Sual: Hak yolda olanların ihtilaf ettikleri mevzular nelerdir?
Cevap: Türpüşti Risalesi’nde bu mevzu hakkında deniyor ki;
Ehl-i sünnet âlimleri, îmânın, itikâd [tasdîk] ve ikrârdan, yâhud itikâd, ikrâr ve amelden ibâret olduğunda ihtilâf etmişlerdir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’ye “rahmetullahi aleyh” ve Eshâbına, kelâm âlimlerinin ve Şâfi’î’nin “rahmetullahi aleyh” Eshâbının bir çoğuna göre, îmân, itikâddan ibâret olup, ikrâr [inandığını dili ile söyleyip doğrulamak] bu îmânı açığa vurmaktır. İkisine birden tasdîk denir. İmâm-ı Şâfi’î’ye ve hadîs âlimlerinin cumhûruna [büyük çoğunluğuna] göre, îmân, ikrâr, amel ve itikâddan ibârettir. Mu’tezîle de böyle demiştir.
Birincilerin hücceti: Îmân lügatta, inanmak, tasdîk etmektir. Çok kat’î [kesin] delîl bulunmadan ona bir şey eklemek olmaz. Diğer bir delîlleri de şudur: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde bir çok yerde sâlih amelleri îmândan sonra onunla birlikte zikretti. Meselâ Bakara sûresi 277. âyetinde meâlen, “Îmân edip, sâlih amel [iyi işler] işleyen…” buyuruyor. Îmânla sâlih amel ayrı ayrı bildirildiğine göre, aynı şey değillerdir. Biri de, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde îmânı öyle anlatıyor ki, bu îzâhlardan îmânın kalbe âid olduğu ortaya çıkıyor. Meselâ Mücâdele sûresi 22. âyetinde meâlen, “İşte onların kalblerine Allah îmânı yazmıştır”, Hucûrât sûresi 14. âyetinde meâlen, “Henüz îmân kalblerinize yerleşmedi” âyetleri, îmânın kalbe âit işlerden olduğunu gösteriyor. Ve yine meselâ Nahl sûresi 106. âyetinde meâlen, “Kalbi îmân ile dolu” ve Mâide sûresi 41. âyetinde meâlen, “Ey Resûlüm! Kalbleri îmân etmediği hâlde…” buyurulmaktadır.
Îmânla amelin bir olmadığını gösteren alâmetlerden biri de, eğer ameller îmânın manâsı içine girseydi, o zamân gücü yettiği hâlde amel işlemeyenin îmândan çıkması gerekirdi. Nitekim hiç bir özür yok iken, îmânını söylemek lâzım gelip, söylememek îmânı götürür.
Delîllerden biri de mükellef olan kimse îmânı tasdîk ve ikrâr edince, büyük günâh işlese de, Hanefî ve Şâfi’îye göre îmânı gitmez.
İkinci kısmda olanların delîlleri şunlardır: Allahü teâlâ Beyyine sûresi 5. âyetinde meâlen, “Hâlbuki onlara ancak, dîni yalnız Ona [Allaha] has kılarak ve hanifler olarak Allaha kulluk etmeleri, namâz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu” buyuruldu. Bu sayılanların hepsine din denince, ameller de dîne girmiş olur. Din de islâm dînidir. Nitekim Âl-i İmrân sûresi 19. âyetinde meâlen, “Allah katında hak din islâmdır…” buyuruluyor. İslâm da îmândır. Zîrâ îmândan başkası olsaydı, makbûl olmazdı. Allahü teâlâ bunu beyân ediyor ve Âl-i İmrân sûresi 85. âyetinde meâlen, “Kim islâmdan başka din ararsa, bilsin ki, kendisinden [böyle bir din] aslâ kabûl edilmiyecek ve o âhıretde ziyân edenlerden olacakdır” buyuruyor. Mâdem ki, îmân islâmdır ve islâm dindir ve ameller de dindendir, o hâlde ameller îmândan olur. Diğer bir delîlleri de Abdülkays hey’eti hadîsidir ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Îmân nedir, bilir misiniz?” buyurdukda, Allah ve Resûlü dahâ iyi bilir dediler. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz, “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve enne Muhammeden Resûlullah, îmân kelimesini kalbi ile tasdîk dili ile ikrâr etmek, nemâz kılmak, zekât vermek, Ramazân orucunu tutmak ve ganîmetin beşde birini vermektir” buyurdu. Bu da gösteriyor ki, ameller îmândandır.
Ehl-i sünnet mezhebini meydâna getiren bu iki tarafın, bu konudaki bütün delîllerini yazmağa kalkışırsak, cildler dolusu kitâb olur. Bu kadar bildirmekten maksadımız, her iki tarafın birinde bulunanların, kendi âlimlerinin sözlerini doğru bilip, bu ilimlerini istinbât ve istidlâlle elde ettiklerine inanmalarıdır. Nitekim Bakara sûresi 148. âyetinde meâlen, “Herkesin yöneldiği bir taraf vardır” buyuruldu.
Bu mesele, nassların veyâ icmâ’ın zâhirine bakılmayan meselelerdendir. Böyle durumlarda bir tâife bir âyeti esâs alır, bir başka tâife de başka bir âyete tutunur. Bunun gibi biri, bir hadîs-i şerîfi ileri sürerse, diğeri de bir başka hadîs-i şerîfi delîl gösterir. Bu iki tarafın sözlerinden hiçbiri herhangi bir farzı ihmâle götürmüyor. O hâlde taassuba kapılıp da, birbirlerine dalâlete [doğru yoldan ayrılmış] sapmış dememeli, her biri kendi imâmından geleni almalıdır. Hakkın rahmetine çok muhtâc bu zavallı kulun [Fadlullah Şihâbüddîn Ebû Abdüllah bin Hasen Türpüştî: 661-1263] bu itikâd konusunda kendi itikâdını bildirmesi lâzım oldu. Böylece maksadlıların ve kısa görüşlülerin, öyle ifâdeler kullanılıyor ki, yazdıklarının hangisinde olsa olur, demelerinden kurtulurum.
