Sual: Ruh kadim midir? Ruh hakkında akidemiz nasıl olmalıdır?
Cevap: Türpüşti Risalesinde bu mevzu hakkında şöyle buyuruluyor;
Kendilerine müslümân diyen ve kıble ehli olan bir grup, ısrârla, rûh kadîmdir iddi’asında bulunuyor. Bunların bu husûsta edindikleri mezheb [tutdukları yol], hıristiyanların Nâsut ve Lâhut hakkındaki mezheblerinden [tutdukları yoldan] dahâ bozuktur. Çünki onlar, bunları Îsâ aleyhisselâma izâfet ettiler. Kendisinden, insanın gücünün yetmediği bir kaç şeyin meydâna geldiğini görünce böyle dediler. Bunlar ise, bütün insanlara izâfet ediyorlar. Rûha, nasıl kadîm [ezelî, sonradan yaratılmamış] diyorlar ki, sonradan meydâna geldiği, ya’nî mahlûk olduğunu gösteren bir çok alâmetler taşımaktadır. Bunlardan biri, rûhun cisimle birlikde olmasıdır ve rûhların sayısı cismlerin [bedenlerin] sayısıncadır. Bu ise, mahlûk, yanî sonradan var edilmiş olmanın alâmetidir.
Bu bozuk itikâda sâhib olanlar, kendilerine müslümân dedikleri için, bunlara Kitâb ve Sünnete uygun cevâb vermek dahâ uygun olur.
Onların şüphesi, İsrâ sûresi 85. âyetinde, “Sana rûhdan suâl ederler. Onlara de ki, Rûh, Rabbimin emrindendir. Size ilimden çok az şey verilmiştir” buyurulmasından olup, Hakkın emri kadîmdir diyorlar.
Cevâbında deriz ki, kadîm olan emir, Allahü teâlânın kavlidir [kelâmıdır]. Bütün akıllılar sözbirliği hâlindedirler ki, insanın rûhu, kelâm [Allahın kavli, sözü] değildir. Hâlbuki herkes bilir ki, bu âyetdeki rûhdan murâd, Kur’ân-ı kerîm ve Peygamberlere gelmiş olan vahiydir. Nitekim Şûrâ sûresi 52. âyetinde meâlen, “İşte böylece sana da emrimizle Kur’ânı vahyettik” ve Mü’min sûresi 15. âyetinde meâlen, “Allah kullarından dilediğine irâdesiyle ilgili vahyi indirir” buyurulmakdadır. Böyle manâlandırmanın doğruluğuna delîl, bu âyetden hemen sonra Kur’ân-ı kerîmin zikredilmesi olup, “Gerçekden biz dilersek, sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız” [İsrâ sûresi, 86. âyeti] buyurulmasıdır.
Eğer bu âyet-i kerîmede bildirilmiş olan rûhtan maksad, üzerinde konuşulan insan rûhu ise, emir kelimesinden murâd, me’mûr [emredilmiş] olup, Allahü teâlânın emri ile meydâna gelmiştir. Nitekim yağmura, nusrat ve hezîmete emr-i ilâhî denir. Haberde geldi ki, Huneyn günü bir ara Sahâbe hezîmete uğrayınca, Ebû Katâde hazretleri, hazret-i Ömer’i gördü ve insanlar ne dediler, dedi. Hazret-i Ömer, Emr-i ilâhîdir dediler, buyurdu. Yanî Allahın işidir, kimse bir şey diyemez, diyorlar dedi. Herkes bilir, dünyânın neresinde olursa olsun, hayreti mucîb bir şeye şâhid olunca, (Allahın işi) derler. Bu âyetten maksad, rûhun sırrını örtmektir, gizli tutmakdır. Yanî rûh, Allahü teâlânın işidir ve Onun acîb, garîb bir mahlûkudur, sizin ilminiz onu anlıyamaz. Bunun için, “Size ilimden az şey verildi” buyuruldu.
