Selef mezhebinin hak olduğu delîller ile sâbitdir. Bunun aksi bid’atdir. Bid’at de kötülenmişdir, sapıklıkdır. Avâmın te’vîli ve âlimlerin avâm ile birlikde te’vîle dalmaları çirkin bid’atdir ve sapıklıkdır. Bid’atin tersi ya’nî te’vîl yapmakdan çekinmek (keff) de medh edilmiş bir sünnetdir. (Sünnet-i mahmûdedir)
Burada üç esâs vardır:
1– Müteşâbih haberlerin ma’nâ ve hakîkatını araşdırmak, soruşdurmak bid’atdir.
2– Her bid’at mezmûmdur, çirkindir.
3– Bid’at kötü ise, tersi, eskiden beri yerleşmiş, beğenilen sünnetdir.
Bu üç esâsdan herhangi bir şey hakkında tartışmak, münâkaşa etmek mümkün değildir. Bunun kabûlü, selef mezhebinin hak olduğunu gösterir.
Suâl: Bid’ati çirkin kabûl etmeyen veyâ araşdırma ve soruşdurmayı bid’at kabûl etmeyen kimseye nasıl cevâb verirsiniz? Yukarıdaki esâslardan üçüncüsü, açık olduğu için, tartışma yapılmaz ise de, 1. ve 2. esâslarda münâkaşa mümkündir.
Cevâb: Bid’atin çirkin olduğu hakkındaki birinci esâs üzerine delîl, bütün ümmetin bid’atin kötü olduğunda, bid’at sâhibini zecr etmekde ve bid’at sâhibi olarak tanınan kimseyi ayblamakda müttefik olmalarıdır. Bu, şerî’atde, zanna mahâl olmadan, zarûrî olarak bilinmekdedir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bid’ati kötülemesi, tevâtür ile bildirilmişdir. Bu haberler her ne kadar ayrı ayrı tek başına bir şahsa isnâd olunsa da, toplamı i’tibârı ile insanda kat’î bir kanâ’at hâsıl edecek kuvvetdedir.
Meselâ, hazret-i Alînin “radıyallahü anh” şecâ’ati, Hâtem-i tâînin cömerdliği, Resûlullahın Âişe vâlidemizi sevmesi ve bunun benzerleri bir kişinin haber vermesiyledir. Ancak bunların tek başına verdiği haberler, tevâtür hükmüne dâhil olmasa da, çoklukda bir dereceye ulaşdı ki, nakl edenlerin hiç birine yalan isnâdı mümkün değildir. Bu haberlerin bir araya getirilmesi hâlinde kat’î bir bilgi ifâde eder.
Böyle hadîs-i şerîflere bir kaç misâl verelim:
1– (Benden sonra benim ve râşid halîfelerimin yolunda gidiniz. Bu yolu azı dişlerinizle bir şeyi tutar gibi tutunuz. Sonradan çıkarılmış şeylerden uzak kalınız. Çünki sonradan ihdâs edilen her şey bid’atdir. Her bid’at dalâletdir. Dalâlete düşen de Cehennemdedir).
2– (Bana ve Eshâbıma uyunuz! Bid’at çıkarmayınız. Sizden öncekiler dinde bid’at ihdâs etdikleri, Peygamberlerinin sünnetlerini terk edip, kendi görüşlerine uydukları için helâk olmuşlardır. Bu sebeble hem kendileri doğru yoldan sapmışlar, hem de başkalarını sapdırmışlardır).
3– (Bir bid’at sâhibinin ölümü ile islâma feth [kapısı] açılır).
4– (Bid’at sâhibine saygı gösteren, islâm dînini yıkmağa yardım etmiş olur).
5– (Allah rızâsı için bir bid’at sâhibinden yüz çevirenin kalbini Allahü teâlâ emniyyet ve îmân ile doldurur. Bir bid’at sâhibini azarlayanı Allahü teâlâ yüz derece yükseltir. Bir bid’at sâhibine selâm veren, onu güler yüzle karşılayan, Muhammed aleyhissalâtü vesselâma nâzil olanı küçümsemiş olur).
