Sual: Dinde Reformcu (Dinde reform yapmalıyız. Önce imandan başlamalıyız. İman, yalnız kalp ile inanıp, dil ile söylemek olmaz. Din, iyiyi, kötüyü, güzeli, çirkini ayırıyor. İyilik imanın şartı, fenalık imansızlığın sebebi olmalıdır. Farzların çeşitli şartları olduğu gibi, imanın da adalet, istikâmet, hubb-ı vatan, şeref, namus gibi şartları olmalıdır. Amentünün 6 şartı İslamiyet olamaz. Mükemmel bir sosyal din olan İslamiyet, bu yüzden sefalete sebep oluyor. İmanın, mümine bir kıymet verecek surette düzeltilmesi lazımdır) diyor. Ne cevap vermek lazım?
Cevap: İman yalnız inanmak mıdır? Yoksa, reformcunun yukarıda söylediği gibi, imanın güzel işlerle birlikte olması şart mıdır? İslam âlimleri, asırlarca önce bunu incelemişler, bu yüzden fırkalara ayrılmışlardır. Ehl-i sünnet âlimlerine göre iman, yalnız kalp ile inanmaktır. Dil ile söyleyemezse, affolur. Mutezile ve hele harici denilen fırkalar, amelsiz iman olmaz. Büyük günah işleyen imandan çıkar, dediler. Fakat, bu fırkaların ayrılması, hep Kur’ân-ı Kerîmden ve hadis-i şeriflerden anladıkları bilgilere dayanmaktadır. Dinde reformcular ise, din bilgilerinden hiç haberleri olmadan, kendi noksan akılları ve bozuk düşünceleri ile imanı değiştirmeye kalkışıyorlar. Çok haklı görünen ve pek gizli tehlike taşıyan bir fikri, gençlere aşılamaya çalışıyorlar. Allahü teâlânın dinine hem inanan, hem de uyan bir müslüman ile yalnız inanıp da, İslamiyete uymayan müslümanı karşılaştırıyor gibi görünerek, İslamiyete uymayı korumaktan ziyade, itikadı kıymetten düşürmeye, açıkçası, müslümanların imanlarını bozmaya çalışıyorlar. Nitekim Kazanlı Musa Bigiyef de, (Rahmet-i ilâhiye burhanları) adındaki kitabında, (Dünyada ilerlemiş olan kâfirlerin yanında geri kalan müslümanlara mümin denilmeyeceği ve her din, her itikat hak olduğu için, bir müşrikin, bir kâfirin kötü bilinemeyeceği) yazılıdır. Böyle yazıların, müslümanlara mahsus olan imanı kıymetten düşürmek için hazırlandığı meydandadır. Musa Bigiyef, dünyadaki müslümanlara, dinde reform fikrini aşılamaya çalışmaktadır.
İslam memleketlerindeki dinde reformcular kurnaz davranarak, müslüman görünüyorlar. Dini kuvvetlendirmek, yükseltmek istediklerini söylüyorlar. Sözlerine, yazılarına dikkat edilince, dinin insan tarafından yapıldığını, İslamiyeti Muhammed aleyhisselâmın ortaya çıkardığını, Allah tarafından gönderilmiş bir din olmadığını kabul ettikleri görülmektedir.
Dinde reformcuların yukarıdaki (iyi işleri imana katmalı) sözü, İslam âlimleri arasında eskiden beri tartışılan bir bilgiyi meydana çıkarmak olmayıp, iyi iş yapmayı imandan üstün tutmak, daha doğrusu dinin temeli olan imanı ve ibadetleri atarak, yalnız iyi işleri, güzel bildikleri ahlakı, son asrın terbiye metotları ile karıştırarak, buna İslamiyet ismini vermek demektir. Bu da, dine yalnız dünya için inanmaktır.
