Sual: Hümanizm Nedir? Nasıl ortaya çıkmıştır? İslamiyette hümanizm var mıdır?
Cevap: Hümanizm; Yunan ve Lâtin kültürü ve insanlık anlayışını benimseyip, onları kendilerine örnek alan, bu çerçeve içerisinde insana değer verilmesini esas kabul eden düşünce sistemidir.
Papazlar tarafından değiştirilen Hristiyanlığın ortaçağda temsilcisi durumunda olan kilisenin halka zulüm ve baskısına karşı tepki olarak doğdu. 14. asırdan îtibâren Rönesans hareketiyle birlikte Avrupa’da yayılmaya başladı. Hümanizm hareketi taraftarları kilisenin bu tavrı karşısında, Yunan ve Lâtin kültürüne, hayat tarzına hayranlık duydular ve bir bakıma kiliseye bağlılığı bulunmayan serbest bir hayata kaçmak istediler. Bu sebeple Avrupa’da Hıristiyanlığa ve onun şahsında dinlere karşı düşmanlık meydana geldi. Bu düşmanlık daha sonraki asırlarda, Müslüman memleketlerde, Avrupa hayranları, kendi değerlerine bağlılıkları zayıf olan kimseler tarafından İslâm (veya din) düşmanlığı şeklinde ortaya çıktı.
İnsanlığın başlangıcından beri Allahü teâlâ tarafından gönderilen hak dinlere inananlar olduğu gibi inanmayanlar da oldu. Bu inanmayanlara inanmak saâdeti, mutluluğu nasîb olmadı. Bu sebeple hakîkî hürriyet demek olan Allahü teâlâya kulluk etmekten ayrılıp, kendi arzu ve isteklerinin esiri, kölesi oldular. Buna, her türlü kayıttan ve bağdan kurtulup, hürriyete kavuşma adını verdiler. İnsanı yaratılış gâyesinden uzaklaştıran bu düşünce tarzı daha sonra insanı tanrı îlân etmeye kadar ileri gitti.
Nitekim batıda hümanizm akımının önde gelenlerinden kabul edilen Auguste Comte, insanlığı tapılması gereken ebedî ve sonsuz varlık olarak gördü. “İnsanlık dîni” diye bir din kurarak kendine göre bu bozuk dînin esaslarını tesbit etti. A.Comte’un açtığı çığırda yürüyen Emile Durkheim ise, bunu daha ileri götürerek insanlığın yerine cemiyeti tanrı îlân etti. Daha sonra bu fikirleri alıp geliştiren Marx ve taraftarları doğrudan doğruya insanı tanrı îlân ettiler. Filozof Niçe ise, öldü dediği Hristiyanlığın tanrısı yerine bütün değerleri kendisi ortaya koyan ve her türlü merhameti kaldıran bir üst insan kavramını ortaya attı. 19. asırdan îtibâren bir sürü üst insan taslağı, cemiyetleri, devletleri ve dünyâyı alt üst ederek, milletleri ve insanları merhâmetsizce kırdırdılar. Alman filozofu Fichte ve Goethe, hümanist anlayışları sebebiyle Almanya’ya giren Napolyon ordularını insanlığın kurtarıcısı olarak karşıladılar. Fakat çok geçmeden Alman halkının Fransız çizmeleri altında ezildiğini görünce, ayılarak, hümanist düşüncedeki kardeşliğin boş olduğunu anladılar.
Aslında insana değer vermek ideâli ile Avrupa’yı eski Yunan ve Lâtin kültür ve hayâtına döndüren ve eski çağı örnek alan hümanizmin gerçekte insan sevgisi ve ona değer vermekle bir ilgisi görülmez. Çünkü Eski Yunan’da insan olarak korumaya muhtaç yeni doğmuş cılız bebeklerin ölüme terk edildiği görülür. Böyle bir kültürü ve insanlık anlayışını örnek alanlar ne zaman ellerine fırsat geçerse, menfaatları uğruna insanları öldürmekten hiç çekinmemişlerdir. Nitekim, son körfez krizinde hümanist kültürünün mensupları, binlerce insanın ölmesine seyirci kalmışlardır.
Yine Avrupa’nın önde gelen devletlerinden İngilizler, kendi insanlarını ve vatanlarını ne kadar yükseltip korurlarsa, diğer insanları ve memleketleri de o derece aşağı görüp sömürürler. Bu millet gerçekten müstemlekelerdeki yerli halkla berâber bir arada bulunmaz, yanlarına yerli halkı sokmazdı. Bilhassa Hindistan’da halka pekçok zulüm yaptılar. İngiliz İstihbarat Subayı meşhur Hudson, bir zarar görmeyecekleri husûsunda teminat vermesine rağmen, Bahadır Şahın 2 oğlu ve 1 torununu bizzat kurşun sıkarak öldürdü ve kanlarını içti. Sonra onların etinden çorba yaparak Şaha ve hanımına gönderdi. Yiyemediklerini görünce; “Çok güzel çorbadır. Oğullarınızın etinden yaptırdım!” dedi. Ayrıca İngiliz General Diyer, bisikleti ile gezen İngiliz kadın misyonere saygı göstermediler diye halkın üzerine ateş açtırıp, 10 dakikada 700 kişinin ölmesine ve binden fazla kişinin yaralanmasına sebeb oldu. General bununla da kalmayarak halkı, 3 gün elleri ve ayakları üzerinde hayvan gibi yürüttü. Demokrasinin timsali gibi görünen İngiliz Lordlar Kamarası, Dyer’in bu yaptıklarını alkış ve övgü ile karşıladı.