Bu kitâbda 29 fasılda bildirilmiş olanların hepsi Ehl-i sünnet ve cemâ’at mezhebi bilgileri olup, bu fakîrin îmânı ve i’tikâdı böyledir. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymayanlardan yazdıkları, onun i’tikâdı değildir. Bu faslda Ehl-i sünnetin imâmları arasındaki küçük ayrılıklar, istinbât ve ictihâddan ve nazardan [bakışdan] hâsıl olmaktadır. Ammâ burada da kendimi mu’âf tutmayıp, zan ve töhmetten çıkıp diyeyim ki: Bu fakîr, iki tarafın delîllerine baktığımda, her birinin sened ve delîl aldığı âyet ve hadîsleri incelediğimde, îmânın, kalb ile tasdîk ve dil ile ikrâr olduğunu söyleyenlerin sözlerine uymağı doğru gördüm. Zîrâ hazret-i Ömer’in “radıyallahü anh” bildirdiği Cibrîl hadîsinde, Cebrâîl aleyhisselâm, Resûlullaha, îmân nedir yâ Resûlallah? sorunca, Resûlullah, “Îmân, Allahü teâlâya, Meleklerine, Kitâblarına, Peygamberlerine ve Kıyâmet gününe ve Kadere, hayır ve şerrin Allahtan olduğuna inanmandır” buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, îmân husûsunda, yanî îmânın neden ibâret olduğunda en güvenilecek ve alınacak bir delîldir. Çünki en doğru cevâb, vahy emîni ve âlemlerin Rabbinin peygamberi tarafından verilmişdir. Ayrıca bunu ilim, idrâk, anlayış, zabt, adâlet ve ihtiyâtta en yüksek mertebede bulunan, mü’minlerin emîri hazret-i Ömer haber vermektedir. O hâlde bu hadîs-i şerîf ile diğer hadîs-i şerîflerin arasını bulmak ve hiçbirinin terk edilmemesini sağlamak lâzım gelir.
Bunların arası şöyle bulunur: Deriz ki, îmânın bir aslı vardır, bir de furû’u [dalları, kolları]. Dalları, onun netîceleri, ona tâbi’ ve lâhık olanlardır [eklenenlerdir]. Demek ki, amellerin, îmânın manâsına girer gibi görüldüğü mücmel [toplu, kısa] hadîs-i şerîflerde, tâbi’ ve lâhık olanlar, asılla birlikte söylenmiş; böylece onların da kuvvetli oldukları belirtilmiş ve mükellef olan kulların, amel işlemedikce, îmânın hakkını veremeyeceklerine işâret olunmuştur. Abdülkays heyetine buyurulanlar bu cinstendi. Çünki onlar dahâ yeni müslümân olmuş ve dînin amelî kısmında gereken titizliği göstermeğe sâhip değillerdi. Eğer o ânda usûl ile furû’ arasını ayırsaydı, onların idrâki bunun hakîkatini anlamağa erişemezdi. Bunun için hepsini aynı ağırlıkta tutup, birbirinden ayırmadı. Bu şekilde manâ vermemize bizi sevk eden delîllerden biri de, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Hayâ îmândan bir şubedir” hadîs-i şerîfidir. Herkes bilir ki, hayâ, îmânın manâsına girmez. Çünki hayâ cibilli yanî hılkaten, yaratılışdan olup, Allah vergisidir. Ammâ kabîh, çirkin şeylerden men etme husûsunda, îmâna benzediğinden, onu îmânın şubelerinden buyurdu.
Biri de, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ve Eshâbına göre, îmân artmaz ve azalmaz, imâm Şâfi’îye ve hadîs âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre, artar ve azalır, meselesidir. Her birinin zâhir nasslardan çok delîlleri vardır. Ebû Hanîfe’ye “rahmetullahi aleyh” göre, ameller îmândan olmayınca, ikrâr ve tasdîkte artık ve eksik olmayacağı tâbi’îdir. Îmânın artması ve azalmasını gösteren âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri, biraz önce anlattığımız şekilde anlayıp, bu artma ve azalmayı, îmânın aslında [kendisinde] değil, tâbi’ ve lâhıklerinde [sıfatlarında] söylendiğini ve fakat icmâlen söylendiğini bilmelidir. Yâhud ikrârın tekrarına ziyâde [artma] denmiştir. Yâhud da artmaktan murâd, yakînin artması, kuvvetlenmesidir.
Doğru yolda olanlardan bir çokları, bu meselede, Ebû Hanîfe hazretlerinin Eshâbına [ve bu i’tikâdda olanlara] yakışmayacak şekilde hakâret edip, sizin mezhebinize göre, sizin îmânınız, meleklerin ve peygamberlerin îmânı gibidir, diyorlar. Bu fakîrin kısa aklı ve ilmine göre, Ebû Hanîfe hazretleri demek istiyorlar ki, eğer tasdîkde, ziyâdeye ihtiyâc duyuluyorsa, tasdîkin noksan olduğunu gösterir. Noksan îmân ise, doğru ve sahîh îmân sayılmaz. O hâlde onun sözünün açıklaması şöyle olur ki, kula, îmânlı denebilen şey, ziyâde ve noksanlık [artma ve azalma] kabûl etmez. En doğru söz budur. Bunun ötesinde bulunan, ma’rifet ve yakîn derecelerinin mertebelerinden olup, insanlar bunda farklıdırlar. Bu mertebe ve derecelerde, melekler ve peygamberler gibi olamayız. O büyük imâmın sözü hakkındaki benim zannım ve düşüncem budur.
Biri de, îmânda, inşâallah… demek ve dememek meselesidir. Bir kimseye, sen mü’min misin! diye sorulsa, Selef-i sâlihînden bazısı, îmânı kesin olarak belirtmeli ve, “Hak mü’minim demelidir” buyurdu. Bu da imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin ve Eshâbının mezhebidir. Yine Seleften bazısı, ben mü’minim, dememeli, âmentüyü okumalı, yanî Allaha, meleklerine, kitâblarına, peygamberlerine… inandım demelidir. Bunun bir benzerini Abdüllah ibni Mes’ûd’dan “radıyallahü anh” nakl etmişlerdir. Hadîs âlimlerinin büyük çoğunluğu bunun üzerindedir. İmâm-ı Şâfi’înin mezhebinde meşhûr olan ise, inşâallah mü’minim, demektir.
Ebû Abdüllah Hakîmî diyor ki, îmânda inşâallah demek müteahhırîn [Selef-i sâlihînden sonraki] âlimlerinden bir kısmının sözüdür. Onun, müteahhırîn sözünden maksadı, herhâlde, Sahâbe ve Tâbi’înden sonra gelenlerdir. Çünki inşâallah sözü, Tebe-i Tâbi’înden bildirilmiştir.