Bu âyet-i kerîmede mutlak olarak, “de ki rûh, Rabbimin emrindendir” buyurdu da, nasıl ve ne olduğunu bildirmedi. Bu sapık câhillerin sözlerine göre, Cebrâîl aleyhisselâmın da kadîm olması lâzım gelir. Çünki Allahü teâlâ Cebrâîl aleyhisselâma rûh diye hitâb etmiş, Şu’ârâ sûresi 193. âyetinde meâlen, “Onu Rûh-ül emîn [Cebrâîl] indirdi” ve Meryem sûresi 17. âyetinde meâlen, “Biz ona rûhumuzu [Cebrâîl aleyhisselâmı] gönderdik” buyurulmaktadır. Bu mutlak isme bütün rûh sâhibleri girmektedir. Mü’minin rûhu ile kâfirin rûhu arasında fark yoktur. O zamân buradan kâfirin rûhunun azâb görmeyeceği ortaya çıkar ve hiç kimsenin, kâfirin rûhu için habîs [pis, aşağı, kötü] rûh demesi, ona la’net etmesi uygun olmadığı gibi, Melek-ül mevt [ölüm meleği, can alıcı melek, Azrâîl aleyhisselâm] filanın rûhunu kabz etdi [cânını aldı] demesi de câiz olmaz. Çünki kadîm olan kabz edilmez.
Rûhun sonradan yaratılmış olduğunun dînî delîllerinden biri, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Rûhlar tertîblenmiş ordulardır” hadîs-i şerîfidir. Tertîblenmiş, bir araya getirilmiş olan ise kadîm olamaz. Çünki başkasının kudreti [te’sîri, gücü] altında demekdir. Bunun gibi derlenmek, toparlanmak ve dağılmak mahlûkların sıfatlarıdır. Bu hadîs-i şerîf sahîhdir ve hadîs âlimleri sahîh olduğunda sözbirliği hâlindedirler. Yine bir hadîs-i şerîfde, “Allahü teâlâ rûhları cesetlerden bin sene önce yarattı” buyuruldu.
Bu sapıkların şüphelerinden biri şimdi bildirdiğimizdir. Diğer bir şüphelerine gelince, diyorlar ki, “Allahü teâlâ meleklerin Âdem aleyhisselâma secde etmelerini, rûhunu ona üfledikten sonra emretdi. Böylece secdeyi rûhun üflenmesine bağladı ve Hicr sûresi 29. âyetinde, (Ona şekil verdiğim ve ona rûhumdan üflediğim zamân…) kendine izâfet eyledi. Ayrıca mahlûk olan secdeye müstehak olmaz.”
Cevâb odur ki, secde Âdem aleyhisselâm için olmayıp, Allahü teâlâ için idi. Âdem aleyhisselâm meleklere, Kâ’be ve Kudüs’ün insanlara kıble olması gibi idi. Bazı âlimler de, o secde tekrîm [ta’zîm ve saygı] için olup, ibâdet için değildi dediler. Sebebini dahâ önce bildirmiştik. Şöyle ki, hadîs-i şerîfte geldi, “Âdem oğlu [insan] secde edince, şeytân bir kenâra çekilip, ağlar ve der ki, Âdem oğlu secde ile emrolundu ve secde etti. Onun için Cennet vardır. Ben de secde ile emrolundum, ama emri dinlemekten kaçındım. Benim için Cehennem vardır.”
Burada birisi çıkar ve, “Mâdem ki, Âdem aleyhisselâm meleklere kıble istikâmeti mesâbesinde idi, iblîsin [şeytânın] itirâzının sebebi ne idi?” derse, cevâb olarak deriz ki, iblîsin ona hasedi, bu kerâmet ve fazîlet Âdem aleyhisselâma verildiği için idi. Secde Âdem aleyhisselâmın kendisine olmasa da, ona doğru yapılan ve büyük fazîlet ve saygı ifâde eden bu hareketi kıskandı. Çünki bu büyük kerâmet ve fazîletle şereflenen kişinin, diğerlerinden üstün olduğu açıkca bellidir. Tıpkı kıble istikâmetinin diğer yönlere üstünlüğü gibidir.
Rûh konusunda birkaç fırka doğru yoldan çok ayrılmıştır. Bunlardan biri Hulûlîlerdir. Allahü teâlâ rûha hulûl etmiştir demek, küfür ve ilhaddir. Bu sözün asılsız ve bozuk olduğunu akıl sâhipleri çabucak anlar. Zîrâ bir şeye hulûl eden [işleyen], bir bakımdan onun şeklini alır. Hâlbuki kadîm olanın bir bakımdan da olsa mahlûka tâbi olması mümkün değildir. Bir cisme işleyen bir şey mahdûd, sınırlı ve sonlu olur. Bu sıfatlar kıdem sıfatına ters düşer. Bazı eski mutasavvuflar bu görüşte idiler demişlerdir. Allah korusun, böyle bir itikâd hiçbir müslümâna yakıştırılamaz. Nerede kaldı ki tasavvuf ehli için ağza alınsın! ki, onlar ma’rifetin madeni, hikmetin menba’ı, Kitâb ve Sünnetin sırlarının hazînesidirler. Onların tevhîd ilmindeki rusûh ve kuvvetleri, öyle hafîf şüphelerle sarsılacak ve zedelenecek hâlden çok yüksek ve mükemmeldir. Evet, her sınıftaki müslümânlardan birilerine bir âfet [doğru yoldan ayrılma] gelebilir. Tasavvuf ehlinden birinde de böyle bir hâl görülürse, bunu kişi olarak alıp, tasavvufu sebebiyle bu kötü akîdeye düştü dememelidir.