Yine Amerika’nın Hiroşima’ya attığı atom bombası sebebiyle binlerce insan öldüğü, sakat kaldığı gibi, günümüzde de olumsuz tesirleri görülmektedir.
Avrupalı devletlerin ve Amerika’nın; “İnsanlık, insan severlik, insanlara yardım.” sözleri, bugün ancak reklâm seviyesindedir. “Sizi seviyoruz.” yaldızlı sözlerinin arkasında aslında bir menfaat ve sömürü yatmaktadır.
Hâlbuki insanlık, insana kıymet ve değer vermeyi İslâmiyetten öğrenmiştir.
Başka kültürlerde insana acımasızca davranılırken, ona en âdil muâmele tarzını İslâmiyet getirmiştir. Sevgili Peygamberimiz sonsuz saâdete kavuşmaları için İslâmiyeti teklif ederken insanlar arasında bir fark gözetmemiştir. Fakat tekliften sonra dereceleri farklı olmuştur. Meselâ hazret-i Ömer îmânla şereflenip yükselirken, Ebû Cehiller ve Ebû Lehebler îmâna kavuşma saâdetinden mahrum olarak alçalmışlardır. İslâmiyet başkasına zarar vermek bir tarafa, kalbini kırmaktan bile çok şiddetle men etmiştir. Nitekim Peygamber efendimiz; “Bir müminin kalbini kırmak yetmiş defâ Kâbe’yi yıkmaktan daha şiddetlidir.” buyurmaktadır. İslâmiyet, İslâm devletinin vatandaşı olan gayri müslime de adâletle muâmeleyi emreder; zulüm ve haksızlığı yasaklar. Peygamber efendimiz; “Kim zımmîye (gayri müslim vatandaşa) zulmeder veya taşıyamayacağı yükü yüklerse, o kimsenin hasmıyım.” buyurur.
İslâmî ilimlerden tasavvufun konusu da insanları bu rûh olgunluğuna kavuşturmaktadır. Evliyâ denilen Allahü tealânın sevdiği kullar, insanları bu ve daha pekçok rûhî olgunluklara eriştirmek için çalışmışlardır. Meşhur tasavvuf şâiri Yûnus Emre mâdem ki hep Allahü telânın kuluyuz, o hâlde birbirimizi sevmeyi hoş görmeyi tavsiye eder: “Yaratılanı hoş gördük, yaratandan ötürü.” der. Hele nazargâhı ilâhî olan gönül yıkmaktan ise:
“Bir kez gönül yıktınsa, bu kıldığın namaz değil,
Yetmiş iki millet dahi, elin yüzün yumaz değil.”
diyerek şiddetle sakındırır.
Peygamber efendimizden îtibâren bütün Müslüman devlet adamları, milletlere bu gözle baktılar ve onlara Vedîatullah (Allahü teâlânın kendilerine bir emâneti) olarak muâmele ettiler. Fâtih Sultan Mehmed’in İstanbul’un fethi sırasında gayri müslimlere gösterdiği iyi muâmeleyi bugün Avrupalılar bile övmektedir. İslâmiyette, adâlet karşısında herkes eşittir. Sultan tebea farkı gözetilmez. Hattâ Fâtih Sultan Mehmed ile bir Yahûdî, kâdı huzûrunda yanyana muhâkeme edilmişlerdir. Üzerlerine gelinmedikçe kimsenin üzerine gitmediler. Harpleri; insanlığı, insanlığına kavuşturacak olan i’lây-ı kelîmetullah (Allahü teâlânın ism-i şerîfini yüceltmek, İslâmı yaymak) için yaptılar.
Marcel A. Boisard isimli bir Fransız L’Humanisma d’l’Islam adlı eserinde şöyle demektedir:
“Bu kitap Müslümanlara sevimli görünmek için yazılmamıştır. Târihte ilk defâ insana sosyal, rûhî, siyâsî, ahlâkî, hukûkî değerlerini en iyi şekilde veren, bu anlayışla büyük bir medeniyet ve eşsiz bir kültür meydana getiren İslâmı ve hümanizmini hakîkî cephesi ile ortaya koymak için yazılmıştır.”
Buna rağmen bilhassa Tanzimâttan îtibâren Türk aydınları da kendi benliğinden ve değerlerinden uzaklaşarak batının bize yabancı kültürlerini taklid edip getirmeye başladılar. Bu arada hümanizmi insancıllık diye tercüme edip kullanarak kendilerinin insan sevgisi ile dolu birer hümanist olduklarını îlân ettiler. Ancak aynı düşüncede olmayıp, diline, örfüne, târihine, dînine bağlı olanlara karşı giriştikleri düşmanca tavırları, kendi sözlerini yalanlamıştır.
Hülâsa hümanizm, batı cemiyetinin bünyesinden doğan bir düşünce tarzıdır. Belki batı insanı kilisenin baskısı karşısında böyle bir hareketin ortaya çıkmasına muhtaçtı. Fakat Müslüman-Türk cemiyetinin böyle cereyanlara aslâ ihtiyâcı yoktur. Çünkü İslâmiyette ve onunla yoğrulmuş Müslüman milletlerin kültürlerinde, hümanistlerin aradıkları, hattâ hayal bile edemedikleri derecede insana kıymet verilmiştir. Çünkü İslâmiyet, insanı eşref-i mahlûkât, yaratılanlar arasında en şerefli varlık olarak bildirir.
Tavsiye Yazı –> Bir üniversiteliye cevap