İmâm Şâfi’î hazretlerinden ise meşhûrdur. Bu iki imâma tâbi’ olanlar bu meselede i’tidâli aşmışlardır. Yoksa her iki taraf insâf ile bir araya gelirse, hanefî mezhebinde olan, îmânda inşâallah demek şüphe ifâde eder diyemez, şâfi’î mezhebinde olan da, hak mü’minim diye kesin konuşana dil uzatamaz. Hak mü’minim diyenler, içinde bulundukları hâle, şimdiki zamâna göre söylüyor ve dinden inandıklarının hak olduğuna inanıyor ve vâkı’ olanı irâdeye bağlamayı doğru bilmiyorlar. Ayrıca Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” gelen bir hadîs-i şerîfe de tutunuyorlar. Hadîs-i şerîf şudur, “Îmânı ikrâr ediniz ve ben mü’minim deyiniz.”
İnşâallah diyenler ise iki bakımdan böyle diyorlar: Yâ kâmil olan îmâna bakıyorlar. Zîrâ mezheblerinin esâsında bu vardır ve bunun için amelin husûlünde mütereddiddirler. Çünki onlara göre amel de îmânın cüz’lerinden [parçalarından] bir cüz’dür. Ya da son nefesi kasd ederek, (inşâallah mü’minim) diyorlar. Çünki hiç kimse kolay kolay son nefeste îmânla gideceğini bilemez. Kimi de, inşâallah sözü teberrükendir diyor. Nitekim Feth sûresi 27. âyetinde meâlen, “Allah dilerse siz güven içinde Mescid-i harâma girersiniz” buyuruldu. İşte inşâallah demeleri bu bildirilmiş olanlardan biri sebebiyle olmuş olabilir. Yoksa ne mümkün ki, insanların büyük imâmlarından biri, îmânından şüphe edip de bunu söylesin. Hadîs âlimleri hakkındaki bizim itikâdımız böyledir ve bundan başka da olamaz.
Ammâ inşâallah mü’minim demek yerine, hak mü’minim demeyi tercîh ve tasvîbe dahâ yakın buluyoruz. Çünki diğerinde zâhiren [görünüşde] şüphe ifâdesi bulunmaktadır ve mü’minin, içinde şüphe manâsı taşıyan bir ifâdeyi seçmesi pek yakışık olmaz. Bir de, soran kimse, yanî sen mü’min misin? diyene cevâp da, sorduğu zamâna, ya’nî [o ândaki durumuna göre] olmalı, cevâpta gelecek zamân manâsı bulunmamalıdır. Yine deriz ki, eğer bu ifâdeyi seçmekten murâd, son nefesde îmânsız gitmek korkusu ise, hiç kimse, Allahü teâlânın îmânlılar buyurduklarının kimler olacağını bilemez.
Biri de, melekler mi, insanların iyileri mi dahâ üstündür konusundaki ayrılıktır. Mü’minlerden bir kısmı, insanlara gönderilen peygamberler, peygamberlere gönderilen meleklerden ve insanlardan olan evliyâ, meleklerin evliyâsından dahâ üstündür demişlerdir. Ehl-i sünnet ve cemâ’atin büyük kısmı bu eğilimdedir. Bir kısmı da, melekler dahâ üstündür tarafında olmuştur. Bunlar mu’tezilî olmakla berâber, bir başka farklılıkları dahâ vardır ve bu da felsefecilerin tarzına yakın bulunmalarıdır.
Ammâ bid’at leke ve bulanıklıklarından temizlenmiş islâm âlimlerinden bazısının, melek, insandan üstündür dedikleri hâlde, sicillerinin temizliği itibârı ile biz onları mutlak olarak bid’at ehlinden saymadık. Herbirinin hüccetini kısa olarak beyân edeceğiz. İstidlâl [delîl getirmek] yolu ile olanları, dahâ öncekilere uyup bildireceğiz inşâallahü teâlâ.
Birinci gurubdakiler Bakara sûresi 31. âyetinde meâlen, “Allah, Âdeme bütün isimleri öğretti. Sonra onları önce meleklere arz edip, Eğer siz sözünüzde sâdık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin dedi” buyuruldu ki, bu âyeti hüccet ve sened almalarının ve yine aynı sûrenin 34. âyetinde meâlen, “Hani, biz meleklere [ve cinlere] Âdeme secde edin, demişdik. İblîs hâric, hepsi secde etdiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu” buyuruldu, bu âyeti sened göstermelerinin sebebi, Âdem aleyhisselâma ilhâm olunan ilmin, meleklerde bulunmaması olup, bu da fazîlet sebebi olmasıdır. Âdemin üstünlüğünün bir sebebi de, meleklere, “Âdem’e “aleyhisselâm” secde edin” diye emir buyurulmasıdır. İsterse, hürmet ifâdesi olan secde olsun. Secde her ne kadar Hakka lâyık ise de ve Ona yapılır ise de, Âdem burada kıble mesâbesinde bulunsa da, her hâl-ükârda Âdem aleyhisselâmın meleklerden üstün olduğunu açıkca göstermektedir.[1]
Eğer, Hızır aleyhisselâmın husûsî ilmi vardı ve bu ilme Mûsâ aleyhisselâm sâhib değildi, bu da Hızır’ın Mûsâ aleyhimesselâma üstünlüğünü gösterir, o zamân Âdem aleyhisselâm, kendisine mahsûs ilimle, meleklerden fazîletli oldu, niçin denilsin? denirse:
Cevâbında deriz ki, ilim sâhibi ilim sâhibi olmayandan üstündür. Ancak bu ilmi bilmeyen kişide, başka ilimler veyâ değerler bulunur ve bunlarla fazîletli kılınırsa, buna kimse bir şey diyemez. Mûsâ aleyhisselâmın Hızır aleyhisselâma olan üstünlüğü ve şerefi, risâleti ve kelîmiyyeti sebebiyledir. Bunun için Hızır aleyhisselâm, cüz’î bir fazîletle, Mûsâ aleyhisselâmın küllî olan fazîletinin üstüne çıkamaz. Şunu da söyleyelim ki, Allahü teâlânın Hızır aleyhisselâma verdiği ilimden, her ne kadar Mûsâ aleyhisselâm habersiz olsa da, diğer hiçbir insana verilmiş olmadığı kesin olarak söylenemez. Başka Peygamberler ve Evliyâ da bilmiş olabilir. Ammâ Âdem aleyhisselâmın sâhib olduğu ilme, meleklerden hiçbiri sâhib değil idi.
Eğer, meleklerin Âdeme secdesi, imtihân ve sınamak için idi. Bundan niye üstünlük manâsı çıkarılsın? denirse;
Cevâbında şöyle deriz: Eğer üstünlük sebebi olmasaydı, iblîs, secde ile emrolunduğunda, “Ben ondan iyiyim” demezdi. Eğer Âdem aleyhisselâm husûsî fazîlete müstehak olmasaydı, Hak teâlâ, “Ey iblîs, iki kudret elimle yarattığıma secde etmekten seni men eden nedir?” [Sad sûresi, 75. âyeti] buyurmaz ve İsrâ sûresi 62. âyetinde şeytânın ağzından, “Şu benden üstün kıldığına da bir bak…” demezdi.