Dinde reformcular, yalnız ahlakı ve dünya düzenini düşünüyorlar. “Dinin aslı, esası yok ise de, ahlakı düzelten faydalı bir kuvvet olduğu için, yalancıktan inanmak ve milleti de, aslı varmış gibi inandırmak iyi olur” diyorlar. Amelin, imanın şartı olmasını istiyorlar. Fakat, bu arzularına akıl ile ve nakil ile hiçbir delil, hiçbir senet gösteremiyorlar. Yalnız, (amelsiz iman neye yarar? Kelam âlimleri, ameli imana katmamakla, mükemmel bir sosyal din olan İslamiyeti, nazarî, teorik bir din haline düşürmüşler) gibi ilim ile ve akıl ile ilgisi olmayan, yalnız hissi okşayan ve cahillerin anlamasına uygun olan şeyler söylüyorlar. İslam âlimlerine düşmanlıkları ateşinin, akıl gözleri üzerine yığdığı dumanlar arasında, bu sözleri sayıklıyorlar. Kelam âlimlerinin kitaplarından haberleri olmadığı için, müslüman adını taşıyanlarda gördükleri ahlak bozukluğuna çare olarak İslamiyete saldırıyorlar. Bunların ne kadar haksız ve ne derece ahlaksız olduklarını gün ışığına çıkarmak için, İslam âlimlerinin ve tercihan Ehl-i sünnet (kelam ilmi) mütehassıslarının sözlerini kısaca bildirmeyi uygun görüyoruz:
Ehl-i sünnet mezhebine göre, büyük günah işleyenin imanı gitmez. Yani kâfir olmaz. Günah işleyen müslümana (fasık) denir. İtikadı, yani imanı sağlam olan fasıklar, ahirette Cehennem azabını ya görür veya görmez. Görür ise, sonra mağfirete kavuşarak, Cehennemden çıkar. Müslümanlığın temeli, Allahü teâlânın birliğine ve Allahın peygamberi olan Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği belli olan ahkamın, yani emirlerin ve yasakların hepsini Allah tarafından getirmiş olduğuna inanmaktır. Yani emirleri yapmak ve yasak edilenleri yapmamak imanın şartı değil ise de, yapmak ve yapmamak lazım olduğuna inanmak imanın şartıdır. Böyle imanı olmayan, yani müslüman olmayan kimseye (kâfir) denir. Kâfirler, ne kadar iyi iş ve insanlara faydalı buluşlar yapsa da, ahirette azaptan kurtulamaz. İbadetler ve bütün iyi işler kıymetli ise de, bunları yapmak, imanın yanında 2. derecede kalır. İman temeldir. İyi işleri yapmak, füruattır, yani 2. derecededir. İmanın ve iman ile birlikte olan işlerin dünyada da, ahirette de, faydaları vardır. İnsanı saadete ulaştırırlar. İmansız olan iyi işler insanı dünyada saadete kavuşturabilir. Ahirette faydası olamaz. Dinde reformcular, ahirete inanmadıkları için olacak ki yalnız iyi işleri yapmayı düşünüyorlar. Yalnız dünya huzurunu, saadetini düşündükleri için, ameli, yani iyi işleri yapmayı itikadın üstünde görüyorlar.
İttihatçılar zamanında çıkarılan (Kavm-ı Cedid) adındaki kitapta, imanı ve ameli olan hakiki müslümanlara (Kavm-ı Atik) yani eski kafalılar, gericiler diyor. Bunlarla alay ederek, imanı olan bir adam, ne kadar fenalık yapsa, kıyamette kurtulur. İmanı olmayan kimse, dünyanın her iyiliğini yapsa, faydasını görmez derler diyor. Nur sûresi 39. âyetinde meâlen, “Kâfirlerin dünyada yaptıkları iyi işleri, [insanlara faydalı keşfleri], çölün ilerisinde görünen seraba benzer. Susuz kalan adam onu uzaktan su sanır. Fakat, yanına varınca, umduğunu bulamaz. Kâfirler de, kıyamet günü, dünyada yaptıkları iyilikleri serab gibi yapan, yani yok eden Allahı bulur ve hesabını Ona verir” ve İbrahim sûresi 18. âyetinde meâlen, “Allaha iman etmeyenlerin yaptıkları faydalı işler, fırtınalı bir günde rüzgarın savurduğu küller gibidir. Ahirette o işlerin hiçbir faydasını bulamazlar” ve Furkan sûresi 23. âyetinde meâlen, “Kıyamet günü onların iyi işlerini, bizim için yapmadıklarından kimler için yaptılar ise, onlara doğru saçılan ince toz haline getiririz” ve Kehf sûresi 103. ve sonraki âyet-i kerimelerinde meâlen, “Emekleri en ziyade boşa gidenleri haber verelim mi? Onlar dünyada güzel iş yaptıklarını sanır. Halbuki boşuna uğraşan kimselerdir. Onlar, Rablerinin ayetlerine ve kıyamette Onun huzuruna çıkacaklarına inanmadılar. Biz de onların iyiliklerini yok ederiz. İyilikleri ile kötülüklerini ölçmeyiz” buyurulmaktadır. Bu âyet-i kerimeler, Ehl-i sünnet itikadının doğru olduğunu göstermektedir.
