Sual: 72 bidat fırkası arasında zikredilen Cebriyye fırkasını nasıl ortaya çıkmıştır? Temel inanç esasları nelerdir?
Cevap: Cebiyye; hicrî 1. asrın sonlarında, 2. asrın başlarında Cehm bin Saffân tarafından ileri sürülen; kader karşısında insanların hiç bir şeyi yapma gücü olmadığını, Allahü teâlâ tarafından takdir edilmiş ve yaratılmış olan fiilleri işlemek zorunda olduğunu iddia eden fırkaya verilen addır.
Sevgili Peygamberimizin ve 4 halîfesinin zamanında İslâm Devleti’nin sınırları genişlemiş, yeni yeni milletler ve topluluklar müslüman olmuştu. İslâm dininin bu şekilde yayılmaya devam ettiğini ve müslümanların sayısının her geçen gün arttığını gören İslâm düşmanları, çeşitli hile ve tuzaklarla bu gelişmeyi engellemeye çalıştılar.
Samîmî olmakla birlikte yeni müslüman olmuş olan çeşitli millet ve dinlere mensûb kimseler, eski din ve inanışlarının, örf ve âdetlerinin etkisinden kurtulamamışlardı. Ayrıca müslüman olmuş görünüp ard niyetli ve islâmiyet’i içeriden yıkmayı ve müslümanları parçalamayı düşünen İslâm düşmanları da boş durmuyorlar, çeşitli îtikâdî ve amelî hususlarda fikirler ileri sürüyorlar, müdâfaasını yapıyorlar, sapık fikirlerine karşı çıkanlara her türlü iftira ve kötülemeyi lâyık görüyorlardı. Dînî konulardaki değişik suâllere cevap verme hususunda değişik görüşler ortaya çıkıyordu. Kur’ân mahlûk mudur? Kader nedir? Kader karşısında insanın durumu nedir? Allahü teâlânın sıfatlarının durumu nedir? Kulun fiilleri üzerindeki etkisi nedir? îmân nedir? Büyük günah işleyenin durumu nasıldır? gibi suâller, bunlardan bâzılarıydı.
Emevîler döneminin sonuna doğru, bu suâllere cevap verme hususunda çeşitli görüşler ortaya çıkmaya başladı. Aslen İranlı olan ve son Emevî halîfesi Mervân bin Hakem’i terbiye eden ve felsefecilerin etkisinde kalan Ca’d bin Dirhem, Hişâm bin Abdülmelik’in zamanında bir takım fikirler ileri sürdü. Kur’ân-ı kerîmin mahlûk yâni yaratılmış olduğunu, Allahü teâlânın sıfatlarının olmadığını iddia etti ve; “Sıfatları kabul etmek, Allahü teâlâya şirk koşmaktır” dedi. Bu bozuk fikirleri sebebiyle, Emevî halîfesi Hişâm bin Abdülmelik onu yakalatıp, Irak valisi Hâlid bin Abdullah el-Kasrî’ye göndererek öldürülmesini emretti. Vali Hâlid bin Abdullah el-Kasrî; “Çünkü o, Allahü teâlâ Mûsâ ile konuşmamıştır, İbrahim’i dost ittihâz etmemiştir, demektedir. Allahü teâlâ onun bu dediğinden büyük ve yücedir” diyerek, onu îdâm ettirdi ve fitne ateşini söndürmeye çalıştı.
Daha önce Kûfe’de Ca’d bin Dirhem’le karşılaşan Horasanlı Ebû Mihrez Cehm bin Saffân er-Râsib, onun fikirlerini benimsedi. Bir müddet, Horasan’da Emevîlere karşı isyan eden Haris bin Süreyc’in vezirliğini de yapan Cehm bin Saffân, Ca’d bin Dirhem’in sapık fikirlerini savunmaya başladı. Allahü teâlânın sıfatlarını inkâr etti. İnsanın kendi kaderi üzerinde mutlak söz sahibi olduğunu ve kendi fiillerini yarattığını iddia eden mutezilenin tersine olarak; “İnsanın hiç bir iradî hürriyeti yoktur. Her şey Allah tarafından önceden takdir edilmiştir. Kul, takdir edilen bu fiili yapmaya mecburdur, insanlar bir robot gibidir. Başka bir deyişle; Allah’ın mutlak irâdesi karşısında insanlar, havada rüzgâra tâbi olarak oraya buraya sürüklenen bir tüy gibidir. Bu sebeple insan, yaptığı kötü fiillerden sorumlu değildir. Dolayısıyla insan için, mükâfat ve ceza yoktur” diyerek, Cennet ve Cehennem’in mânâsız olduğunu iddia etti. Bu fikirleri savunmasından dolayı takibata uğrayan Cehm bin Saffân, Emevîlere karşı Haris ile beraber isyana teşebbüs etti. Emevîler tarafından yakalanarak öldürüldü.