6– (Allahü teâlâ bid’at sâhibinin orucunu, nemâzını, zekâtını, haccını, umresini, cihâdını, sarf ve adlini kabûl etmez. Okun yaydan çıkdığı ve kılın hamurdan çıkdığı gibi, kolayca islâmdan çıkar).
Bu ve benzeri çok sayıda hadîs-i şerîf, bid’atin kötü olduğuna zarûrî bir ilim hâsıl eder.
Suâl: Bid’atin kötü olduğunu bu açıklamalarla kabûl etdik. fakat ikinci esâsda bildirilen, “her bid’at kötüdür” sözüne delîl nedir? Çünki bid’at, sonradan ortaya çıkan her şeyden ibâretdir. O hâlde imâm-ı Şâfi’î “radıyallahü anh” niçin “Terâvîhi cemâ’atle kılmak bid’atdir, ama bid’at-i hasenedir” demişdir?
Fakîhlerin, fıkhın teferruâtına dalmaları ve teferruât hakkında münâzara yapmaları, ayrıca mücâdele ve ilzâm fenninden olan nakz, kesr, va’z ve terkîbin fesâdı ve benzerlerini ortaya çıkarmaları, bütün bunlar bid’at değil midir? Sahâbe-i kirâmdan bunun gibi şeyler bildirilmemişdir. Bunlar, çirkin bid’atlerin sünnet-i me’sûreyi kaldırmadığına delîldir. Elbette bunların sâbit olan sünneti kaldırdığını kabûl etmeyiz, ama bunlar sonradan ihdâs edilmişler, ortaya çıkarılmışlardır.
Eshâb-ı kirâm ve tâbi’în gibi bu ümmetin evvel gelenleri, ya dâha mühim işlerle meşgûl olduklarından veyâ birinci asrda kalbleri şek ve tereddüdlerden selâmetde olup, ihtiyâc duymadıklarından, sonradan ihdâs edilen bu konulara dalmadılar. Sonradan ortaya çıkan şahsî görüş ve bid’atleri iptâl etmek, bu da’vâda olanları susdurmak için, sonra gelen âlimler bu konuya dalma ihtiyâcı duymuşlardır.
Cevâb: Mezmûm olan bid’atin kadîm olan bir sünneti kaldırmadığına dâir söyledikleriniz doğrudur. fakat, sonradan çıkarılanlar, Resûlullah sünnetinden ve Eshâbın tutdukları yoldan farklı oldukları için bid’atdir. Zîrâ Eshâb-ı kirâmın sünneti bu konulara dalmağa mâni’ olmak, suâl soranı azarlamak ve bu mes’elelerden suâl kapısını açanı şiddetle te’dîb ve men’ etmekdi. Avâmı, aralarında şâyi’ ve mütevâtir olmayan şeylerde, müşkillere düşürmekden çekinirlerdi.
Tâbi’înden eser nakl edenlerce, Sahâbeden tevâtür ile nakl edilen münferid haberler sıhhat bulmuşdur. Selefin hâl ve hareketleri, şek ve şübhenin yol bulmadığı delîllerdir. Nitekim onların ferâiz mes’elelerine dalmaları, fıkhî vak’alar hakkındaki meşveretleri, tevâtür hâlini almışdır. Şüphenin yol bulmadığı münferid haberlerin toplanmasıyla bir ilim hâsıl oldu. Nitekim hazret-i Ömer “radıyallahü anh” iki müteşâbih âyetin ma’nâsını so- ran bir kimseye kamçısını kaldırmışdır. Yine hazret-i Ömer “radıyallahü anh” halîfe iken, “Kur’ân-ı kerîm mahlûk mudur, değil midir” diye soran bir kim- seyi, teaccüb ederek elinden tutup, ilim kapısı olan hazret-i Alîye “radıyal- lahü anh” götürdü ve yâ Ebel Hasen! Dinle bak! Bu adam ne diyor, dedi.