Kâfirlerin dünyada yaptıkları iyiliklerin yok olacağını bildiren âyet-i kerimeler, bu iyiliklerin onlara sevap ve fayda vermeyeceğini gösteriyor ise de, bazı alimlerimize göre, Bakara sûresindeki 86. ve Âli-i İmrân sûresindeki “Onların azâbı hafifletilmeyecektir” mealinde olan 88. âyet-i kerime gösterilince, zaman bakımından hafifletilmeyecek, sonsuz azap göreceklerdir demişlerdir. Bu âlimler, Enbiya sûresinde, 47. âyet-i kerime olan, “Kıyamet günü adalet ölçüsünü ortaya koyarız. Kimseye bir zulüm yapılmaz. Hardal tanesi kadar iyilik eden karşılığına kavuşur” mealindeki ve “Zerre miktarı iyilik yapan onun karşılığını bulur” mealindeki âyet-i kerimelere dayanmaktadırlar. Bundan başka, çok cömert olan Hatem-i Tai’nin ve Peygamberimizin dünyaya geldiğini müjdeleyen cariyesi Süveybe’yi sevincinden azad eden Ebû Leheb’in azaplarının hafifleyeceğini bildiren hadis-i şerifler vardır. Fahr-i âlemi çok seven Ebû Talibin azabının hafifleyeceğini bildiren hadis-i şerif ise, pek meşhurdur. Dar-ül-İslamda bulunan kâfirlerin, İslamiyetin muamelat kısmına uymaları lazımdır. İslamiyete uymak da, sevap kazandırır ve azâbı azaltır. Kâfirlere ahirette sevap ve mükafat olmayacağı için, azaplarının azalacağı düşünülür. Bundan başka imana gelen bir kimse, imana gelmeden önce yaptığı iyiliklerin karşılığına kavuşur. Buhari’de ve Müslim-i şerif’te bildirildiğine göre, Hakim bin Hazam, imana gelince, evvelce yapmış olduğu iyilikleri sormuştu. Buna karşılık olan hadis-i şerifte, “Evvelce yapmış olduğun hayırlı ve faydalı işlerin makbul olmak üzere müslüman oldun” buyurulmuştur. İmana gelen kimsenin evvelce yaptığı bütün günahları affolur. Çünkü, bir müslüman, Allah korusun, imandan çıkar, mürted olursa, yapmış olduğu bütün iyilikleri yok olacağı gibi, yeni imana gelen bir kimsenin evvelki günahları affolur.
[Bir kâfir imana gelince, bütün günahları affolup tertemiz olacağı için, ona saygı ve sevgi göstererek, gönlünü kazanarak duâsını almaya çalışmalıdır.]
Âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler imanın kalpte olduğunu, yani imanın kalp ile tasdik demek olduğunu göstermektedir.