Hulûl [sirâyet ve içine işlemek, bir şeyle karışıp onunla birleşmek] ifâdesi kullanıp, bir başka manâya gelmeyecek, te’vîl edilemeyecek kadar açık ve seçik söyleyeni müslümânlıktan çıkmış bilmelidir. Nerede kaldı ki, tasavvuf ehlinden sayılsın! Evet, kelâmcılardan bazıları tasavvuf ilminde, hıristiyanların Nâsut ve Lâhut hakkında dediklerine benzer bir kaç laf etmişlerdir. Hılâf-ı hakîkat olduğunu zannederim. Yok, gerçekten söylemiş iseler, söyleyen hıristiyan olmuş sayılır ve Cehennemin dibini boylar.
Hadîs-i kudsîde, “Kulum bana, kendisine farz kıldığım şeyleri yapmakla yaklaşdığı gibi başka hiçbir şeyle yaklaşamaz. Kulum nâfilelere devâmla bana yaklaşmağa çalışır da ben onu severim. Onu sevince, işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı ben olurum” buyuruldu. Bundan hulûl manâsı çıkarmamalıdır. Bu hadîs-i kudsîdeki güzel sözlerin ma’nâsı, “Ben kulumu sevince, görmesinde, işitmesinde, almasında, vermesinde, gitmesinde, gelmesinde en iyi dostu ben olurum, tevfîkim ile, te’yîdim ile ona yardımcı olurum” demekdir. Bundan başka düşünmek doğru yoldan sapıtmak olur. Çünki kesin hüccet ve burhânlarla [senedlerle] sâbitdir ki, Allahü teâlâ hakkında hulûl ve ittihad [kaynaşmak ve birleşmek] söylenemez. Bu manâları hâvî [ihtivâ eden] diğer hadîs-i şerîfleri de hep böyle anlamalıdır.
Fitneye [ortalığı karıştırmağa] sebep olan sözlere temâsla, derler ki, Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri, “Cübbemde Allahdan gayrisi yoktur” dedi. İşin doğrusu bu onun sözü değildir. O büyük mürşidin hâllerindeki ve ilmindeki kemâlden [olgunluktan] bir parça idrâk ve edinmekle derim ki, o böyle bir şey diyemez. Buna rağmen gerçekten söylemiş ise, o zamân manâsı şöyle olur: Benim bütün varlığım Allah içindir. Bu cübbenin içinde bulunandan Allahü teâlâya muhâlif kıl ucu kadar bir şey yoktur.
Yine bir başkasından bildirilmiş olan, “Burada ne deri, ne et vardır. Burada hep O vardır” sözün manâsı da aynıdır. Yok, eğer bundan başkası düşünülür veyâ söylenirse, sapıklık olur.
Rûh, güneş ışıkları gibi, cisimlere yayılmış tek bir şeydir demek de hiç doğru değildir. Zîrâ bunda da tecezzi [ayrılma] ve teb’îd [bölünme] manâsı vardır. Çünki o cisimler ve şeyler, ayrı ayrı şeylerdir. Hâlbuki gerçek bir, sayı bakımından da bölünemez.
Müslümânlardan kimi de, rûh bölünmez ve bir şeye yerleşmez dediler. Bu söz de tam doğru değildir. Hattâ fitne manâsı taşır denebilir. Selef âlimleri böyle demediler ve dediler ki: Eğer rûhânî cevherler mütehayyiz [bir mekâna, bir yere nisbet] edilmez dersek, onu Allahü teâlâ ile bir tutmuş oluruz. Bu ise bâtıldır.
O hâlde şöyle inanmalıdır ki, rûh mahlûktur ve mahlûk olan bir mekâna, bir yere nisbet edilir.