Cehm bin Saffân’ın ölümünden sonra, onun fikirlerini talebeleri devam ettirdi. Mîlâdî 11. (Hicrî 5.) asra kadar devam eden Cebriyye; Cehmiyye, Bekriyye ve Dırâriyye adlı kollara ayrıldı.
a) Cehmiyye: Asıl Cebriyye olup, Cehm bin Saffân’a uyanlardır. Kulun; fiillerinde cebr (zorlama) ve mecburiyet olduğunu söyleyip, fiili üzerinde yapabilme gücünü bütünüyle inkâr ederler. Cennet ve Cehennem’in son bulacağını ve yok olacağını iddia ederler. Âhırette Atlahü teâlânın görülmeyeceğini kabul edip, kabir azabını, sırat ve mîzânı inkâr ederler. Ayrıca, îmânın, yalnız yüce Allah’ı bilmek; küfrün de yalnızca onu bilmemek olduğu kabul ve Resûlullah efendimizin mîrâcını inkâr ederler.
b) Bekriyye: Bekr bin Uht-i Abdilvâhid bin Zeyd’e uyanlardır, insanın içinde, ruhun bulunduğu cesedde, başka bir ruh olduğunu iddia ettiler.
Allahü teâlâ kıyamette, yarattıklarının suretinde görülecek ve kullarına bu şekil içinde hitâb edecektir. Müslümanlardan büyük günah işleyenlerin bu fiilleri nifaktır ve büyük günah işleyen münafıktır. Böyleleri namaz kılan müslümanlardan olsa bile şeytana ibâdet etmektedir” dediler.
c) Dırâriyye: Dırâr bin Amr’a uyanlardır. Kulların fiillerinin yüce Allah tarafından yaratıldığı ve kullar tarafından kesb edildiğini (kazanıldığını) kabul ederek, katı cebriyyeden ayrılmışlardır. Bu yüzden bunlara Cebriyye-i mutavassıta denildi.
Kulun yapabilme gücünün fiilden önce olduğunu bildirerek, mutezileyle aynı görüşü paylaşmıştır.
Cehm bin Saffân’ın fikirlerini benimseyen kimseler, 11. (Hicrî 5.) asra kadar yaşamışlar, daha sonra gittikleri yolun sapıklığını anlayıp, Ehl-i sünnetin imamlarından Ebü’l-Hasen el-Eş’arî’nin mezhebine uyarak, hak ve doğru olan yola kavuşmuşlardır.
Mutezilenin fikir ve görüşlerine karşı çıkan cebriyyenin temel ve müşterek görüşleri şunlardır:
1) Îmân marifettir, yâni yalnızca Allah’ı bilmek îmân, Allah’ı bilmemek ise küfürdür. Allah’ı bilmeyen mü’min olamaz.
2) Allah’ın ilmi hâdisdir. Yâni Allahü teâlâ bir fiili vukuundan önce bilemez. Kelâm sıfatı da hâdisdir. Kur’ân-ı kerîm mahlûktur.
3) Ru’yetullah yâni Allahü teâlâyı görmek mümkün değildir.
4) Her türlü halk yâni yaratma ve fiil, Allah’a mahsûsdur. İnsanın kudret ve gücü yoktur. İnsanın ne kudreti, ne de irâdesi vardır. İnsan fiillerinde mecburdur. Allah, nasıl hayvanlarda ve cansız varlıklarda fiilleri yaratıyorsa, insanda da yaratır. Fiillerin insana nisbet edilmesi mecazîdir. Allah’tan başka hiç bir varlığın ne fiili, ne de ameli vardır. Nitekim; “Güneş battı, değirmen taşı döndü” denir. Hâlbuki bu sırada bu 2 varlık, vasf olundukları bu fiilleri bizzat yapan ve buna gücü yeten varlıklar olamazlar.
Her şey Allah’ın emrine ve irâdesine tâbîdir. Dolayısıyla insanın irâdesi ve kudretiyle değişmez. İnsan, ilâhî irâde karşısında rüzgâr önünde uçan bir yaprak gibidir.
Bunun sonucu olarak inşan, yaptığı işlerden sorumlu değildir. Fiili mecburî olarak yaptığı için, mükâfat veya cezaya müstehak değildir. Böyle olunca Cennet ve Cehennem’in de bir mânâsı yoktur diyen cebriyye, Allahü teâlâyı zulüm ile vasıflandırmıştır.
5) Allahü teâlânın sıfatlarını ve esmâ-i hüsnâyı inkâr ederler.
6) Cennet ve Cehennem’in ebedîliğini inkâr ederler.