“İman edenler ve salih, iyi amel işleyenler” mealindeki âyet-i kerime ve “Mümin olarak salih amel işleyenler” mealindeki âyet-i kerime, iman ile amelin başka başka olduklarını göstermektedir. Eğer amel, imanın parçası olsa idi, âyet-i kerimede ayrıca bildirilmezdi. Bir şey başka şeye atfedilince, ikisinin başka başka oldukları anlaşılır. Hucurat sûresi 9. âyetinde meâlen, “Müminlerden 2 fırka birbiri ile dövüşürlerse, aralarını bulunuz!” buyuruldu. Allahü teâlâ, bu âyet-i kerimede, birbiri ile harp etmek gibi, günah işliyenlere mümin demektedir. Bundan sonraki “Müminler, elbette kardeştir. Kardeşlerinizin arasını bulunuz” mealindeki âyet-i kerime, bunların mümin olduklarını bildirmektedir. Nisa sûresi 47. ve 115. âyet-i kerimelerinde meâlen, “Allahü teâlâ, şirki elbette affetmez. Dilediği kimselerin, şirkten yani imansızlıktan başka günahlarını affeder” buyuruluyor. Bir hadis-i şerifte, “Cebrâil aleyhisselâm bana geldi. Şöyle müjdeledi ki Allahü teâlâya hiçbir şeyi şirk etmeden, yani kâfir olmadan ölen bir kimse, zina etmiş ise de, hırsızlık etmiş ise de, sonunda gideceği yer Cennettir” buyuruldu.
Yukarıdaki âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler, iman ile amelin başka başka olduklarını göstermektedir. Amelin imanın parçası olduğunu söyleyen mutezile fırkası ile hariciler vesika olarak meal-i şerifi, “Bir kimse kâfir olursa, Allahü teâlâya bir zararı olmaz. Çünkü, Allahü teâlâ hiçbir şeye muhtaç değildir” olan Âli-i İmrân sûresi 97. ayetini ve meal-i şerifi, “Allahü teâlâ size imanı sevdirdi, onu kalbinize yerleştirdi ve size küfrü, füsuku ve isyanı çirkin gösterdi” olan Hucurat sûresi 7. ayetini senet gösteriyorlar. Âli-i İmrân sûresindeki 97. ayetten anlaşılan manayı, hazret-i Ömer’in şu sözü de kuvvetlendirmektedir: (İsterim ki dışarıya memurlar, müfettişler göndereyim. Malı olup da, hac etmeyenleri bulup, cizye verdireyim. Çünkü onlar, müslüman değildirler) diyorlar. Halbuki âyet-i kerimedeki ve hazret-i Ömer’in sözündeki küfür kelimesi, haccı inkar etmek demektir. Son ayette, iman ile fısk birbirine karşı tutulmuş ise de, imanın fısk ile zıt olduğu anlaşılmaz. Çünkü, güzellik ve çirkinlik bakımından birbirinden ayrılan nice şeyler vardır ki bir yerde toplanabilirler. Yine bu surede, “İman ettikten sonra, fısk, ne fenâ isimdir” mealindeki âyet-i kerime, iman ile fıskın yerlerini çok açık bildirmiştir. Fıskın müminlere yakışmaz bir sıfat olduğunu anlatmıştır. Fasıkın imanlı olduğunu anlatmiştir. Fasıkın imanı olduğu buradan da anlaşılmaktadır. Çünkü, asıl fenalık ve yolsuzluk, iman ile fıskın biraraya gelmesindedir. Kâfirdeki fısk, o kadar fenâ olmaz.
Allahü teâlânın var olduğunu ve bir olduğunu ve Peygamberi ile bildirdiği ahkamı tasdik eden bir mümin, bu ahkama uymakta kusur ederse, elbette üzülür. Allahı ve Peygamberi tanımayan ve yaptığı iyilikleri, Allahın emri olduğu için değil de, başka sebeple yapan bir kimse, Allaha kul olmayı bile kabul etmiyor. Bu ikisine karşı Allahü teâlânın muamelesi, elbette bir olmaz. Bir adamın 2 evladı olsa, birisi okumaz, yazmaz, çalışmaz, kimseye faydası olmaz. Fakat, babasının yanında edebli durur. Kabahatlerini düşünerek mahçup olur. Babası, bu çocuğun kahrını çeker. 2. çocuğu çalışkan, gözü açık, herkesin işine yarar. Fakat, bir gün babasına karşı gelerek: Sen kim oluyorsun? Seni tanımıyorum, gibi ağır şeyler söyler. O anda her iyiliği yok olur. Bunu kovar, sonra yalvarıp af dilemekten başka çaresi olmaz. İşte, fasık olan mümin ile kâfir, bu çocuklara benzer.
Müslümanlığa inanan ve seven bir adamı, kusurlarından dolayı müslümanlıktan çıkarmak doğru değildir. İman, müslümanlık esaslarını kabul etmek ve bütün ahkamına uymakta kusur etse bile saygı göstermek olduğundan, müslümanlığın temelidir. Amel imandan bir parça olsaydı, her günah işleyen, kâfir olurdu. Dünyada müslüman kalmazdı. Hadis-i şeriflerde bazı iyilikler imana, bazı kötülükler küfre bağlı olarak bildirilmiş ise de, böyle buyurulması, bu iyilik ve kötülüklerin şiddetini, derecesinin çokluğunu bildirmek içindir. Başka âyet-i kerimelerin ve hadis-i şeriflerin yardımı ile bunların, imandan veya küfürden parça olmadıkları anlaşılmaktadır. “Haya imandan bir şubedir”, “Temizlik imanın yarısıdır”, “İman namazdır”, “Mümin, insanların emin olduğu kimsedir”, “Mümin, mümin iken zina etmez”, “Müminde her huy, her tabiat bulunabilir. Yalnız hainlik ve yalancılık bulunmaz” hadis-i şerifleri böyledir. Bu hadis-i şerifler, haya, taharet, namaz, emanet, iffet, doğruluk gibi iyiliklerin olmaması ve yalan, hainlik ve zina gibi kötülüklerin bulunması imanın olmaması gibidir diyerek, bunların ehemmiyetlerini bildirmektedir. Bazı amellere iman kadar kıymet verilmekle, bunların ehemmiyetleri bildirilmiştir. Dinde reformcular, buna karşılık olarak, Peygamberlerin imana dâhil ettiği şeyleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin imandan ayırmaya ne hakları olabilir derlerse, “Mümin olarak ölen kimse, zina etmiş ve hırsızlık etmiş ise de, sonunda Cennete girer” hadis-i şerifi, bunlara cevap vermektedir. Ankebût sûresi 2. âyet-i kerimesinde, “İnsanların, iman ettik demekle bırakılmayarak, din yolunda karşılaşacakları sıkıntılara katlanmalarına göre, iman ettik sözlerinin doğru veya yalan olduğu anlaşılacağı” meal-i şerifi ile bildirilmektedir. Bu âyet-i kerimede, sıkıntılara dayanmanın çok mühim olduğu anlatılmaktadır.
Ahzab sûresi 18. âyet-i kerimesi, Resûlullah ile birlikte cihata gidenlere mâni olan ve gösteriş olmak için, arasıra katıldıkları muharebelerde, Resûlullaha ve Ashâb-ı kirama yardım etmeyen, harbin tehlikeli anlarında ölü gibi hareketsiz durup, ganimet paylaşılırken dilleri kılıçlarından keskin ve süngülerinden uzun olan ve hayırlı işlerden kaçınan kimselerin mümin olmadıklarını bildiriyor. Hakiki ve sağlam iman sahiplerinin böyle olmayacakları, böyle yapanların hiçbir ibadetinin ve faydalı işlerinin kabul olmayacağı açıklanıyor. Tabiinin büyüklerinden olan Hasan-ı Basri hazretlerinin meşhur bir sözü vardır: İçinde yılan bulunduğu bilinen bir deliğe insan elini sokmaz. Eğer sokarsa, içinde yılan bulunduğuna inanmamış demektir. Bunun gibi, Allahü teâlâya ve Cehenneme inanan bir kimsenin, İslamiyetin yasak ettiği şeyleri yapmaması lazımdır. Günah işliyenler, Allah kerimdir, affetmesini sever. Ona güveniyoruz da yapıyoruz derlerse, bu söz, delikteki yılanın sokmamasını düşünerek elini koymaya benzer.
Günahlar nefse tatlı gelmektedir. Mümin, nefsine aldanarak günah işleyebilir. Fakat, günah işlerken, aklı ve imanı onu üzmektedir. İnsan, aklı ile iman eder. Nefse tatlı geldiği için de, günaha sürüklenir. Bundan dolayı, iman ile isyanın başka başka olduğu anlaşılır. Yılanın deliğine el uzatmak, nefse tatlı gelseydi veya bu iş nefse tatlı gelen bir şeye sebep olsaydı, mesela, elini uzatırsan, sana şu kadar para var denilse idi, o zaman nefse uyar, elini belki uzatırdı.