Buradan Âdem aleyhisselâmın meleklerden üstün olduğu sâbit olunca, melek insandan üstündür sözü fâsid ve bâtıl olur. Bir delîl dahâ bildirelim: Allahü teâlâ Âl-i İmrân sûresi 33. âyetinde meâlen, “Allah, birbirinden gelme bir nesil olarak, Âdem’i, Nûh’u, İbrâhîm âilesi ile İmrân âilesini seçip âlemlere üstün kıldı” buyuruyor. Melekler ve başkaları da hep âlemin içindedirler. Ancak özel olarak nass ile haber varsa, o hâric olur.
Bir delîl dahâ arz edelim: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde birçok yerde îmân sâhiblerini zikretti ve âhirette onlara hesâbsız ni’metler ve karşılıklar söz verdi. Hûrîler, köşkler, Vildanlar, Gılmanlar, yüksek mertebeler, çok güzel yerler, süslü libaslar, tatlı, lezîz yiyecekler ve içecekler, serin ve soğuk şerbetler ve bunlar gibi dünyâda iken insanın aklından geçmeyen nice ni’metler vaad etdi. Nitekim Secde sûresi 17. âyetinde bunlara işâretle, “Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için ne sevindirici ni’metler ve mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez” buyurulmaktadır. Bunlar hep insanlar için bildirilmiş olup, melekler için bildirilmiş değildir.
Burada birisi kalkar ve, “Meleklerin sâhib oldukları yakınlık makâmları ve kudsî menziller, bütün ni’metlerden üstündür” derse, cevâbında deriz ki, Allahü teâlâ, mü’min kulları için, Tâhâ sûresi, 75. âyetinde meâlen, “Kim sâlih ameller yapmış olarak Allaha varırsa, üstün dereceler işte sırf bunlar içindir” buyuruyor. Bu iki tâife arasında, insanın rûhânî lezzet ve yakınlık hazzı almakda meleklerle berâber olduğunda herhangi bir ayrılık yoktur. Ammâ cismânî lezzet insana mahsûstur. Bu da insanın fazîletli olduğuna delîldir.
Meleklerin üstün olduğunu söyleyenlere gelince, Nisâ sûresi 172. âyetinde meâlen, “Ne Mesîh ve ne de Allaha yakın melekler, Allahın kulu olmaktan geri dururlar. Ona kulluktan geri durup büyüklenen kimselerin hepsini Allah yakında huzûruna toplayacakdır” buyurulmasından, mukarreb [Allahü teâlâya yakın] meleklerin Îsâ’dan “aleyhisselâm” üstün olduğu açıkca anlaşılıyor. Çünki bir kimsenin, şehrin ne vâlîsi, ne de bekcisi bana hizmetden geri duruyor, demesi iyi olmaz. Vâlînin yardımcıları ve kumandanları ona hizmetten geri durmuyorlar denir de, vâlî durmuyor denmez diyorlar.
Cevâb olarak deriz ki, bu âyetin kısaca manâsı şudur ki: Hıristiyanlar Îsâ aleyhisselâmı ibâdete müstehak bildiler. Sabi’îler de meleklere ibâdet olunur dediler. Hak teâlâ her iki tâifenin de sözlerini red edip, sizin ma’bûd edindikleriniz, bana kulluktan geri durmadılar. Ne Îsâ, ne de mele-i a’lâ mukarreb melekleri bana ibâdeti bir an terk etmediler. Dolayısıyla, sizin iddi’ânızla bu âyet-i kerîmenin ne alâkası vardır, buyuruyor.
Yine bir hüccet getirip, “Biz hakîkaten insanı şân ve şeref sâhibi kıldık. Onları çeşitli nakil vâsıtaları ile karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel güzel rızklar verdik; yine onları yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık” [İsrâ sûresi, 70.] âyetini delîl gösteriyorlar ve Onları birçok yarattıklarımızdan üstün kıldık ifâdesinden, bütün mahlûkâtdan üstün olmadıkları anlaşılıyor. O hâlde kendilerinden üstün kılınmadıkları sınıf meleklerdir. Zîrâ insandan sonra, mükellef olanlar, melekler ve cinlerdir. İnsanın cinden üstün olduğunda bir ihtilâf yoktur. O hâlde o bir çoklarına girmiyen sınıf meleklerdir, diyorlar. Onlara cevâb olarak deriz ki: Siz bu kıyâslamada doğruyu bulamadınız. Çünki siz bunu, meleklerin insanlara üstünlüğü konusunda bildirdiniz. Buradan üstünlük anlaşılmaz. Hâlbuki siz bu âyeti, insan melekden üstün değildir manâsında delîl olarak kullandınız. Burada meleklerin üstün olduğuna dâir bir işâret yoktur. Çünki ifâde umûmî olup, “Çoklarından üstün kıldık” şeklindedir. Çoklarından veyâ çokları üzerine kelimesi, her cins mahlûkâttan bir kısmını içine almakdadır. O hâlde insan bazı meleklerden üstündür manâsı taşımaktadır. Ya da bu üstün kılmak, şevket [saltanât] ve kuvvet bakımından da olabilir. Bu husûsda meleklerin insanlardan üstün olduklarını biz de kabûl ederiz. İnsan meleklerden âcizdir.
Yine diyorlar ki, melekler, bir an dahî Allahü teâlâya isyân etmez ve ibâdetten geri durmazlar. Ayrıca onların cevherleri nûrlu ve şerefli olup, nefsin istek ve şehvetlerinden arınmış ve hırs ve gadab [kızgınlık] lekelerinden tertemiz olup, günâhlara karışmış, her an ibâdet üzre bulunmayan, nefsinin istek ve şehvetlerini taşıyan bir başkası ile nasıl eşit olur? Cevâbında deriz ki: Melekler yaratılış îcâbı ibâdet etmekle vazîfeli olup, ibâdet ve tesbîh etmekden kendilerine hiç zorluk ve yorgunluk gelmez. Eğer, kendisinden hiç bir hatâ meydâna gelmemiş olan, hatâlara mübtelâ olandan üstün olsaydı, Yahyâ aleyhisselâmın bütün peygamberlerden üstün olması gerekirdi. Zîrâ Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Yahyâ aleyhisselâm Rabbine bir göz açıp kapatacak zamân kadar âsî olmadı” buyurmuştur. Zahmetsiz ve meşakkatsiz yapılan ibâdetin sevâbı da dahâ az olur. Aklı olan herkes bilir ki, nefsin kötü isteklerine ve şehvetlerine sabr etmek, karanlık, sıkıcı olaylara katlanmak ve nefsin dürtücü kuvvetleriyle mücâdele ve mücâhede etmek ve şiddet, zorluk, bitmek tükenmek bilmiyen gayr-i meşrû’ isteklere ve bunun gibi çeşid çeşid belâlara ve sıkıntılara göğüs germek, meleklerin zahmetsizce yapmış oldukları ibâdetlerinden dahâ zordur. İnsanda yaratılışı îcâbı bulunan, istekler, temâyüller, nefsin hâkim arzûları ve şeytânın soyu sopu ile tasallutu yanında bir de sabrının azlığı ve açlık, susuzluk ve uykusuzluk gibi beşerî za’âfları, eğer melekde bulunsaydı, melekler insanlardan dahâ çâresiz hâle düşerlerdi. Nitekim insandan yapılan Peygamberler, yalancılara ve inkârcılara karşı koyarak nefslerini yumuşatmışlar, şiddetli sıkıntı ve meşakkatlere katlanmağı canlarına minnet bilmişler, acı sözlere tatlı cevâp vermişlerdir.
Peygamberlerden sonra, çok sayıda Evliyâ, belâlara ve sıkıntılara katlanmakta onlara uymuş, hattâ bir çoğu Allah yolunda şehîd edilmiş, öldürülmüş, ateşe atılmış, demir tarak ve tırmıklarla etleri kemiklerinden ayrılmıştır da, onlar Haktan yüz çevirmemişlerdir. Nice geceler uykusuz ve nice günler aç ve susuz bırakılmışlar da acz ifâdesi izhâr etmemişlerdir. İş böyle olunca, onlar mı dahâ üstün olur, melekler mi? Şu müjdelere hangi melek mazhar olmuştur:
– “Ey Habîbim, biz seni hakîkaten bir şâhid, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.” [Ahzâb sûresi, 45-46. âyetleri]
– “Ey Peygamberim; Hayâtın hakkı için, onlar sarhoşlukları içinde bocalıyorlar.” [Hicr sûresi, 72. âyeti]
– “Allah İbrâhîm’i dost edinmiştir.” [Nisâ sûresi, 125. âyeti]
– “Ey Mûsâ; sevilmen ve benim nezâretimde yetiştirilmen için sana kendimden sevgi verdim.” [Tâhâ sûresi, 39. âyeti]
– “Seni kendim için elçi seçtim.” [Tâhâ sûresi, 41. âyeti]
Kur’ân-ı kerîmde, peygamberleri öven, bunlar gibi dahâ nice haberler ve âyetler vardır.
İnsanların meleklerden üstün olduğunu haber veren hadîs-i şerîflerden biri, Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretlerinin Resûlullahdan bildirdiği şu hadîs-i şerîfdir: “Hiç bir peygamber yoktur ki, gök ehlinden iki, yer ehlinden de iki vezîri [yardımcısı] bulunmasın. Benim gök ehlinden iki vezîrim Cebrâîl ve Mikâîl’dir. Yeryüzündekilerden de Ebû Bekr ve Ömer’dir” “radıyallahü anhümâ”.
Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Melekler için yer açın!” buyurduktan sonra, şöyle devâm etdi, “Melekler sizinle olunca, sizinle karşı karşıya oturmazlar. Arkanızda da bulunmazlar. Sağınızda ve solunuzda olurlar.” Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, “Biz onlardan üstün olduğumuz için mi, yoksa onlar üstün oldukları için mi böyle otururlar yâ Resûlallah?” diye arz edince, Resûlullah, “Siz onlardan üstünsünüz!” buyurdu.
Bir hadîs-i kudsîde, “İki elimle yarattığımın zürriyeti, ol demekle var olanla bir olmaz” buyuruldu. Nitekim Tahrîm sûresi 4. âyetinde meâlen, “… Biliniz ki, Peygamberin dostu ve yardımcısı, Allah ve Cebrâîl ve mü’minlerin iyileridir. Bunların ardından melekler de ona yardımcıdır” buyurulması, bu sözü kuvvetlendirmekdedir. Nitekim Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, gökdekilerden vezîrim Cebrâîl ve Mikâîl aleyhimesselâmdır buyurduğu gibi, âyet-i kerîmede de, Allahü teâlâ, Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın yardımcısıdır ve Ondan sonra Cebrâîl, mü’minlerin sâlihleri ve melekler ona yardımcıdır buyurulmakdadır.
Bir diğer hüccet ve delîl, şefâat hadîs-i şerîfidir. Bu hadîs-i şerîfte Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, “O gün, Allah katında mahlûkâtın en kerîmi [iyisi] benim” buyuruyor. O gün mahlûkâtın en iyisi O “sallallahü aleyhi ve sellem” olunca, şüphesiz meleklerden üstün olmuş olur. Çünki melekler de mahlûklardan biridir. Bu hadîs-i şerîf sahîhdir.
İşte buraya kadar anlattıklarımız sebebiyle, insanlardan olan Peygamberlerin, meleklerden üstün olduğunu söylüyoruz. Ammâ bunun açıklaması gerekmektedir. Kitâb, Sünnet, icmâ’ ve kıyâs gereği olarak deriz ki, insandan olan Peygamberler, meleklerin peygamberlerinden, meleklerin peygamberleri, insanlardan olan evliyâdan üstündür. Bu manâ da, yukarıda arz etdiğimiz Tahrîm sûresi 4. âyetinden anlaşılmaktadır.
İnsanların evliyâsı, meleklerin evliyâsından, mü’minlerin sâlihleri de, meleklerin a’vâmından, meleklerin a’vâmı mü’minlerin fâsıklarından üstündür. Buradan hüccetle anlaşılan, insanlardan olan peygamberlerin, meleklerin peygamberlerinden üstünlüğüdür. Ondan sonra gelenler onun fer’i ve dallarıdır. Eğer bir kimse bu üstünlükde duraklar ve bunu anlıyamadım derse, günâh olmaz. Âlimlerden birçoğu böyle buyurmuşlardır. Eğer birisi kalkar ve istinbât yoluyla buna muhâlif söylerse, onu da ma’zûr görürüz. Bu bahis, muhâlefet edenine sapık diyeceğimiz bahislerden değildir. Ammâ mu’tezîle ve felsefecilerin yolunu tutmak ve onların tarzı üzere yürümek elbette konumuzun dışındadır.
Biri de, müşriklerin [kâfirlerin] çocukları meselesidir: Selef âlimlerinden bazıları, müşriklerin çocukları babaları ve anaları ile birlikte Cehennemde olurlar dediler. Dayandıkları da hazret-i Hadîce vâlidemizin “radıyallahü anhâ” Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” haber verdiği hadîs-i şerîfdir. Şöyle ki, yâ Resûlallah, müşriklerin çocuklarının kıyâmetteki hâli nasıldır? dediğimde, “İstesem, onların Cehennemdeki seslerini sana duyururum” buyurdu. Bu hadîs, za’îf ve dayanıksız olup, bu kadar ciddî bir meselenin hâlline ışık tutacak sıhhat derecesinde değildir. Bundan dahâ kuvvetlisi hazret-i Âişe’nin “radıyallahü anhâ” Resûlullaha, müşriklerin çocuklarına ne mu’âmele edilir? diye sorduğunda, “Allahü teâlâ ne yaptıklarını dahâ iyi bilir” buyurmasıdır. Bu hadîs, öncekinden meşhûr ve muteberdir. Diğer bir delîlleri de, çocuk dünyâda anasına ve babasına şirkde [küfrde] tâbi’ olduğu gibi, onların şirki sebebiyle o da anası, babası gibi köle olur. Ona müslimân denemez. Ölünce, müşriklerin mezârlığına defn olunur. Bunun için âhıretde de onlarla birlikte bulunması gerekir.
Cevâb: Eğer müşrik [kâfir]in çocuğu her bakımdan anasının ve babasının hükmü gibi olsaydı, müslümân biri onu köle yapmak istese, müslümân hükümleri ona uygulanmazdı. Nitekim anasına ve babasına uygulanmaz. Buradan anlaşılmış oldu ki, müşrik çocuklarına kâfir demek, ana- babalarına tâbi’ olmak itibâriyle ârızıdır, aslî değildir. Ana-babasıyla çocuk arasını ölüm ayırırsa, o tâbi’iyyet de kalmaz. Bunun gibi, dînimizde esâs olan, müşriklerden başkasının sonsuz olarak Cehennemde kalmamasıdır. Çocuğun kendisinde şirk bulunmayınca, onun için ebedî Cehennemlikdir nasıl denebilir?
Bazı âlimler, müşriklerin çocukları Cennettedir dediler ve ilâve edip, “Sevâba müstehak olacak tâ’at ve ibâdet yapmadıklarından, Cennet ehlinin hizmetcileri olurlar” buyurdular. Ehl-i sünnet âlimlerinden kimi bu sözün doğruluğuna meylettiler. Aslında bu söz mu’tezîle mezhebine âiddir. Onlar Resûlullahın, “Onlar Cennet ehlinin hizmetcileridir” hadîs-i şerîfini delîl gösterdiler. Eğer bu hadîs sahîh ise, Cennet ehlinin, yanî dünyâda mü’min olanların Cennetde hizmetinde olurlar ma’nâsına gelir. Hâlbuki bu hadîs-i şerîf, amel edilemiyecek kadar za’îfdir. Kur’ân-ı kerîmden ise, Fâtır sûresi, 18. âyetinde, “Hiçbir günâhkâr, başkasının günâhını yüklenemez” buyuruldu ki, bu âyeti hüccet gösterirler. Bu âyet ortada iken, başkalarının amelleri ile onlara azâb edilmesi nasıl câiz olur. Yâhud Cehenneme girmesi gereken bir günâhı işlemeden, nasıl Cehenneme gönderilebilir. Bir de şu hadîs-i şerîfi delîl ve hüccet gösteriyorlar, “Allahü teâlâ Cenneti yarattı ve Cennetlikler de yarattı. Onlar babalarının sulbündedir. Cehennemi yarattı ve Cehennemlikleri de yarattı. Onlar da babalarının sulbündedir.”
Âlimlerden bir kısmı da, bunlara ne mu’âmele edeceğini Hak teâlâ bilir. Bülûğa ermiş hâlde îmân etmiş ise, Cennetlik olur, aksini ondan bilirse, Cehennemlik olur, demiş ise de, bu söz, bu müstekîm dîne uymamaktadır. Çünki Allahü teâlâ bir fakîre, eğer malı, parası olsaydı, zekât vermezdi diye azâb etmez. Yâhud fıska meylli bir kimse, fısk [harâm] işlemeden ölse, Hak teâlâ, yaşasaydı çok fısk [harâm] işlerdi deyip ona azâb etmez. O hâlde mükellefiyyet kalemi hakkında yazıya başlamadan, henüz kendisinden meydâna gelmemiş bir küfr için ona azâb edilmez. Eğer, “Allah, onların ne yapacaklarını dahâ iyi bilir” hadîsi delîl gösterilirse,
Cevâbında deriz ki: Bu hadîs-i şerîften murâd, onların kıyâmette nasıl olacağını, ne mu’âmelelere tâbi’ tutulacağını ve nereye gideceklerini Allahü teâlâ bilir demektir.
Buraya kadar bildirilmiş olan görüşlerin herbiri ya usûle muhâlif olduğundan, ya hadîs-i şerîfin bilinen hadîslerden olup olmadığından, ya bu hadîsle çatışan bir başka hadîs bulunduğundan, hiç biri kesinlik ifâde etmez. Bu konuda en doğru mezheb ve yol, susmak ve kesin konuşmamaktır. Cennetlik veyâ Cehennemlik olduklarına karar vermemektir.
Biri de, Teklîf-i mâlâ yutâk [kaldıramıyacağı yükü yüklemek] meselesidir. Şâfi’î mezhebindeki kelâm âlimleri ve diğer mezheplerden çokları, Allahü teâlânın kuluna kaldıramıyacağı yükü yüklemesi câizdir dediler. Bunun hilâfını ise, mu’tezîleden saydılar, Mu’tezîlenin dışında Ehl-i sünnetten Ebû Hanîfe hazretlerinin “radıyallahü anh” Eshâbından bir cemâ’at ve başkaları onlara uymadılar.
Birinci gurubdakilerin câizdir demelerinin sebeblerinden biri, Allahü teâlânın, Ebû Cehl’in küfr üzere öleceğini ve Cehenneme gideceğini haber vermesidir. Hâlbuki îmâna davet edilmesi de bildirilmiş idi. Bundan yapamıyacağı şeyin teklîf edilmesinin câiz olduğu anlaşılmaktadır. Dahâ birkaç sebeb ortaya koyuyorlar ki, sıradan insanların ilmi, aklı ve idrâkı bunlara erişemez ve akâidlerine cebr karışacağından burada onları bildirmiyoruz.
