Tevhid, yani Allahü teâlânın bir olduğuna inanmak, iki türlüdür. Avam tevhidi ve Havas tevhidi. Avam tevhidi, cahil müslümanların tevhididir. Avam tevhidi, (Lâ ilâhe illallah) demek ve bunun mânâsını bilip, inanmaktır. Kâfirlerin batıl, bozuk mabudlarını reddetmek, bu bozuk tanrılarda ulûhiyet sıfatı bulunduğuna inanmamaktır. Bir şeyde ulûhiyet sıfatı bulunduğuna inanmak, onu tanrı yapmak olur. Hiçbir insana tanrı dememelidir. [Ulûhiyet sıfatı, Allahü teâlâya mahsus olan sıfatlar demektir.] Yalnız Allahü teâlânın mabud olduğuna inanmalıdır. Avam böyle iman ederken, bazı mahlukları da, çok severler ve nefs-i emmareleri, Allahü teâlâyı inkar etmekte, Ona karşı gelmektedir. Havas yani Arifler de, böyle iman etmekle beraber, ayrıca iki dereceleri de vardır:
Birinci derecede, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyi sevmezler. Kalpleri, Ondan başka hiçbir şeyi görmez ve bilmez. Yani, zeki uyanık olan kimse, bu fikre devam edince ve çalgı, oyun gibi, nefse hoş gelen ve Allahü teâlâyı devamlı düşünmeye, yani Ona teveccüh etmeye mâni olan şeylerden uzaklaşınca ve Allahü teâlâ, ona ezelde inayet, ihsan etmiş ise, ilmin tesiri yavaş yavaş kalbini kaplar. Kalbi, Allahü teâlâyı, devamlı yad etmeye başlar. Zahirinin, yani aklının ve his organlarının, dünya işleri ile meşgul olması, kalbine tesir etmez. Zahiri gafil de olsa, hazır da olsa, uyanık da olsa, uykuda da olsa, kalbi, hep Onu yad eder. Yalnız iken de, herkesin yanında iken de, hep huzur-ı ilâhîdedir. Beyt:
Bedenim, aklım, pazardadır,
Kalbim, hep Allahım iledir.
Kalp, hep huzur ile cemiyet ile olunca, mâsivâ yani mahlukların sevgisi, kalpten yavaş yavaş gider. Her şeyi unutmaya başlar. Öyle olur ki istese ve uğraşsa da, hiçbir şeyi hatırlayamaz. Herkesin sevinmesi, herkesin üzülmesi ona tesir etmez. Bu hâle fenâ-yı kalp denir ki velayet mertebelerinin evvelidir. Bu mertebede batın, yani kalp, devamlı huzurda ve mâsivâyı tam unutmuş ise de, nefs hazır olup her şeyi bilmekte ve Allahü teâlâya isyanı devam etmektedir.
İkinci derecede, Havasın nefsi, kendini ve her şeyi unutmaya başlar. Arzuları ve kalbe emirleri azalır. Öyle olur ki kendine ben [ene] diyemez olur. Bu zaman, Arifin namı ve nişanı kalmaz. Huzuru, şimdi kendine olur. Bu sözümüz, Arif, Hak olur. Allahü teâlâ ile birleşir demek değildir. Hallac-ı Mansur’un (Enel-Hak=Ben Rabbimle birleştim) sözü, bu makama vasıl olmadan öncedir. Çünkü, bu makamda, nefs ene diyemez. (Sübhani=Ben mahluklardan değilim) sözü de böyledir. Bu hâle, fenâ-yı nefs denir. Kalbin fenasında, kalp aynasında, mâsivânın suretleri, hayalleri yok olur. Enfüsteki [insandaki] ve afaktaki mevcutların nakşları yok olur. (Tecelli-i ef’âl) hâsıl olur. İkinci fenada, tecelli-i sıfat hâsıl olarak, nefsin ilim-i hudurisi yok olup Arif kendini unutur. Seyr ve süluk denilen yolculuğun sonu budur.
Dostun firaki az sürse de az değildir,
Gözde bir kılın bulunması, çok ağır gelir!