Müslümânlardan bir kısmı da, rûh hakkında duraklayıp, kadîm veyâ hadîs demekten kaçınırlar. Bu da bozuk bir yoldur. Rûhtan konuşmaktan kaçınanların duraklamaları, rûhun mâhiyyeti [hakîkati, kimliği] hakkındadır. Yoksa Allahü teâlâ ve sıfatları dışında kalan her şeyin mahlûk olduğu itikâdını taşımamak hiç bir müslümâna câiz değildir. “Allah vardı ve Onunla hiç bir şey yoktu” hadîs-i şerîfi bunu göstermektedir. Bu sözün açıklanması geçmiş idi.
Rûhun mâhiyyeti hakkında duraklamak [susup, konuşmamak], beğenilen, iyi bir yoldur ve ihtiyâta çok yakındır. Çünki rûhun mâhiyyetinden konuşmak tekellüfdür, zorlamadır. Kullar bunu bilmekle mükellef değillerdir. Rûhun diğer mahlûklar gibi yaratılmışlardan biri olduğunu bilince, dahâ ötesine geçmeyip, susmak, elbette dahâ iyi olmaktadır. Zîrâ, şerî’atin sâhibinden “sallallahü aleyhi ve sellem” bu husûsta açık bir nass [haber, bilgi] yoktur. İstidlâl ve ictihâd ile derinlerine dalıp, manâlar çıkarmak zarûreti de yoktur.
Rûhun mâhiyyeti [hakîkati] hakkında konuşanların sözleri muhtelîftir. Hiçbirinde katiyyet yoktur; bazıları doğruya çok yakın olsa da!..
Rûhun mahlûk olduğuna inandıktan sonra, rûh hakkında kulun bilmesi vâcib olanlardan biri de, Rûh bedenden ayrıldıktan sonra, o âlemde idrâk sâhibidir. Hakkın kelâmını anlar, meleklere mahsûs hitâbları, sözleri duyar. Bu konuda nasslar vardır ve çoktur. Onlardan biri hazret-i Câbir’in “radıyallahü anh” bildirdiği şu hadîs-i şerîftir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bana buyurdu ki, “Şüphesiz Allahü teâlâ babanla açıkca konuştu” ve hazret-i Mu’âviye’nin Eshâbının haberinde, “Kavmimize deyin ki, biz elbette Rabbimizle görüştük, bizden râzı oldu ve bizi râzı eyledi” diye geldi. Buna benzer hadîsler ve haberler sayılamıyacak kadar çoktur.
İ’tikâdı vâcib olanlardan biri de, rûha fânîlik ve ölüm olabilir demektir.
Vâciblerden biri de, cesedlerin haşrinden sonra, her cesede dünyâdaki rûhunun iâde edilmesidir. Tenâsuha inananlar buna muhâlif olup, gerçekte, öldükten sonra dirilmeği inkâr ediyorlar. Onlara göre öldükten sonra dirilmek, mükellef olanların rûhlarının nakledilmesidir, ister yalnız başına ni’mette olsun, ister yalnız başına azâpta olsun. Onların itikâdına göre mu’azzab rûh [rûhun azâbı] sıkıntılı ve hasta bir bedene girmesidir. Yük vurulmuş merkeb veyâ çölleri aşan yük devesi gibidir derler. Tenâsuh vardır diyenlerin büyük bir kısmı, şerî’ati kabûl ve sevâbın olduğunu itirâf ediyorlar ve, “Biz tenâsuhu Kur’ânda buluyoruz” diyorlar ve meâl-i şerîfi, “Ey insan! Seni yaratıp, düzgün yapan, seni dilediği şekilde birleştiren” olan İnfitâr sûresi, 8. âyetini ve meâl-i şerîfi, “Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir âlemde tekrar var edelim diye [ölümü takdîr etdik]“ olan Vâkı’a sûresi, 61. âyetini ve meâl-i şerîfi, “Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve gökyüzünde iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa, hepsi ancak sizin gibi topluluklardır” olan En’âm sûresi, 38. âyetlerini ve “Şehîdlerin rûhları [Cennette] yeşil kuşların kursaklarındadır” hadîsini ileri sürüyorlar.