Hazret-i Alî, ne diyor, ey Emîr-el-mü’minîn! dedi. Adam, kendisine Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olup olmadığını sordum, dedi. Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” bu soruya çok canı sıkıldı. Başını eğdi, düşünceye daldı. Sonra başını kaldırdı ve:
— Âhır zamânda bu sözden çok konuşulacakdır. Eğer ben senin gibi bunun vâlîsi olmuş olsaydım, elbette boynunu vururdum, dedi.
Bu hâdiseyi Ahmed bin Hanbel “rahimehullah” Ebû Hüreyreden “radıyallahü anh” rivâyet etmişdir. Bu söz, hazret-i Alînin, hazret-i Ömer ve Ebû Hüreyrenin “radıyallahü anhüm” yanında iken söylediği sözdür. Bu süâle ne hazret-i Ömer, ne hazret-i Alî ve ne de bu haberin ulaşdığı her hangi bir Sahâbî hiç bir cevâb vermemişlerdir. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” bu süâlin dînî bir mes’ele ve Allahü teâlânın kelâmındaki hükümleri öğrenmek, bilmek olmadığını anlamışdır. Süâli soranın, emir ve yasaklara âid hükümlerin delîlleri ondan alınan, Resûl aleyhisselâmın sıdkına delâlet eden mu’cize olan Kur’ân-ı kerîmin sıfatını bilmeği istemediğini bilmişdir. Bu suâli sorana Alî “radıyallahü anh” bu kadar şiddet gösterdiğini açıklıyalım:
Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” firâsetine, ileri görüşlü olmasına bir bak ki, bu süâlin ileride fitneye yol açacağını önceden anladı. Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olup olmama mes’elesinin fitne zamânı olan âhır zamânda yayılacağını, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” işâret buyurmalarından anlamışdı. Bunun için, hazret-i Alî “radıyallahü anh”, “Ben vâlî olsaydım onun boynunu vururdum” şeklinde şiddetli bir ifâde kullanmışdır.
Vahye ve Kur’ân-ı kerîmin indirilişine şâhid olup, dînin sırlarına ve hakîkatine muttali’ olan ve haklarında Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ben Peygamber olarak gönderilmemiş olsaydım, Ömer Peygamber olarak gönderilirdi) ve (Ben ilmin şehriyim, Alî kapısıdır) buyurduğu zâtlar bu gibi suâl soranları azarladı. Sonra gelen kelâm ve mücâdele düşkünleri, haklarında (Uhud dağı kadar altın sadaka verseler de, onlardan birinin bir müd sadaka sevâbına, hattâ yarısına ulaşamazlar) buyurulan Eshâb-ı kirâmın, “Hak ve doğru olan, böyle süâlleri kabûl edip gerekli cevâbı vermeleri ve münâkaşa kapısını açmaları gerekirdi. Soran haklı idi. Hazret-i Ömer ve Alî “radıyallahü anhümâ” bâtıl üzere idiler” demekdedirler.
Heyhât, demircileri meleklerle kıyâsa kalkışan, kelâm ve mücâdele düşkünlerini hulefâ-i râşidîne ve selef-i sâlihîne tercîh edenler, tahsîlden [ilimden] ne kadar uzak, dinden ne kadar mahrûm kimselerdir. Böylece bu bid’atin, selefin sünnetine muhâlif olduğu kat’î olarak ortaya çıkmakdadır. Fakîhlerin fıkhın teferru’âtı ve tafsilâtına dalmaları gibi değildir. Bu konuya dalanları men’ etdikleri görülmemişdir. Hattâ ferâiz mes’eleleri üzerinde dikkatle durmuşlardır. Fıkhın derinliklerine dalmanın câiz olduğunu anladık. fakat mücâdele ilmindeki bid’atler tahsîl ehli yanında kötü bid’atdir. Bunun kötülüğünü (İhyâü’l ülûm) kitâbımızın (akâid) kısmında bildirdik.
Sonra gelen âlimlerin münâzara ve münâkaşalarından maksad, şer’i şerîfin kaynaklarından araşdırıp almağa yardım ise ve ahkâmı bilmek, anlamak ise, bu selefin sünnetine uygundur. Zîrâ onlar ferâiz ile alâkalı dede mes’elesinde; ana, zevc ve babanın mîrâsında ve benzeri fıkh mes’elelerinde meşveret ve münâzara etdikleri nakl edilmişdir. [Dede ile ana-baba bir veyâ baba bir kardeşin bir arada olması hâlinde hisseleri nass olarak açıklanmamışdır. Hattâ İbni Mes’ûd “radıyallahü anh”, “Müşkillerinizi bizden sorun, fakat dede mes’elesini sormayın buyurmuşdur. Ömer bin Hattâb “radıyallahü anh”, “Dede ile kardeşin bir arada olması hâlinde, mîrâs için hüküm vermekde en cesûr olanınız, Cehenneme karşı en cesâretli olanınızdır” buyurmuşdur. Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü anh”, “Cehenneme girmek kimi sevindirirse, dede ile kardeş arasında [mîrâs için] hüküm versin” buyurmuşdur.
Ebû Bekr, Abdüllah bin Abbâs, Abdüllah bin Ömer ve Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” bir kısmı, kardeşler, dede ile birlikde olunca, mîrâs alamaz demişlerdir. İmâm-ı a’zamın ictihâdı da böyledir.
Eshâb-ı kirâmın ve tâbi’înin çoğu ve hakkında (Ferâizi en iyi bileniniz Zeyddir) buyurulan Zeyd bin Sâbit “radıyallahü anh” da, “Kardeşler dede ile birlikde olunca, mîrâs alırlar. Ancak dede, malın üçde birinden veyâ muhâsemeden hangisi çok ise onu alır” buyurmuşlardır. İmâm-ı Mâlik, imâm-ı Şâfi’î, imâm-ı Ahmed bin Hanbel ile Ebû Yûsüf ve imâm-ı Muhammedin ictihâdları da böyledir.
Meselâ, dede ile bir kardeş kalmış ise, dede üçde birini alıp, kardeş üçde ikisini almaz. Muhâseme yapılarak yarı yarıya bölüşülür. Dede ile iki kardeş olunca, dedenin üçde birini alması ile muhâseme [bölüşme] aynı olacağından, her biri üçde bir alır. Dede ile birlikde üç veyâ dahâ fazla kardeş varsa, dede üçde bir alıp, gerisini kardeşler aralarında bölüşürler.
Anne, baba, zevc bir arada olduğunda, Eshâb-ı kirâm arasında mîrâs husûsunda iki görüş vardır.
1. Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü anhümâ”, anne bütün maldan üçde bir alır demişdir. Zevc malın yarısını, baba da kalanı aldığına göre, taksîmât şöyle olur.
Baba 1
Anne (Sülüs) 2
Zevc (nısf) 3
Mes’ele 6
2. Zeyd bin Sâbit “radıyallahü anhümâ”, zevc mîrâsın yarısını, anne geri kalanın üçde birini, baba da kalanı alır diye ictihâd etmişdir. Buna göre taksîmât şöyle olur:
Baba 2
Anne (Sülüs) 1
Zevc (nısf) 3
Mes’ele 6
Eshâb-ı kirâmın çoğunun görüşü de böyle olup, fetvâ da bunun üzerine verilmişdir.]
Evet, eğer maksadları doğru olmak üzere, tenbîh için, lafz ve ibâre üretmelerinin bir zararı yokdur. Hattâ bu ibâreleri alıp, kullanmaları mubâhdır.
Eğer münâzaradan maksadları kötü olup, bildirmek değil, susdurmak ve yol göstermek değil de, mağlûb etmek için ise, sünnet-i me’sûrenin hilâfına bir bid’atdir.
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız