Bu mektubu, babasının üstadı Muhammed Bâkî Billah’ın “kuddise sirruh” oğlu Hâce Muhammed Ubeydullah’ın mektubuna cevap olarak yazmış olup vücud-i ilâhînin, zât ile aynı olup olmadığı ve fen taklitçilerinin, tabiatte var olan yok olmaz ve yok olan, var olmaz sözlerinin yanlış olduğu ve namazın kemâlatı bildirilmektedir:
Âlemlerin Rabbi, yaratanı ve yetiştireni olan Allahü teâlâya hamd ederim. Onun sevgili Peygamberi Muhammed “aleyhissalatü vesselâm” için ve Ona yakın olanların hepsi için duâlar ederim. O büyük insanın kıymetli oğlunun, lütf ve inayet buyurduğu mübarek mektubu, bu cahili şereflendirdi. Ey merhamet sâhibi, alçak gönüllü, yüksek efendim! (Vahdet-i vücûd) meselesi, bize dedelerimizden miras kalan bir ilmdir. Bunu tekrar bu muhtaca yazmanız, malumu ilam ve belli olan şeyi izhar etmektir. Bundan evvel sizi rahatsız etmekten maksat, vahdet-i vücûd bilgisinden daha yüksek, başka ilim de bulunduğunu bildirmek idi. Bu iki ilim arasındaki fark, cevzin kabuğu ile içi arasındaki fark gibidir. Demek ki maksadımız anlaşılmadı. Yazdıklarımız, mânâsız, boş laf sanılmış. Hasbünallah ve nimel-vekil!
(Zât-ı ilâhî tecellî ettikten sonra, sıfatları tecellî etmeye, görünmeye başlar ki bunların tecellîlerinin sonu yoktur) buyurmuşsunuz. Maksadı yüksek olan kimsenin, Tecellî-i Zâttan sonra, tecellîlerin arkasını bırakıp, tecellî eden Zâtı araması lâzımdır. Sıfatların tecellîlerine niçin tenezzül etsin? (Bu yolda nihâyete kadar yükseldikten ve geri dönüp tamamen indikten sonra, hiçbir şeye benzemeyen, hakiki varlık, bu kainatın her zerresinde, her bakımdan münezzeh olarak, bir şeye benzetilmeyerek görülür) demeye cesaret etmek de, ne kadar ağır ve çirkindir. Her zerrede görülenin, mutlak-ı hakiki olan Zât-ı ilâhî olduğunu nerden anladınız? Fârisî Mısra tercümesi:
Rüyada meğer fare deve sanıldı!
Kevser şarabından elinize yalnız hava girmiş. Te’ayyünleri, hakiki mutlak sanıp, bunları, başka şeylerden münezzeh bulmuşsunuz. Belki de hakiki mutlaki mukayedlerin, yani te’ayyünlerin içinde sanmışsınız. Bu hâl, Zât-ı ilâhiyyeyi yok bilmek olur. Nitekim bunu evvelki mektubumda bildirmiştim. Böyle olsa bile mutlak olan hakikiye âşık kimse, mukayedler Onun aynı olsa bile mukayedlere bağlanıp kalmaz. Mukayedler, mutlakın aynı olsa da, her biri ayrıdır, farklıdır. Bunları birbirlerine karıştırıp, birine tutulmayı, ötekine tutulmak bilmek, kısa görüşlülüktür. Evet orada ayrılık, farklılık yok ise de, fakat bu iki ibtila arasında çok fark vardır. Hayvan isteyen biri, her ikisi de hayvan olduğu hâlde, at yerine koyunu istemez. Halbuki hayvanlık ikisinde de aynıdır. Hayvanlık mertebesinde ayrılık yoktur. Büyük üstad Behâüddîn-i Buhârînin “kuddise sirruh” sözüne mânâ verirken, gayrı olmak, hakkın başkası değil, matlubun başkasıdır, demişsiniz. Bu, yukarıdakine uygun olmuyor. Her zerrede hakiki mutlakın varlığı görülünce, matlubun başkası nasıl olur ve nasıl nefy ve red olunur? Gayr kelimesine, kullanılana uymayan, bir mânâ vermek de doğru değildir. Evet o büyük üstad yalnız vahdet-i vücudu tadanlardan olsaydı, sözüne mânâ aramanın yeri olurdu. Mübarek sözlerinde bulunan, Mutlak [yani her bakımdan mahluklara benzemeyen] kelimesi, (Lâ te’ayyün) ve (Gayb-i hüviyet) mertebesidir. Çünkü, hakiki mutlak, her bakımdan tecerrüd ve tenezzüh ile bu mertebeye uygundur. İşte bu yolun büyükleri, ilmin, mârifetin ve müşahedenin yetişemeyeceği, böyle münezzeh mertebeyi istemeyi men’ ediyor ve bunu talep etmeyi vakit öldürmek sayıyorlar. O hâlde bunun her zerrede görülmesini söylemek, mânâsız olur. Onda ayrılık olmayınca ve her görülen O olunca, Onun şevki ve talebi men’ olunur mu? Eğer murad, vahdet mertebesi ise, bu mertebe, bir bakımdan mutlaktır. Her bakımdan mutlak olan, daha üstündeki mertebedir. O hâlde, vahdet mertebesine, hakiki mutlak demek, uygun değildir. Matlub, bundan sonradır ve sâlik, henüz yoldadır. Böylece, matlubu bırakıp da, yolda kalmak, tam bir isteğe uymaz. Her ne kadar bu te’ayyüne, müteayinden başka demiyorlarsa da, te’ayyün, te’ayyündür. Himmeti, arzusu yüksek olan, aldanıp burada kalmaz. Muhammed aleyhisselâmın yolunda yükselenler, bu yol, mahbubluk, maşukluk yolu olduğu için, burada kalmaz. Bu te’ayyünün, bütün eşya ile aynı olması ve gayrı olmaması sebebi ile lâ te’ayyünün talebinden mahrum kalmazlar. Fârisî beyt tercümesi:
Dostun firakı, az sürse de, az değildir,
Gözde bir kılın bulunması çok ağır gelir!
Sual: Bu te’ayyün, müteayinin kendisidir. O hâlde birini bulup görmek, ötekini bulmak, görmek olmaz mı?
Cevap: Bu te’ayyünü bulmak, Onu bulmuş olmak ise, niçin bunun üstünü aramaktan korkutuyor ve men’ ediyorlar. Demek ki bu iki mertebeyi bulmak başka başkadır. O memnû oldu, bu ise men’ edilmedi.
Sual: O mertebe bulunamaz ve kavuşulamaz olunca, niçin Ona âşık oluyorlar. Onu aramakla vakit gayb ediyorlar?
Cevap: Bu suali kabul edersek, cevabımız şöyle olur ki aşk ve muhabbet, insanın elinde değildir ki aklın gösterdiği sebeplerle men’ olunabilsin ve sâdık olan âşık, kavuşulamayacağı belli olan sevgilisini aramaktan vazgeçirilebilsin. Fârisî beyt tercümesi:
Saçının kıvrımlarını pekçok seviyorum,
Ele geçmezsin bilirim, yine de istiyorum.
Zavallı âşıklar, sevgililerine kavuşmak için yanıp, kül olmak ister. Belki isimleri, nişanları unutulsun isterler. Ondan başkası ile rahat bulmazlar. Ondan ellerine bir şey geçmezse de, azar işitseler de, reddedilseler de, yine maşuku isterler. Şair bunu ne güzel anlatıyor. Fârisî beyt tercümesi:
Elime geçmese eteğin bile
Başkasına bakmam, şekerim yine!
Zavallı âşıklara, sevgilinin, kendisini aradıklarını bilmesi saadeti yetişir. Bu bi-çarelerin, ayrılık derdini çektiklerini gördüğünü bilmeleri kâfi gelir. (Sen onu görmedin ise de, O seni elbette görüyor). Çok olur ki aşktan maksat, dert ve gam çekmektir. Kavuşmak hiç hatıra gelmez. Bu aramak derdine, nasıl, vakit öldürmek denebilir ki bu dert ve elem, o zavallı aşıkın ömrünün sermayesi olmuştur. Fârisî beyt tercümesi:
Dert-i gâmin olmadan geçen ömrüme yazık, yüzlerce!
Keşke gâmina yakalanmış olsaydım, daha evvelce!
Bu mârifetin, tanımanın hassaları, alâmetleri vardır, buyurmuşsunuz! Tevhid, hakikatte şühûdîdir, görmekledir. Vücûdî, yani hakikatte mevcûd değildir ki bu alâmetlerin hâsıl olması lazım gelsin. Tevhid hallerinin hepsi, sâlikin görüşüdür. Onun sıfatları değişmez. Allahü teâlânın sıfatları haline dönmez. Hakikatleri değişmez. Mümkünün, yani mahlukun sıfatları, Allahü teâlânın sıfatlarının aynı olabilseydi, Muhammed aleyhisselâmın hidayeti, Allahü teâlânın hidayeti olurdu. Halbuki Allahü teâlâ, (Ey Habîbim “sallallâhü aleyhi ve sellem”! Sen, sevdiğini hidayete, doğru yola getiremezsin. Fakat, Allahü teâlâ istediğine hidayet ihsan eder) buyurdu. Bunun gibi, hadis-i şerifte, (Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz!) buyuruldu. Bunlar ne demektir? Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem”, İlm-i ilâhî için bu sözü söyleyebilir mi idi? Bunun gibi, (Sen gaybi bilmiş olsaydın!) ve (Bana ve size ne yapacağını bilmem) mealindeki âyet-i kerimeler, bunu hikaye buyuruyor. Bunların hepsi mahlukla Halıkın sıfatlarını ayırmıyor mu? Burada, elverişli olan sâliklere, çok faydalar vardır. Çünkü, seyr-ü sülûkten, yani tasavvuf yolunda yürümekten ve riyâzet, mücâhede, sıkıntı çekmekten maksat, Allahü teâlâdan başka, her şeyin sevgisinden kurtulmaktır. Bu da Tevhid-i şühûdî ile hâsıl oluyor. Bütün bu uğraşmalar, kulluğun, aczin, zavallılığın meydana çıkması ve hiç olduğumuzun anlaşılması içindir. Yoksa, kulluktan kurtulmak için ve (haşa) Allah olmak için ve Onun Zâtının kemâlâtına kavuşmak için değildir. Bunları istemek benlik ve kendini büyük bilmek olur. Büyük üstad buyurdu ki: (Kulluk ile sahiplik, amirlik ve memurluk bir arada olamaz).
