. Peygamberimiz bunlara mu’cize hakkında tefekkür etmeği, mu’cize hakkındaki delîlleri, âlemin hâdis olmasını, Sâni’in, ya’nî yokdan var edenin isbâtını, vahdâniyyetinin delîlleri ve diğer sıfatları hakkında düşünmelerini emr buyurmamışdır. Arabların avâmından çoğuna bunlar teklîf edilseydi, bunları anlayamaz, uzun müddet geçse bile, idrâk edemezlerdi. Nitekim onlardan biri Peygamberimize yemîn verdirerek, Allah seni Peygamber olarak mı gönderdi, deyince, Peygamberimiz de, (Vallâhi, Allah beni Resûl olarak gönderdi) buyurunca, bu yemîne inanarak îmân edip, oradan ayrıldı.
Başka biri de Peygamberimizin yanına gelip bakdığında, “Vallâhi bu yüzün sâhibi yalancı olamaz” demişdir. Buna benzer sayısız misâller vardır. Böylece Peygamberimizin kendi asrındaki bir harbde ve sahâbîlerinin zamânında, çoğu kelâm delîlini bilmeyen binlerce kişi müslimân olmuşdur. Delîlleri anlamak istiyenlerin san’atlarını terk etme ihtiyâcını duymaları ve bir mu’allimden uzun müddet [delîller hakkında] ders görmeleri lâzım gelirdi. Hâlbuki böyle bir rivâyet nakl edilmemişdir.
O hâlde zarûrî olarak bilinmesi gerekir ki, Allahü teâlâ nasıl hâsıl olursa olsun, îmân ve kesin tasdîk ile halkı mükellef kılmışdır.
Evet, ârifin mukallidden üstün olduğu inkâr edilemez. Lâkin ârif mü’min olduğu gibi, mukallid de mü’mindir.
Suâl: Mü’min taklîdci, kendisi ile yehûdî taklîdci arasını ne ile ayırır?
Cevâb: Mü’min mukallid taklîdi bilmez ve kendisinin mukallid olduğunu da bilmez. Kendisinin hak üzere olduğuna inanır ve i’tikâdında hiç şübhesi olmaz. Kendisinin hak üzere, hasmının bâtıl inançda olduğunu kat’î olarak bildiği için, kendisiyle hasmının arasındaki farkları tesbît etmeğe lüzûm görmez. Kendisini hasmından farklı görmesinin sebebi, kuvvetli olmasalar da ba’zı karînelerin ve zâhirî delîllerin mukallidlere mahsûs olduğunu görmesidir. Yehûdî de kendisi için aynı şeklde düşünürse, söylemesi hak yolda olan mukallidin i’tikâdını bozamaz, karışdıramaz. Nitekim, araşdırıcı bir âlimin kendini yehûdîden delîl ile üstün sanması, araşdırıcı mütekellim bir yehûdînin de kendisini delîl ile üstün görmesi ile araşdırıcı ârifin inancında bir şübhe uyandırmadığı gibi, taklîdine bağlı bir mukallidde de şübhe uyandıramaz. Bâtıl üzere olan yehûdî, karşılıklı konuşmaları esnâsında, mukallidin i’tikâdında herhangi bir şübhe uyandırmamasında, mukallidin îmânı ona kâfîdir.
Kendi taklîdi ile yehûdînin taklîdi arasındaki farkı açıklamakda zorlandığı için üzülen, kederlenen avâmdan biri hiç görülmüş müdür? Bu düşünce avâmın hâtırına bile gelmez. Hâtırlarına gelse ve şifâhen söylense, söyleyene gülerler ve “bu ne hezeyândır? Hak ile bâtıl arasında müsâvât mı var ki, farkı aramaya ihtiyâc duyup da yehûdînin bâtıl üzere, benim hak üzere olduğunu beyân edeyim. Ben buna yakîn ile inanıyorum. Bu husûsda herhangi bir şübhem yokdur. Bu durumda ben nasıl farkı ararım. Aradaki fark, araştırmaksızın kesin olarak bellidir” derler. Zâten yakîn sâhibi mukallidin hâli de budur. Kendine göre mezhebini kat’î olarak doğru bilen, hakîkatde bâtıl üzere olan yehûdî için bile bu farkı arama problemi söz konusu değildir. Nerede kaldı ki, Allahü teâlâ katında da hak olan mü’min mukallid için söz konusu olsun. Bu açıklamalarla anlaşılmakdadır ki, müslümân mukallidlerin i’tikâdları kat’î ve sağlamdır. Şerî’at de onları bundan başkası ile mükellef kılmamışdır.
Suâl: Farz edelim ki, avâmdan mücâdeleci ve inâdcı biri taklîdi kabûl etmiyor, Kur’ân-ı kerîmin delîlleri onu iknâ’ etmiyor ve yukarıda geçen hakkı bâtıldan ayırıcı açık ve kıymetli sözler de onu iknâ’ etmiyorsa buna ne yapmalıdır?
Cevâb: Bir kişi yaratılışının aslı sâlim olmıyan ve fıtratı sıhhatli bulunmayan tabî’ati bozulmuş bir hastadır. Onun hâl ve hareketlerine bakılır. Tabî’atinde mücâdele ve inâd gâlib ise, onunla mücâdele etmez ve eğer îmân esâslarından birini inkâr ediyorsa, başkalarına zarar vermemesini sağlarız.
Eğer onda, firâsetle rüşd ve kabûlü sezersek, açık sözlerle ve delîllerin yardımı ile ona söz geçirebilirsek, gücümüz nisbetinde onu tedâvî eder ve acı, tatlı sözlerle, uygun delîller ile hastalıkdan kurtarırız.
Hulâsa: Allahü teâlânın emretdiği gibi en güzel şekilde onunla mücâdeleye gayret sarf ederiz. Ama hasta rûhlu kimselere uygulanan bu kadar ruhsat, herkes ile kelâm kapısını açmağa delîl değildir. Çünki ilâclar, hastalar için kullanılır, onların da sayısı azdır. Hastalara zarûret hükmü ile uygulanan tedâvîden, sıhhatli kimselerin korunması lâzımdır. Aslî fıtratı sağlam olan kimse, mücâdelesiz ve delîlsiz îmânı kabûl etmeğe hâzırdır. Sıhhatlilerin ilâc kullanmasının zararı, hastaların ilâc kullanmağı ihmâl etmelerinin zararından dahâ az değildir. Allahü teâlâ Resûlüne Nahl sûresi, 125. âyet-i celîlesinde meâlen, ([Ey Resûlüm] sen Rabbin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şeklde mücâdele et) buyurduğu gibi, her şey yerli yerine konmalıdır. Bir cemâ’at hak yola hikmet ile da’vet edilir. Diğer bir cemâ’at güzel va’z ve sözlerle da’vet edilir. Başka bir cemâ’at de tatlı bir mücâdele ile da’vet edilir. Bunların kısımlarını (El kıstâsü’l müstakîm) kitâbında tafsîlâtı ile bildirdik. Burada tekrâr ile sözü uzatmayalım.
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız
1 Yorum