Mu’tezîle, kulu, kendi işlerinin hâlıkı [yaratıcısı] bildiğinden, delîllere pek alâka göstermezler ve kader bahsindeki cevâblarını verirler.
Ammâ, Ehl-i sünnetten bu sözlerine muhâlif olanlar, bu meseleye mu’tezîle gibi bakmıyorlar. Çünki mu’tezîlenin câiz görmemesi, akla çirkin ve uygunsuz geldiğindendir. Ehl-i sünnet ve cemâ’at sözbirliği ile diyorlar ki, Allahü teâlânın işlerini beğenmek ve beğenmemekte aklın dahlî ve mecâli yoktur. Bunun için akıllarının beğenmemesi sebebi ile değil, Hak teâlânın Bakara sûresi 286. âyetinde, “Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar” buyurmuş olmasındandır. Bir şüphe ve benzeri şey için âyet-i kerîmenin zâhirini [görünüş manâsını] bırakmak câiz olmaz. Eğer bunu dedikden sonra, onlar bize aynı âyetin devâmı olan, “Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmediği işleri de yükleme” kısmını okursa, cevâb olarak deriz ki, bu düâdır. Bundan murâd da, yâ Rabbî, âhıretde bize azâbını yükleme ki, biz onu taşıyamayız, demekdir. Yâhud da çok zor teklîf ve sorumluluklar bize yükleme, Benî İsrâîle yüklediğin gibi, ma’nâ taşır ki, âyetin öncesi ile uyuşabilsin. Onların Ebû Leheb hikâyesinde, kudret ve istek konusunda ileri sürdükleri delîller, hüccet olmaya lâyık ve uygun değillerdir. Çünki şer’î teklîflerde, zâhir esâstır. Çünki, kalbe âit olanlar bizden gizlidir. Zâhir hâl şudur ki, irâde sâhibi akıllı bir kimseye, gaybde gücü dâhilinde, zâhirde de yapabileceği bir şey, teklîf-i mâlâ yutâk [kaldıramıyacağı yükü yüklemek] değildir. Çünki emir ve yasakların kullara yüklenmesi kazâ ve kader ile alâkalı değildir. Kaldırılamıyan yük, aklı olmıyan bir kimseden [deliden] emir ve yasaklara uymasını istemek olur. Yâhud da gözleri görmez bir kimseye, Mushafdan Kur’ân-ı kerîm oku da dinleyelim demek gibi olur.
Hâlbuki Allahü teâlâ söz verdi ve “Kullarımın dayanamayacakları yükü onlara yüklemem” buyurdu. Onun sözü haktır, şüphesiz gerçek ve doğrudur. O hâlde bundan murâd bizim dediğimiz gibi olandır. Biz bu yüzden Hak teâlânın, kullarına kaldıramıyacakları yük ve vazîfeleri vermiyeceğini söylüyoruz. Bir de, insanlara söylenebilecekleri söylüyoruz. Zihinleri karıştıran, söylendiğinde ortalığı ve i’tikâdı bulandıran sözlerden uzak duruyoruz. Nitekim Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz, “Biz peygamberler topluluğu, insanlara akıllarının alacağı şekilde konuşmakla emrolunduk” buyurmuştur. Selef-i sâlihîn, âlimleri, bid’at ve uydurma sözler üzerinde konuşmakdan, böyle sözleri incelemekden ve araşdırmakdan men etmekle ne iyi etmişlerdir. İlmi ve aklı çok olmıyan kimseleri şüpheye düşürecek sözleri söylememişlerdir.
Müslümânların en iyileri Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbı idi. Onların tevhîdleri tam, îmânları hâs ve yakînleri son derecede idi. Onlar böyle şeylerden hiç bahs etmediler. Kalblerinin etrâfında da hiç şüphe dolaşmadı. Cum’a sûresi 4. âyetinde meâlen, “Bu Allahın fadlıdır, ihsânıdır. Onu dilediğine verir” buyuruldu. Hak teâlâ söylediklerimde [yazdıklarımda] ihtiyâtlı davrandığımı biliyor. Kimseye zarar vermemek için çok tedbîrli hareket ettim. İnsanların iyiliği için, söylediklerimden dahâ ziyâdesini söylerdim; ammâ o itikâdı temiz olanların zamânı geçti. Bid’at sâhiblerinin söylediklerine ise, müslümânların kalbleri ve dinleri dayanamaz. Bizden önce, bid’at sâhiblerinin yapdıklarının yükünü bize yüklemek hiyânetdir. Bu ilimde esâsları felsefecilerin sözlerine dayananlar, zâten bu kadar tasvîb görmemişlerdir. Burada yazılı olanları kalbine koyup, zihnine işliyenlere bu doğru bilgiler, rehber ve kılavuz olup, bid’at ve dalâlet varta ve uçurumlarına düşmekden korur. Şaşılır o aklı başında müslümâna ki, Allahü teâlâya ve Muhammed Mustafâ’nın “sallallahü aleyhi ve sellem” peygamberliğine i’tikâdı düzgün olur da, dînimizin itikâd ve amelî meselelerini bildiren doğru kitâbları okumayıp, câhilliğe râzı olur ve ilmi, feryâdının duyulmadığı ölüm saçan çölleri, tehlikeli dağ ve dereleri aşacak ve kurtuluş ve sonsuz se’âdet menzîline kavuşduracak bir vâsıta bilmez ve ona yapışmaz da, insanların âdet ve alışkanlıklarını, hakîkî din ve farz olan emrler kabûl eder. Şerîat ve millete [yanî yapılacak ve inanılacaklara] uymayan yıldız falı ve kehânetleri ve Kitâb ve Sünnete ters düşen sözleri, dînin doğru ahkâmından önde tutar da, Allahü teâlânın kesin emirlerle yasak ettiklerine aldırmaz. Ammâ Allahü teâlânın mubâh kıldığına falcının izni olmadan, el uzatmaz.
Kıyâmette uzun zamân bekletilmekten, hasret ve pişmânlıkla durulacak yerden, şaşkınlığın had safhaya ulaştığı hâlden, herşeyden hesâba çekileceğinden, her sözünden ve amelinden suâl olunacağından bahsetsen, bunları önemli saymaz da, falcı ona, tâli’in kötü görünüyor, dese, dünyâ başına yıkılır, gözleri kararır.
Eğer dîninin esâsını bilseydi, îmân ve islâmla alâkalı ilim ve ma’rifetleri okur da, ne o korkudan emîn olur, ne de bu kuruntulardan korkardı. Hâlbuki, kalbdeki ve rûhdaki sıkıntı ve elemlerin hepsini Allahü teâlâ bilir. Yûsüf sûresi 86. âyetinde meâlen, “Ben sâdece gam ve kederimi Allaha arz ediyorum” buyuruldu. Ey kolaylık kapısını açan, ey hakîkat yolunu gösteren, ey akllar seni bildiği kadar değerli, ey rûhlar senin sırrınla nûrlu, ey kalbler senin zikrinle ma’mûr, ey tenhâ yerler sana hizmetle güzel, ey gözler senin sun’undaki eserleri görmekle açılan, ey kulaklar Senin açık âyetlerindeki tedbîrlerle duyan Rabbim! Akıllarımızı nefsin hevâ ve hevesi kirlerinden temiz et, rûhlarımızı bu dünyâ bağlarından sıyır, kalblerimizi âdetlerin boyunduruğuna girmekten kurtar, yalnız olduğumuz evimizi, odamızı, nefsin arzû ve şehvetlerinden uzak eyle! Gözlerimizi kendini görüp beğenmek perdesinden kurtar. Kulaklarımızı gaflet kavgasından uzak tut! Yâ Rab, âhir zamânda felâketli günlere düşecek olanlara rahmet nazarın ile nazar eyle! Ezelî [sonsuz] inâyetin ile onlara kolaylıklar ver. Gizli düşmanların hîleleri sebebiyle âhıret işlerini onlara zor eyleme! Dünyâ hayâtlarını da din düşmanlarının oyunlarına âlet etme!
[1] Tasavvuf büyükleri bu meselede susup, ne insanı melekten, ne de meleği insandan üstün dediler. Onlar, Allahü teâlâ kime fazîlet [üstünlük] ihsân ederse, o fazîletlidir, üstünlük cevher [öz yapı] ve amelle değildir dediler. Eğer cevherle fazîlet olsaydı, iblîs Âdem aleyhisselâmdan üstün olurdu. Çünki iblîs ateş cevherinden, Âdem aleyhisselâm toprak cevherinden [unsûrundan] olup, ateş cevheri, toprak cevherinden elbette üstündür. Zîrâ ateş nûrânî, toprak zulmânîdir. Bununla birlikte Âdem aleyhisselâm iblîsten üstün kılındı. Amelle üstünlük olaydı, eski ümmetlerin, milletlerin, islâm milletinden üstün olmaları gerekirdi. Çünki 1.000 veyâ 900 sene yaşayanları çok idi ve onların hayâtları boyunca, nasıl ibâdet ve tâ’at ettikleri ma’lûmdur. Bununla berâber, ömründe 20-30 sene içinde az bir ibâdet eden bu ümmet onlardan üstün kılındı. O hâlde buradan, bir kimsenin diğerine üstünlüğünün cevher veyâ amele bağlı olmadığı anlaşılmış oldu. (Nûr-ül ebsâr)
Bir başka delîl dahâ söylüyorlar ve diyorlar ki, Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmı yaratıp, bütün meleklere Âdeme secde etmelerini emretti. Bütün melekler secde etdi. Yalnız iblîs etmedi ve bu devletden mahrûm oldu. Buradan anlaşılıyor ki, secde edilen, secde edenden fazîletlidir. Burada biri diyebilir ki, bundan bütün insanların üstün olduğu manâsı nasıl çıkarılabilir?
Cevâbında deriz ki, evlâdının zerreleri Âdem aleyhisselâmın belinde hâzır idi. Bunun için şöyle anlatırlar: Büyüklerden biri vefât edince, Münker ve Nekir [süâl melekleri] süâl sormak için yanına geldiklerinde, onlara, “Siz benim babama secde etmemiş idiniz. Ben o zamân babamın belinde iken sizi görmüştüm. Şimdi ne süâli soruyorsunuz” dedi. Sünnet ve cemâ’at ehli sözbirliği ile buyuruyorlar ki, seçkin insanlar, yanî Enbiyâ ve Resûller [peygamberler], meleklerin seçilmişlerinden, yanî Cebrâîl, Mikâîl, İsrâfil ve Azrâîl aleyhimüsselâm gibilerden efdâldir. Bu melekler insanların a’vâmından, insanların a’vâmı, yanî sâlihler ve müttekîler, meleklerin a’vâmından efdaldir.
(Ma’din-ül meânî) kitâbında yazıyor: Bir mü’min ölünce, berâberinde bulunan melekler, “Yâ Rabbî, hayâtı boyunca hep onunla kaldık, ondan ayrılmadık. Şimdi onun ömrü sona erdi. Emir buyur da göğe çıkalım ve oradaki meleklerle tesbîh ve tehlîl söyliyelim” diye arz ederler. Allahü teâlâdan bir nidâ gelir ve “Bizim gökde tesbîh ve tehlîl okuyan çok meleklerimiz vardır” buyurulur. “Yâ Rabbî, hakkımızdaki emrin nedir?” derler. “Siz o kulumun kabrinin başında kalıp, kıyâmete kadar tesbîh ve tehlîl okuyun ve sevâbını o kulumun amel defterine yazın” buyurulur. İşte buradan giderek ba’zı âlimler, insan mutlak olarak bütün meleklerden üstündür dediler. Delîl olarak da, burada olduğu gibi, meleklerin dünyâ ve âhıretde insanın hizmetinde olduğunu, buradan da, hizmet edilenin hizmet edenden üstün olduğu ma’nâsına ve netîcesine varıyorlar. (Nûr-ül ebsâr)
Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Mü’min bir kul Allahü teâlâya, mukarreb meleklerden dahâ kıymetlidir” ve Ebû Hüreyre’nin “radıyallahü anh” bildirdiği, “Mü’min bir kul, Allahü teâlâya meleklerden kıymetlidir” hadîs-i şerîflerinden, mü’min bir kulun meleklerden fazîletli olduğu anlaşılıyor. İsrâ sûresi 70. âyetinde meâlen, “Biz insanı şân ve şeref sâhibi kıldık” buyuruldu. Bu âyet-i kerîme ve “Sen olmasaydın, ey Habîbim, kâinâtı yaratmazdım” ve “Sen olmasaydın benim Rab olduğum bilinmezdi” hadîs-i kudsîsi ve “Ben Hak teâlânın nûrundanım ve bütün insanlar da benim nûrumdandır” hadîs-i şerîfi ve bunun gibi, “İnsan benim sırrımdır, ben de onun sırrıyım. İnsan yeryüzünde Allahü teâlânın sırrıdır” hadîs-i şerîfi de, kâmil insanın –ki Peygamberler ve Evliyâdır– bütün mevcûdât ve mahlûkâtdan hattâ meleklerden ve Kâ’beden üstün olduğunu haber vermektedir. (Nûr-ül ebsâr)