(Vahdet mertebesinde hakiki fânî olmak, bu yolun nihâyetidir) sözüne gelince; Vahdet-i vücûd erbabı, hep enfüse âşık olduklarından, kemâl üzere fânî olacakları söylenebilir mi? Fânî olmak demek, Allahü teâlâdan başka, her şeyin sevgisinden kurtulmak demektir. Halbuki bunlar, her ân, her zerreye aşıktır. Her ne kadar zerreleri Ondan başka bilmezler ise de, hakikatte O değildirler. Onun gayrısından tamamen ayrılmak ve yok olmak için, bu girdabdan kurtulmak, Onu âfâk ve enfüsün dışında aramak lâzımdır. Yahut şöyle cevap veririz ki bu hassalara ve alâmetlere mâlik olmak, bu Fenâda olmuyor. Bekâ makâmında hâsıl oluyor. Çünkü, Fenâ ve yok olmak zamanında, mahlukat bilinmiyor. Mahluklar, madde ve sıfat halinde olmuyor. O hâlde, tevhid mertebesinin nihâyetine yetişip hakiki Fenâ hâsıl olur da, kendisinde bu alâmetlerden hiçbirisi bulunmıyabilir. Bu alâmetlerin hâsıl olması, nihâyet ve kemâl olursa, Fenâ bulmaya nihâyet demek nasıl doğru olur?
Asıl sözümüze dönelim! Mümkünatın, mahlukatın varlığı olsaydı, o zaman (Fenâ-i vücûdî) olurdu. Halbuki onların vücutleri, yalnız görünüştedir. Emânet bırakılan şey, emanetcinin olmaz, sâhibinindir. Burada ilmin değişmesinden başka bir şey yoktur. Fakat (Kulumu, beni zannettiği gibi karşılarım) buyurduğu için, burada da, bu tevhid-i şühûdî olgunlaştıkça, sâlike daha başka muamele ederler. Bu alâmetleri, daha çok hâsıl ederler. Başkaları bu muamelelere inanmıyabilir. Çünkü onlar, tevhid yolunda henüz ilerlemektedir. Halbuki bunlar, tevhidin hakikatlerine varmış ve inceliklerine öyle dalmışlar ki özüne işlemişler, yüksek derecesine ermişlerdir. Sonra, Allahü teâlânın imdadı ile bu makâmı geçerek, Peygamberler “aleyhimüsselâm” için ayrılmış olan ilimlere kavuşmuşlardır.
Ey merhametli kardeşim! Tevhid-i vücûdî mârifetlerinden bildiklerinizi yazınız ki bunlar kıymetli hallerdir. Bunlara kim ne diyebilir? Evliyânın büyükleri, bundan çok şeyler söylemiştir. Her ne kadar muhabbet sarhoşluğu ve aşkın çokluğu ile söylemişler ise de, onların söylemeleri, kıymetini göstermektedir. Büyük pederim Abdül-Ehad “kuddise sirruh”, tevhid-i vücûdde çok ileride idi. Bu yolda yüksek kitaplar yazmıştı. Bununla beraber, İslamiyetin edeblerinden hiçbirini bırakmazdı. Hakikati bilenlerin hepsi de böyle idi. Fakat, başka büyükleri beğenmemek, yalnız kendi bilgilerinin doğru olduğuna inanmak ve bunlardan başkasına kıymet vermemek, sizin gibi büyükler için, çok şaşılacak şeydir. Bunun gibi, Muhyiddin-i Arabiyi “kuddise sirruh” Evliyânın sonu bilmek, kendi büyüklerimizin hepsinin Evliyâlığına inanmamak olur. Yüksek yaratılışlı olanların, böyle sözlere cesaret etmelerine doğrusu şaşılır. Bunlardan daha şaşırtıcı bir şey de, İbni Sinayı çok sevgi ile anlatıyorsunuz. Halbuki onun bozuk inanışları, Ehl-i sünnet îtikadına uygun değildir ve kâfirliğine ve dalâletine sebep olmuştur. İmâm-ı Gazâlî “rahmetullâhi aleyh”, eski Yunan felsefecilerinin sözlerini bildirdikten sonra, (Onlar ve onların yolunda bulunanlar ve mesela Fârâbî ve İbni Sînâ, kâfir olmuşlardır) diyor. [O hâlde, bu kâfirlerin ve Avrupadaki inkılab önderlerinin kitaplarında ve tercümelerinde bulunan, din hakkındaki cahilce uydurma, zehrli yazılara inanmamalı, aldanmamalıdır. İbni Sinanın, felsefeci görüşü ile yazdığı namaz kitabını okumamalıdır. İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Meârif-i ledünniye) kitabının sonunda, İbni Sinanın (Müstezad) kitabından parçalar yazarak, bunların küfür ve zındıklık olduğunu bildirmektedir.] Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem”, büyüklerden birine rüyada, İbni Sînâ için, (Allahü teâlâ, onu ilmi ile dalâlete götürmüştür) buyurmuştur. Başka biri de, buna benzer rüya görmüştür. Böyle sözleri yabancılardan duysaydık, bu kadar şaşmazdık. Fakat, sizin gibi zatlardan, bu gibi sözlerden az bir şeyin, hürmetkarlarınızın kulaklarına çarpması, ne kadar şaşırtsa yeri vardır. Şaşkınlıkla bu yazılara cesaret olundu. Afv buyurmanızı ümit ederim. Efendim! Ariflerin reisi olan, yüksek üstadımız, dinin müeyedi, vefât edecekleri zaman, buyurmuştu ki (İyi anladım ki tevhid dar bir yol imiş. Geniş cadde başka imiş). Mektubunuzda, onlar [yani Muhammed Bâkî “kuddise sirruh”] kesrette vahdeti görmek mertebesinde idi, buyuruyorsunuz. Şu hâlde, vefâtları sırasındaki bu sözlerini ne sebeple söylediklerini duymamış olacaksınız ki buna başka mânâ vermeye kalkışıyorsunuz. O hazret, yalnız bu sözü söylemedi ki buna mânâ aranılsın. Zaten mânâsı meydandadır. Mânâsı meydanda olan bir söze başka mânâ verilmez. Sonra bu sözü de durup dururken söylemediler. Fârisî beyt tercümesi:
Rahat bir gece ve hoş mehtab bul bana!
O zaman söyleyeyim bak, her şeyi sana!
O böyle söyleyince ve bu makâmda olunca, sizin ona [yani babanıza] herkesten daha çok uymanız lâzımdır. Keşfe, hâle kapılsanız da, üstadınızın yolundan ayrılmamalısınız! (Bu mârifetler, bilgiler, akla da, nakil olunan haberlere de uygundur) buyuruyorsunuz. Burada gösterdiğiniz haberlerin çoğu müteşâbihat kısmındandır. [Yani mânâları, diğer meşhur haberlere uymayıp, başka mânâ verilmesi lazım olan haberlerdir.] Aklın kabul etmesi de, aklın ereceği, anlayacağı şeylerdedir. Akıl kuşu, tevhid mertebesine uçamıyor ve buradan haber alamıyor. Derin âlimlerden Celâleddîn-i Devânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki bu mesele, akıl çerçevesinin dışındadır. Mevlânâ Abdurrahmân-ı Câmi “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki aklın dışında olan şeyler, keşif ve müşahede ile [yani kalp gözü ile] görülür, akıl bunları anlayamaz. His uzuvları da, aklın anladığı şeyleri anlayamıyor.
İşte keşif ve müşahede yolu ile anlaşılmıştır ki: Varlığı lazım olan hakiki varlık, ne küllidir, ne de cüzidir [yani ne parçalanamayan bir zerredir, ne de parçalanabilen bir topluluktur]. Maddiciler diyor ki (Yok olan, var olmaz ve var olan da, yok olmaz. Bunu ispat etmeye lüzum bile yoktur, bunu herkes bulabilir). Bu sözleri insanlar için doğrudur. İnsanlar, elbette, bir şeyi yoktan var edemez. Hiçbir şey yaratamaz. Fakat, bu sözü Allahü teâlâ için söylemek yanlıştır. Herkes değil, kimse böyle söylemez ve ispata gelmez, vehim ve hayaldir. Allahü teâlânın kudretine inanmamaktır. Allahü teâlânın yoktan var etmesi ve bütün alemleri hiçten yaratması ve hepsini yok etmesi, Onun kudretine göre, şaşılacak bir şey değildir. Bunu söylemek, âlemin kadîm olduğunu, yoktan, sonradan yaratılmadığını söylemek demektir ki küfürdür. Çünkü, kainatın, bütün zerreleri ile yoktan var edildiğini, bütün dinler söz birliği ile bildirmiştir. (İnsan düşünmüyor mu ki biz onu önceden yarattık. Halbuki o, bir şey değildi) mealindeki âyet-i kerimeye de uygun değildir. Kurân-ı Kerîmi tefsir eden büyüklerin başlarının tacı, Kadı Beydavi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, tefsirinde, (İnsan, adem idi, yani yok idi) diye mânâ vermiştir. Bu sözleri, hem de Allahü teâlânın bir şey yapmıyacağını bildirir. Çünkü, yok olanı var etmiyor diyorlar. Var olanın, var edilmesi de olmaz. Onların dedikleri gibi, var olan, yok olmaz ise, varlıkların varlıkta kalabilmeleri için de, Yaratana ihtiyaçları olmayacaktır. Hatta, Allahü teâlâ, eşyayı yok edemeyecektir. Bunlar, cisimlerin hassaları, hareketleri için acaba ne diyecek? Bunların her zaman yeniden meydana geldiklerini ve yok olduklarını herkes görüyor. Vel-hâsıl, bu sözü söylemek, Allahü teâlâyı inkâr etmektir. Allahü teâlâ, böyle şeylerden çok yüksektir.
Allahü teâlânın sıfatları kendinin aynıdır demek de, Ehl-i sünnete uygun değildir. (Tearrüf) kitabının sâhibi [Şeyh Ebû Bekr Muhammed bin Ebû İshak Gülabadi “rahmetullahi teâlâ aleyh”], (Tasavvuf büyüklerinin hepsi, sıfatların, Onun kendi olmadığı gibi, ayrı da olmadığını söylemişlerdir) diyor. Bunu kabul etsek bile sıfatların mukabili olan ademlerin [adem, yok olmak demektir], İlm-i ilâhîdeki ayrılıkları bize yetişir. Vücut [yani var olmak] sıfatının, Zât-ı ilâhîden ayrı olduğunu, evvelki mektubumda uzun uzun bildirmiştim. Fakat, sırası gelmiş iken, burada da kısaca söyleyeyim. Muhterem kardeşim! Yaratılışı kusursuz olan ve yakinlığı arayan biri, sahih vicdanına, yani buluşlarına bakar ve iyi düşünürse, anlar ki Allahü teâlâya, kendi varlığında, kendinden başkasına muhtaç olmasını ve kendisinde vücut, varlık bulunmamasını, ayrıca vücut sıfatına muhtaç olmasını lâyık görmez. Fakat, yine anlar ki Allahü teâlânın kendi hakikati ve mahiyeti, vücudun, varlığın aynı değildir. Çünkü, vücudu, varlığı başkasına muhtaç olmadığı için, Allahü teâlânın hakikati, o varlıktan ibarettir demek, mânâsızdır. Kendi varlığı ile haricde mevcûd olan bir Zata, başkalarına sıfat olan, başkaları ile bulunabilen bir kelimeyi isim vermeye ne lüzum vardır? İslamiyet de, bu ismi, zaten bildirmemiştir. Tasavvuf büyükleri, Allahü teâlânın zatından, kendinden, bütün nisbetleri ve itibarları, düşünceleri ayırttıklarına göre, bunlardan birkaçı, niçin vücudu de ayırmıyor? Allahü teâlânın Zatından vücudu ayırmak, Ona yokluk kondurmak olmaz. Zira, yokluk da, bir nisbet, bir sıfattır. Allahü teâlânın Zâtında hiçbir nisbet ve itibar olmaz. Sonra bu büyükler, vücut, Onun aynıdır demekle, vücudu inkâr etmiyor. Allahü teâlâ kendisi vardır ve vücut bir sözden başka bir şey değildir, demiyorlar. Çünkü, bu büyükler, Allahü teâlânın hakikati, mutlak vücuttur biliyor. Vücudu inkâr etmiş olurlar mı? Bir şeyin kendisi inkâr olunur mu? Doğrusu şöyledir ki Allahü teâlânın hakikati, kendisi, vücutden başkadır. Kendi varlığında, vücut sıfatına muhtaç değildir. Kendi kendine vardır. Onun vücut sıfatına muhtaç olmadığını göstermek için, kendisi, vücudun aynıdır demeye lüzum yoktur. Kendisi vücut sıfatından daha yüksektir desek ne olur?
Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki hakikat aleminde ne varsa, hepsinin numunesini ve misalini bu mecaz ve görünüş aleminde göstermiştir. Böylece insan, bu sûretlerden hakikatlere yol bulur. Allahü teâlânın, vücut ile var olmayıp, kendi kendine var olmasının da, bu dünyadaki örneği, vücut sıfatıdır. Varlık sıfatı, kendiliğinden vardır. Ayrı bir vücutle mevcûd değildir.
Allahü teâlâ kendisi vardır, sözü de, ancak bir bildirmektir. Yoksa, kendisi ile olabilen bir vücut vardır, demek değildir. Şeyh Eman “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Allahü teâlânın hakikati mevcuttür. Ondan başkası ademdir, yokluktur. Adem ise, eşyanın başlangıcı olamaz. Çünkü hakikat değişmez. Yani, varlığa sebep olamaz. O hâlde, başlangıc da vücuttur. O da, tecezzi ile değil temessül iledir) diyor ki birçok bakımdan, doğru değildir. Çünkü, evvela deriz ki Allahü teâlânın hakikati vücuttur demek, Ehl-i sünnet îtikadına uygun değildir. İkinci cevap olarak deriz ki Allahü teâlânın sıfatları, Ehl-i sünnete göre, Zatından ayrıdır. Bunun için, Allahü teâlâdan başkası, ancak ademdir demek doğru olmaz. Bu hâlde, belki sıfatlar, eşyaya başlangıcdır. Üçüncü cevap da, adem, vücut olursa, hakikat değişmiş olur. Fakat eğer adem mevcûd olursa, bir şey lazım gelmez. Âlimler, vücut yoktur demişlerdir ki bu sözde hakikat değişmesi hiç yoktur. Dördüncü nokta da şudur ki adem mevcûd olursa, hakikat değişmesi olur. Fakat, adem mevcûd görünürse, hakikat değişmesi olmaz. Beşincisi de, yukarıdaki sözünde geçen başlangıc kelimesinden maksat, heyula ve esir denilen şeydir. Çünkü bunu ancak parçalanarak ve şekil alarak başlangıc yaptı. Allahü teâlâya, kainatın heyulası ve aslı demek kadar alçaklık olmaz.
İcad edici, yani yoktan var edici mânâsına başlangıc, Zât-ı ilâhîdir. Fakat bu manada tecezzi ve temessül lazım değildir. Yasin sûresi, son âyetinin meâl-i şerifi, (Biz istediğimiz şeye ol deriz, hemen var olur)dır. Altıncı nokta, Zât-ı ilâhînin mukabili, zıttı ademdir demek, mânâsızdır. Zıttı adem olan vücut başkadır ki hâsıl olmak mânâsınadır. Yedinci nokta, vücut, ademin zıttı değildir ki izafi adem [yani her bakımdan değil de, bazı bakımlardan yok olan adem] kalmayınca, vücut lazım olsun. (İlm-i ilâhîde bulunan ademler de, eşyanın aslı olamazlar. Çünkü, Allahü teâlânın ilmi, İlm-i huzûrîdir. Yani ezelde bilmiştir. Orada değişiklik yoktur ki ademler orada hâsıl olsun ve eşyanın aslı olsunlar. Bu ademler, ilme nereden geldi? Bir bakımdan mevcûd olmayan şey, ilmde yer bulamaz) demişlerse de doğru değildir. Çünkü, evvela, Allahü teâlânın ilmine, ister huzûrî desinler, ister başka isim versinler, Allahü teâlânın izafi ademlere ilmi yoktur demek, bunları bilmez demektir. Allahü teâlâya karşı böyle söylemek yakışmaz. Sonra, bir bakımdan mevcûd olmayanın, malum olmayacağını da kabul etmeyiz. Çünkü, birçok şeyleri düşünerek biliriz ki hiçbiri yoktur. Üçüncü olarak, deriz ki var olacak şeyler, yok iken, izafi adem idi. Bunlara her bakımdan yok demek, doğru değildir. Sadreddin-i Konevi “kuddise sirruh” buyuruyor ki şey olmak, iki türlüdür: Sâbit olan şey, mevcûd olan şey. Mevcûd olan şey, haricde bulunan şeydir. Sâbit olan şey ise, ilmde bulunan, haricde bulunmayan şeydir ve bu şeyin bir yapıcısı yoktur. O hâlde, mutlak madum [yani her bakımdan yok olan], şey değildir. Çünkü sübutü de, vücudu de yoktur. Fakat izafi ademler, Sâbit olan şeydir. Bu şeylikten dolayı bunlara (Kün) [yani (Ol!)] emri veriliyor ve haricde var oluyorlar. Şeyh Konevi “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurdu ki Allahü teâlânın, var olacak şeyleri ademde iken bilmesi, madumu bilmesi değildir. Çünkü, böyle sonsuz ademler, Ümm-ül-kitaptadır. Kalem-i alâ, bunların bazısını almış, Levh-i mahfuz da bu bâzıları, tafsil etmiştir. Celâleddîn-i Devânî “rahimehullahü teâlâ” diyor ki adem de, hakiki vücudun zuhûrlarındandır. Nitekim, İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bazı kitaplarında buyuruyor ki (Kainatın aslı ademdir. Ademe merhamet edip, vücuda getirdiler. Adem aslında yok idi. Önce adem yaratıldı. Ademe kadîm dersek, onu, Allahü teâlâya kadîmlikte ortak etmiş oluruz. Demek ki adem, kadîm değildir. Kainatın aslı olan adem kadîm olmayınca, kainat da kadîm olmaz, hadis olur. Ehl-i sünnetin (Madum, şey değildir) sözünün mânâsı işte budur). Dördüncü olarak deriz ki bu söz, kendi kendini bozuyor. Çünkü, izafi ademler, ilmde bulunur. Eşyanın aslı olamazlar dedi. Sonra da, ilim, huzûrîdir diyerek, bu sözünü reddetti. Bir bakımdan Sâbit olmayan, ilmde bulunmaz diyerek de reddetti. Beşinci olarak deriz ki Sufiye-i aliyye, ayan-ı sabiteye, izafi ademlerdir demiştir. Bunları, mahlukatın hakikatleri, aslları bilmiştir.
Bundan sonra yazıyorsunuz ki İlm-i ilâhîde bulunan şeylerin aslı vardır. Bu asıl da, ilim ve belki alimdir. Fakat, ademlerin aslı nedir? Cevabında deriz ki ademlerin aslı ve menşei, İlm-i ilâhîde birbirlerinden ayrılmış olan kemâlât-ıilâhîdir. Bu cevabımız kime uygun gelmez?
Yine yazıyorsunuz ki hakiki kulluk, Onu sevmek ve Ondan başka her şeyden vazgeçmektir. Yani dünya gibi, ahireti de terketmektir. Evet böyledir. Fakat herkes böyle olduğunu söyler. Doğru ile yalancıları ayıran alâmet, İslamiyete yapışmaktır. Bu sevginin çokluğuna alâmet, sünnete [yani ahkâm-ı İslamiyeye] çok yapışmak ve bidatten çok kaçmaktır. Bu alâmetler bulunmayan lafları beğenmezler. Her şeyden vazgeçtim demelerini, hepsine sarıldım anlarlar.
Muhterem efendim! Düşüncelerin, vesveselerin çokluğundan şikayet ediyorsunuz. Mahlukata ilim oldukça, vesvese de olur. Onları unutunca, vesveseler de kalmaz. O hâlde, eşyayı bilmek ve unutmak üzerinde durmak lâzımdır. Her şeyden, her mahluktan Allahü teâlâya giden bir yol vardır. Çünkü, her mahlukun kendisi ve sıfatları Onun kudretinin eseridir. Bu eserlerin sâhibini bulan uyanık bir kimse, o gizli yolu ve o mânevî bağı görür, anlar. Eşyanın Allahü teâlâya delâlet etmesi, Onu göstermesi için, Onunla ittihat etmesi, birleşmesi niçin lazım olsun? Duman ateşi haber verir ise de, ateşle ne münasebeti, ne ittihatı var? Allahü teâlâyı çok seven, az bir alaka ve işaret ile hemen Ona döner. Hiçbir şey Onu unutmasına sebep olmaz. Her gördüğü şeyi, kudretin eseri görüp, eser sâhibine döner. Bunun için, hiçbir şey, ârifi kendine çağırmaz, eser sâhibine çağırır. Ârifin kalp gözünü, kendinden, sâhibine aks ettirir, çevirir. Halbuki Allahü teâlâyı eşya ile ittihat etmiş bilen zavallıları, her şey kendilerine çağırır. Kendilerine tutulmasına sebep olup çeker. Kendilerini mahbûb, maşuk olarak gösterirler. Her çirkin şeytan, cilve ile naz ile kendini maşuk yapıp, sett-i İskender gibi perde olur. Fârisî beyt tercümesi:
Güzeller yanaklarını saklamış, şeytan naz ediyor,
Şaşırdım kaldım, hayretten, aklım gidiyor.
Mümkünün, mahlukun varlığı ve kemâl sıfatları, o mukaddes mertebenin zılleri, aksleri ise, zılden asla yol vardır. Fakat zıll, asıl değildir.
Bu fakir, ârif kemâle geldikten sonra, bunun eşyaya olan ilmine hiçbir zaman İlm-i huzûrî demedim. İlm-i husûlî değildir dedim ise de, bu, İlm-i huzûrîdir demek değildir. Çünkü, Allahü teâlânın eşyaya olan ilmi [yani her şeyi bilmesi] huzûrî ve husûlî ilimlerden değildir. İlm-i ilâhînin, yalnız bir inkişafıdır ki bilinen şeyleri birbirinden ayırır. İlmde hiçbirinin sûreti hâsıl olmaz. Allahü teâlânın ilminde bulunan şeyler demek, İlm-i ilâhî ile birbirlerinden ayrılan şeyler demektir. Bu şeyler, her nerede bulunursa bulunsunlar, Allahü teâlâya münkeşıftır [ilmine açıktır]. Allahü teâlânın eşyayı bilmesine İlm-i huzûrî veya İlm-i husûlî demek, tevhid-i vücûd erbabına uygun gelir. İşte bir ârif kemâle geldikten sonra, bunun ilmi de böyle olur. Her şey, nerede olursa olsun, ârifin ilmine münkeşif olur. Ârifin zihninde, sûretleri hâsıl olmaz. Bu ilim de, ne husûlîdir, ne de huzûrî. Her şeyi akllarına uydurmak isteyen, bu söze inanmaz ve kabul etmez ise de, biz zaten onlara söylemiyoruz. Bunlar, zevk ile tadarak bilinen şeylerdir. Vicdani [yani kalp ile bulunan] şeylerdir. Anlatarak inandırılacak, ilzami şeyler değildir. Bu mârifetin şaşılacak tarafı şudur ki ilim, huzûrî değildir. Bilinen şeyin sûreti de hâsıl olmaz. Tatmadan bunlar anlaşılamaz.