İşteki ameldeki bozukluk, insanı dinden çıkarmaz. Günah işlemek, kalpteki imanı bozarsa, mesela günah olduğuna inanmıyarak yaparsa, o zaman küfür olur. Zünnar denilen papaz kuşağını bağlamak ve puta tapınmak gibi kâfirlere mahsus olan ve küfür alâmeti sayılan iş, kalpteki imanı gideren ve inkarı gösteren alâmet kabul edilmiştir. Reformcular, bir müslüman, bir şeyi kullanmakla neden kâfir olsun diyor. El, ayak, baş ile yapılan bir iş, kalpteki imanı nasıl götürür diyorlar. Evet, bu işlerin kendileri küfür değildir. Fakat, kalpteki imanın bozuk olduğunu haber veren birer alâmettirler. Kur’ân-ı Kerîmi pis yerlere atmak ve İslamiyetin emir ve yasaklarından biri ile alay eden söz, yazı, karikatür, temsil ve filimler yapmak ise, kendileri küfür olan işlerdir.
Amelin yani işlerin imana şart olmasını isteyen dinde reformculara dikkat edilirse, aralarında namaz kılanı, oruç tutanı, içki içmeyeni, domuz eti yemeyeni yok gibidir. Kendi düşüncelerine göre, kendilerine müslüman denilebilmesi için, bu kötülükleri yapmamaları lazımdır. Bu halleri, tekliflerinin samimi olmadığını ve iyi işler yapmak değil, imanı yıkmak istediklerini göstermektedir. İyi işleri imana şart koşarsak, Peygamberlerden başka, bütün kötülük yapanların müslüman olmamaları lazım gelir. Yer yüzünde kimseye müslüman denemez olur. Bu reformcular seçtikleri birkaç güzel huyun imana şart olmasını istiyorlar. Çünkü, bunlara göre, dini insanlar yapmaktadır. Onun içindir ki istedikleri işleri, iyi olarak seçmektedirler. Dikkat edilirse, bunlar zina etmek, içki içmek, zekat vermemek, namaz kılmamak gibi kötülükleri kötülük kabul etmiyorlar ki bunları yapmamayı, imanın şartı bilsinler. İslamiyet, birçok kötülüklere dünyada da ceza vermekte ve iyiliklere teşvik etmektedir. Zaten, âlimlerin zalimlere ve her müslümanın birbirine, mümkün olduğu kadar, emr-i maruf ve nehy-i münker yapması yani nasihat etmesi farzdır. İslamiyet iyi işlerin yapılmasını ve kötü şeylerden sakınılmasını böyle sağlamış iken bunu kâfi görmeyerek, daha doğrusu, bunların hiçbirini yapmıyarak, diledikleri bazı işleri imanın şartı saymaktan ve böylelikle birçok müslümana kâfir demeye kalkışmaktan gaye ne olabilir?
Zünnar bağlamak ve puta tapınmak gibi işleri İslamiyet küfür alâmeti saymıştır. Bir insan, başka bir dine mahsus olan bir işi yapmakla, o dine girmiş olması lazım gelmezse bile o dine mahsus şeyin kendinde görünmesini kabul etmiş olur. Böylece, kalbindeki imanın sarsılmış olduğu düşünülebilir. İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe, (İslamiyete hangi yol ile girilirse yine o yol ile çıkılabilir) buyurmuştur. Buradaki yol, kalbin inanması demektir. Yani, kalbe iman girince, müslüman olur. Kalpten iman gidince, müslümanlıktan çıkar buyurmaktadır.
Müslümanım diyen kimsenin, kâfirlere mahsus şeyleri zaruret olmadan yapmaması ve kullanmaması, kâfir zan olunmaktan çekinmesi lazımdır. Müslümanlar, müslümanlığa mahsus şeyleri yapmakla, alay olunmasını düşünmemeli. Hürmet duyulacağını düşünmeli ve bu hareketinden şeref duymalıdır. İslam âlimlerinin bildirdiği şeyleri kalpteki imanla bunun ne alakası var diyerek hafif görmek caiz değildir. Çünkü, kalpten bütün azaya yol vardır. İslamiyetin emrettiği işler, iyidir. Yasak ettiği işler, kötüdür. İnsanlar, bugün bunu anlamasalar da, doğrusu budur. İslamiyetin yasak ettiği şeyler yapılınca, kalp kararır, katılaşır. Büyük günahlar çok yapılırsa, iman gidebilir.
İslamiyetin emrettiği vazifeleri yerine getirmek lazım olduğu gibi, her birinin vazife olduğuna inanmak da ayrıca lazımdır. Böyle inanan bir müslüman, bu vazifeleri elbette seve seve yapacaktır.
Kalp ile inanmak, müslümanlığın temeli olduğu gibi, amellerin de en üstünü budur. Resûlullah hazretlerine işlerin en üstünü hangisidir diye soruldukta, “Allaha ve Resûlüne inanmaktır” buyurduktan sonra, amentüyü okumuştur. Bu hadis-i şerif Buhari’de yazılıdır.
İslamiyette imanın esas olması, amellerin, ibadetlerin ehemmiyetini azaltmaz. Çünkü, amellerin yapılmasına sebep, imandır. Sebebin kuvvetli olması, neticeyi emniyet altına alır. İmanı kuvvetli olan bir müslüman, amellere daha çok ehemmiyet verir. Müslümanların her amele, her vazifeye de ayrı ayrı iman etmesi lazım olduğu için, günah işleyenler, imanlarının sarsılacağını, hatta gideceğini düşünerek titrerler. Hatta bir günahı işlemeyen kimse bile o günaha ehemmiyet vermese, ne olurmuş derse, kâfir olur. Bazı işleri imana katmak isteyen dinde reformcular, amellerin ehemmiyetini acaba bu kadar anlayabilmişler midir? Yalnız kalp ile inanmakla müslümanlık olmayacağını, amellere, işlere bakmak lazım olduğunu söyleyenler, bu amellerin Allah için ve ahireti kazanmak için değil de, dünya için ve dünya saadeti için olmasını düşünüyorlar.
Dinin emirlerini, yasaklarını kabul et, iman eyle de, bunları ister yap, ister yapma, artık bundan rahat bir şey olamaz demeleri de yanlıştır. Çünkü, bu emir ve yasaklara ehemmiyet vermeyen kâfir olur.
İman, kalbin inanması demektir. Bunun hâsıl olması için, önce ilim lazımdır. İlm ile amel başka başka şeydir. Amel, ilme pek lazım ise de, ikisi aynı şey olamaz. Fransızların (Bon penser et bien dire ne sert rien sans bien faire) atasözleri de, ilim ile ameli birbirinden ayırmaktadır. Yani, iyi düşünmek, iyi söylemek, iyi iş yapmadıkça, bir şeye yaramaz demişlerdir. Fakat, dinimiz, bu atasözüne karşı olarak iyilik yapmaksızın iyi düşünmek, yani, yalnız iman fayda verir demektedir.
Buraya kadar yazılanlardan anlaşılıyor ki Allahü teâlâya inanarak değil ve Onun emri olduğu için değil de, başka sebeple yapılan iyi işler, yani imansız olan ameller, kıymetsizdir. Amelsiz olan iman ise, kıymetli ve faydalıdır. Müslümanlar, ahirette azap çekmek ihtimalinden kurtulmak için, İslamiyetin ahkamını yerine getirirler. Hele, dünyada saadete kavuşmaları, bu ahkamı yapmakla olur. Amel, imanın şartı değilse de, imanın kemalinin şartıdır. İman bir bakımdan, ilmdir. Dünyada her terakki ve saadet, ilmden bekleniyor da, ahirette kuvvetli ilme dayanan iman sebebi ile insanın saadete kavuşmasına niçin şaşılıyor? Bu kadar kıymetli olan imanı ehemmiyetsiz zannetmemelidir. Bunu, kazandıracağı ebedî mükafatın büyüklüğüne karşı küçümseyenler, ele geçirmekle şereflenmemiş olan zavallılardır.
Zamanımız insanları, dünya menfaatlerini ele geçirmek için, çok ince düşünüyor ve çalışıyor, didiniyorlar da, sonsuz bir saadet ve felaket karşısında bulunduklarına inanmaya ehemmiyet vermiyorlar. Bunu hiç düşünmüyorlar. Allahü teâlâ insanlara akıl verdi. Buna karşılık, onlara faydalı vazifeler yükletti. Bunları bildirmek için, Peygamberler gönderdi. İnsan dünyadaki hayat mücadelesini ve yaşama kanunlarını bilmezse, yahut bilip de onlara göre çalışmaz ise, zararını gördüğü gibi, bu kanunları koyan Allahın daha çok bir ehemmiyetle emrettiği din ve ahiret kanunlarını bilmemek, bilse de, bunlara uymamak da, elbette zararlı olur. Sefil ve sıkıntıda yaşayanları niçin yarattı. Onların ne kabahati vardır demek yersiz olduğu ve onlara bir fayda vermediği gibi, (Ahirette azap çektireceği insanları neye yarattı?) demenin de, faydası yoktur. Dünyaya gelmesi ve ölmesi kendi elinde olmayan insanın, Allahın dünya ve ahiretteki kanunlarına dil uzatmaya ne hakkı vardır? Ancak, bu kanunlara uymakla saadete kavuşabilir.
Komünistlerin, masonların yalanlarına, iftiralarına aldanmış olan birkaç cahil, (Din ne imiş? Cenneti, Cehennemi kim görmüş, böyle laflar, ilk insanların, yobazların masallarıdır, uydurma şeylerdir) diyorlar. Bunlar, fen bilgilerini ve İslam tarihini, vicdanlı öğretmenlerden okuyup anlasalardı ve fendeki ilerlemelerin, yeni buluşların, İslam inanışlarını kuvvetlendirdiğini, ispat ettiğini görselerdi İslamiyete sımsıkı sarılırlardı. Yahut, hiç olmazsa, ona karşı saygılı, edebli olurlardı. Muhammed aleyhisselâmın hayatını, doğru yazılmış kitaplardan öğrenselerdi, Onun aklına, güzel huylarına, başarılarına aşık olurlardı. Yüzbinlerle insanın, Ona candan bağlandıklarını, Ona karşı edeblerini, itaatlarını, aşırı sevgilerini ve mallarını, canlarını Onun için feda ettiklerini gösteren vaka ve olaylar, dünya tarihlerinin binlerce sayfalarını doldurmaktadır. Bütün iyiliklerin kaynağı, bütün güzel huyların üstadı olan böyle bir Zâtın, Allahın Peygamberi olduğu, güneş gibi meydandadır. Tek başına işe başlayıp, aklı ile sabrı ile ve keskin görüşü ve cesareti ile yer yüzünün 2 büyük devletini yere serecek kahraman, fedakar bir milleti, 23 sene içinde meydana getirmesi ve öldükten sonra da, kıyamete kadar bütün insanları huzura, saadete, medeniyete kavuşturacak değişmez bir kitap bırakması, akıl ve insaf sahiplerinin iman etmesi için yetişir. Başka bir mucize ve şahit aramaya lüzum yoktur. Bu yüce Peygamberin sözlerine inanmamak tarihi ve olayları inkar etmek olur. Böyle bir Zâtı bilip de inanmayan, nefsinin, şehvetinin esiridir. Yahut iyilikleri, çalışmayı, yükselmeyi, sevişmeyi, sosyal adaleti istemeyen ve kendinin ve bütün insanların saadetini düşünmeyen sapık bir kimsedir. Yahut da, fenden, tarihten haberi olmayan bir kara cahildir. Resûlullahın güzel hayatını ve İslam dininin emirlerindeki ve yasaklarındaki incelikleri ve faydaları öğrenen her akıl ve insaf sahibinin, her düşünebilen insanın Ona hemen inanması, Ona aşık olması, seve seve müslüman olması, insanlık icabıdır. Evet Ebû Leheb ile Ebû Cehil, Onu görüp de ve Bizans İmparatoru Heraklius ile İran şahı Perviz, mektubunu okuyup da inanmadılar. Ona inanmamaları, cahil veya ahmak veyâhut bozuk ruhlu, kötü kalpli ve inatcı olduklarının alâmetidir.
Tavsiye Yazı –> Bir Üniversiteliye Cevap