Bu ve benzeri şüphelerin bozuk, bâtıl ve doğrudan çok uzak olduğunu bir parça ilmi olanlar bilir. İnfitâr sûresi 8. âyetinin ma’nâsı: Seni dilediği sûrette terkîb etti, siyâh veyâ beyâz, uzun veyâ kısa, güzel veyâ çirkin, kâmil veyâ nâkıs, erkek veyâ dişi demektir. Onların dediği bu âyet-i kerîmeden murâd, köpek, eşek veyâ böcektir sözleri fâsiddir, dayanaksızdır. Çünki öldükten sonra dirilmeğe inananların hepsi, insanlar öldükleri hey’et ve şekilde dirileceklerdir diyorlar. Şunu da ilâve edelim ki, eğer öldükten sonraki dirilmekten murâd, tenâsuh olsa idi, kıyâmetin belli bir zamânı olmazdı ve bütün insanlar bir vakitte hesâba çekilmez, karşılıkları bir ânda verilmezdi. Hâlbuki Allahü teâlâ Âl-i İmrân sûresi 25. âyetinde meâlen, “Fakat, onları, gelmesinde şüphe bulunmayan bir gün için topladığımız ve hiçbir haksızlığa uğramaksızın herkese kazandığı şeyler temâmen ödendiği zamân, hâlleri nice olur?” buyurmuşdur.
Vâkı’a sûresi 61. âyetine gelince: Bu âyet-i kerîmeden maksad, Allahü teâlânın nesh etmeğe [sıfat ve hükmü değiştirmeğe] kâdir olduğunu haber vermektir. 61. âyet-i kerîmenin manâsına bir önceki [60.] âyet-i kerîmeden başlayarak açıklık getirelim: 60. âyette buyuruluyor ki, “Aranızda ölümü takdîr eden biziz ve biz önüne geçilebileceklerden değiliz.”
En’âm sûresi 38. âyeti hakkında da birkaç söz edelim: Yanî yürüyen ve uçan hayvanlar da, sizin gibi bir canlı sınıfıdır ve hepsi rızka muhtâcdır. Sizin gibi bir topluluktur kelâmından, sizin gibi insanlardır manâsını çıkarmak gerekmez. “Şehîdlerin rûhları yeşil kuşların kursaklarında olup, Cennet meyvelerinden lezzet alırlar” hadîs-i şerîfinin manâsı, şehîdlerin rûhları bu kuşlara ta’alluk eder demektir. Bir meleğin bir adam şekline ta’alluku [bağlanması-bulunması] gibidir. Nitekim Cebrâîl aleyhisselâm Hak teâlânın emriyle insan şekline girdiği gibi, onların rûhları da yeşil kuşlar şekline girerler, Hak teâlânın emri ile. Bu şekle sokulmalarının hikmeti odur ki, rûhun ağzı ve cismânî lezzet alma, yanî tad alma uzvu [dil, damağı] yoktur. Allahü teâlâ şehîdlerin rûhlarına büyük bir ikrâmda bulunup, onlara kolayca lezzet alacak bir şekil verdi ve bu hâl berzâhda [kabir hayâtında] olacakdır ve Cennette zuhûr edecek, meydâna gelecekdir. Ammâ sizin savunduğunuz, dünyâda olanlardır. Hadîs-i şerîfdeki bu şekil, tenâsuh söyliyenlerinkine hiç benzemiyor. Öldükden sonra dirilmek bahsinde bildirdiğimiz delîllerin hepsi, bu kötü mezhebin bâtıl ve asılsız olduğuna hüccet ve seneddir.
Onlara, âyet, hadîs ve herkes tarafından kabûlü zarûrî olan delîlleri bildirdikden sonra deriz ki: Eğer, tenâsuh söyleyenler gibi, bu bedenden önce biz var olsaydık [yanî bir başka bedenle yaşamış olsaydık], o bedende sürdüğümüz ömür, yaptığımız işler ve benzeri hâllerden, muhakkak haberimiz olurdu. Nitekim bu bedende, başımızdan geçenleri biliyoruz, unutmuyoruz. Açık bir örnek verelim. Bir kimse senelerce bir şehrin vâlîliğini yapsa, hiçbir akıllı, o kimse bunu tamâmen unutur, hiç hâtırlıyamaz demez.
Yanî tenâsuh, şerî’ate muhâlif olanların, güyâ aklları ile söyledikleri bozuk iddi’a ve yanlış mukaddimelerden başka bir şey değildir. Çünki, felsefecilere göre de tenâsuh muhâldir [imkânsızdır] ve onların mezhebinde ayrı bir yer ve asl tutar. Naklî ilimleri taşıyan, ictihâd ve istinbât sâhibi büyük din âlimlerine göre tenâsuh, kesilmiş ve parçalanmış bâtıl bir kuru iddiadır.