Efendim! Namaz, tecellîlerden, müşahedelerden daha üstündür demenin sebebi şudur ki muhakkak biliyoruz ki Allahü teâlâ, bu tecellîden ve müşahedelerden gayrıdır. Bunlara kapılıp kalmak, zıllere, hatta benzerlere, misallere bağlanıp kalmak olup bunlar, matlub değil, başka şeylerdir. Her şey, Allahü teâlânın aynıdır diyen, aşk sarhoşudur. Matlubun, maksadın kendinden haber veren, yalnız namazdır. O nişanı olmayanın, biricik nişanı namazdır. Namazda olan yakınlık, başka hiçbir yerde yoktur. Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki (Namazda, kul ile Allahü teâlâ arasındaki perdeler kalkar). Bunun için, namaza, miraç buyurmuştur. Onun için, namazı tamam kılmaya çok dikkat etmelidir. Namazın kemâline çalışmak, bu müşahedeleri ve tecellîleri, Ona yaklaştırmamakla olur. Bu büyük ihsanı, Allahü teâlâ dilediğine nasip eder. Onun ihsanları büyüktür, boldur.
Namazın kemâl üzere kılınması, nübüvvet yolundan yükselen büyüklere nasip olur. Velâyet yolunda bulunanların çoğu, bu dereceye yetişemez. O büyüklerin yakınlığı başkadır. İlmleri ve esrarı kendilerine mahsustur. Onları ulaştıran yol, bu yola benzemez. Öyle bir caddedir ki Peygamberler “aleyhimüssalavâtü velberekât” ve onların Ashâbı ve bu ümmetten seçilmiş çok yüksek olanlar, matluba bu yoldan yetişmişlerdir. Ariflerin reisi olan üstadımız [yani Muhammed Bâkîbillah “rahmetullâhi aleyh”], (Ana cadde başkadır) sözleri ile belki bu yola işaret buyurmuşlardır. Velâyet yolundan da, bir kimsenin bu yüksek zirveye ulaşması mümkündür. Belki de olmuştur. Namazı yalnız yatıp kalkmak sanmamalıdır. Namazın gayb aleminde bir hakikati vardır ki bütün hakikatlerin üstündedir. O hakikate kavuşanları tanımayanlar, namazın kemâlinden ne anlar? Namaz, gönülleri çeken bir güzeldir. Onun güzelliği bu mecaz aleminde, sanki bu şekil içine sokulmuştur. O sevgilinin cilveleri, namazın huşû ve edepleri şeklinde bu dünyada görünmektedir. Namazın bu şekil ve sûretini sevmeyen, bunun hakikatinden ne anlayabilir? O güzelin cilve ve edâlarına âşık olmayan, huşû ve tumaninetin kıymetini nasıl bilir? Velhasıl, namazın letâfeti, güzelliği o kadar yüksektir ki saçma sapan sözlerimizle bildirilemez. Kıymetleri o kadar üstündür ki bu kırık kalemim, ona tercümanlık edemez. Fakat, bu büyük devlete sâhip olanların, nefis nefeslerine sığınıyorum! Onlara hizmet etmeye ve sevmeye karşılık olan müjdelere güveniyorum. Fârisî beyt tercümesi:
O güzelin saçı, avucuma girse, misk saçılır elimden,
O ay yüzlü, kucağıma gelse, gün doğar her yerimden.
Ya Rabbi! Sen, onların sandığı ve söylediği gibi değilsin! Seni bize haber veren, bildiren Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” selamlar olsun, selametler olsun! Bu alemleri yaratan, her ân varlıkta durduran, cesetlerin rızkını, ruhların gıdasını, kalplerin nurunu ihsan ederek, kullarının gelişmesini lütfeden Allahü teâlâya hamdler, şükürler olsun!
Herkese yayılan merhamet ve ikramlarınızdan şunu umar ve istirham ederim ki bundan sonra, Allahü teâlânın bu âsî ve insanlıktan uzak kulunu aramayınız. Onu, ümitsizlik köşesinde yalnız bırakınız da, günahlarının matemini tutmakla ve münasebetsizliğinin acılarını tatmakla inliyebilsin! Allahü teâlâ, Peygamberlerin gösterdiği yolda yürüyenlere selamet versin! Âmin.
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız