İlmin mâhiyetini ta’rif etmeden ve açıklamadan önce, mâhiyet kelimesinin ta’rîfi ve îzâhı yapılacaktır. Mâhiyyet-i şey [bir şeyin mâhiyyeti], başka bir ifâde ile, şeyin kendisiyle var olduğu şey; o, odur demektir. O odur demek ise, o şey o şeyin aynısıdır demektir. Mâhiyyet kelimesinin, mâ kelimesine mensûb demek olduğu da rivâyet edilmiştir. Buna göre, mâhiyyet kelimesinin aslı, mâiyyet olup, adı geçen kelimenin mâ lafzından alınan masdarla karışmaması için, mâiyyet kelimesindeki hemze harfi “he” harfine çevrilmiştir. Bu mâhiyyet kelimesinde tercîh edilen şekil, mâhüve kelimesine nisbetten, yanî mâhüve kelimesinin ismi mensûb hâline çevrilmesinden ibârettir. Mâhüve ifâdesi mâ ve hüve kelimelerinden meydâna gelmektedir. Fakat bu iki kelime bir kelime gibi kabûl edilmiştir.
Mâhiyyet kelimesi ekseriyâ akıl ile bilinen şeyler için kullanılır. Nitekim, insan sözünden, insanın hâriçteki varlığını göz önüne almadan, hayvân-ı nâtık [konuşan, düşünen canlı] diye düşünülmesi bunun misâlidir.
Aklî bir şeye, mâhüve [o nedir], suâline cevâp olması i’tibâriyle mâhiyyet, hâriçde bulunması bakımından hakîkat, başkalarından farklı olması i’tibâriyle hüviyyet, ona mahsûs özelliklerin kendisine nisbet edilmesi i’tibâriyle zât, lafızdan anlaşılması i’tibâriyle medlül, hâdiselerin üzerinde cereyân etmesi i’tibâriyle cevher denir.
Mâhiyyet 3 kısımdır: Birincisi; mâhiyyet-i nev’iyye, ikincisi; mâhiyyet-i cinsiyye, üçüncüsü; mâhiyyet-i i’tibâriyyedir.
Mâhiyyet-i nev’iyye, kendini taşıyan ferdlerde eşid olarak bulunur. Bu mâhiyyet, ferdlerinden birinde neyi îcâb ettirirse, diğerinde de aynı şeyi îcâb ettirir. Meselâ, insan sözü, onun ferdlerinden olan Zeyd’de îcâb ettirdiği şeyi Amr’da da îcâb ettirir. Mâhiyyet-i nev’iyye ile mâhiyyet-i cinsiyye birbirinin zıddıdır.
Mâhiyyet-i cinsiyye, ferdlerinde eşit olarak bulunmaz. Meselâ, hayvan lafzı, insanın ta’rîfinde nâtık [düşünen] lafzıyla birlikte bulunmayı îcâb ettirir. İnsandan başkasında bunu îcâb ettirmez.
Mâhiyyet-i i’tibâriyye, bu öyle bir mâhiyyetdir ki, mevcûd bir şey değildir. Ancak onun varlığını i’tibâra alan kimsenin aklında bu i’tibâr devâm ettiği müddetce vardır. Meselâ, adedin [sayının] mâhiyyetini ya’nî bir şeyin kaç dâne olduğunu öğrenmek için kem [kaç] ifâdesiyle sorulan suâle kemiyyet [sayı] ile cevâb verilir. Cevâpta bildirilen sayı, mâhiyyet-i i’tibârîden ibârettir.
İlmin mâhiyyeti mutlak olarak, zarûrî bir tasavvur mudur? Yâhud ta’rîfi çok zor olan bir nazârî midir, yoksa zor olmayan bir nazârî midir. Bu meselede âlimler arasında ihtilâf vardır.
İmâm-ı Fahrüddîn Râzî hazretleri, ilmin mâhiyyetinin zarûrî bir tasavvur olduğunu, İmâm-ül Haremeyn ve İmâm-ı Ebû Hâmid Muhammed Gazâlî hazretleri ise, ta’rîfi zor olan nazarî kısmından olduğunu söylemişlerdir. Ancak, ilmin mâhiyyetinin ta’rîfi zor olan nazarî kısmından olduğu âlimler arasında tercîh edilmiştir.
İlmin mâhiyyetinin ta’rîfine dâir, âlimler arasında meşhûr olan ta’rîflerden bazıları şunlardır:
1– “İlim, bir şeye olduğu gibi i’tikâddan [inanmaktan] ibâret olup, o i’tikâd ise, yâ zarûrî olarak, yâhud da delîl ile hâsıl olur” diye ta’rîf edilmiştir. Ancak, bir şeyin ta’rîfi, o şeyin efrâdını câmi’ agyârını ma’nî olmak lâzım gelir. Hâlbuki, i’tikâdın buradaki ta’rîfine zarûretten yâhud delîlden hâsıl olan zan da dâhil olmaktadır. Bu sebeple ilmin mâhiyyetinin bu ta’rîfi yukarıda geçen kâideye uygun olmadığından, âlimler arasında kabûl görmemiştir.
2– “İlim, ma’lûmu olduğu gibi bilmekten ibârettir” diye ta’rîf olunmuş ise de, Allahü teâlânın ilmine ma’rifet demek câiz değildir. Bu sebeble Allahü teâlânın ilmi bu ta’rîfin dışında kalmaktadır. Bununla berâber bu ta’rîfde ilim kelimesinden türemiş olan ma’lûm kelimesinin zikredilmesi devri îcâb ettirdiğinden ve alâmâhüve [olduğu gibi] kelimesi de, ma’rifet manâsından ibâret ve bu sebeple fazlalık olduğundan, önceki ta’rîf gibi bu ta’rîf de âlimler arasında kabûl görmemiştir.
(Devr, deverân, lügâtde çark gibi dönmek dolanmak manâsınadır. Istılâh da ise devr, iki şeyden herbirinin diğerine bağlı olmasından ibârettir. Devr birkaç kısma ayrılır: Devr-i izâfî, devr-i hükmî, devr-i müsâvî, devr-i tekaddümî.
Devr-i izâfi: İki şeyin var olmakta birbirine lâzım olmasından ibâretdir. Bu sebeble iki şeyden biri ancak diğeri ile mevcûd olur.
Devr-i hükmî: Bu devr, ikrâr ile hâsıl olur. Meselâ, vefât eden bir kimsenin birâderi, onun oğlu bulunduğunu ikrâr edince, neseb sâbit olduğundan, bu birâder vâris olamaz. Çünki, oğlun vâris olması, birâderin vârisliğine mâni olur.
Devr-i müsâvî: Birbirine meyleden iki şeyden herbirinin diğerine bağlı olmasından ibârettir.
Devr-i tekaddümî: Bir şeyin bir şeye bir veyâ birkaç mertebede bağlı olmasından ibârettir. Bir mertebede hâsıl olan devre, devr-i musarrah [açık devr], birkaç mertebede hâsıl olan devre, devr-i muzmer [kapalı devr] denir. Güneş, gündüz görünen bir yıldızdır, gündüz de güneşin ufuk üzerinde doğmasıdır diye ta’rîf edilse, işte bu ta’rîf, devr-i musarraha misâldir. Devr-i muzmerin misâli ise şöyledir: Manânın anlaşılması lafzın delâletine, lafzın delâleti ilm-i vad’a bağlıdır. İlm-i vad’ın delâleti, lafzın delâleti vâsıtasıyla manânın anlaşılmasına bağlıdır. Devr- i muzmer, devrin en makbûl olmayanıdır.)
3– “İlim, öyle bir şeydir ki, kendisinde bulunduğu kimsenin âlim olmasını gerektirir.” Bu ta’rîfde âlim kelimesinin zikredilmesi, 2. ta’rîf gibi devri îcâb ettirdiğinden, âlimler arasında kabûl görmemiştir.
4– “İlim, ma’lûmu olduğu gibi idrâk etmekten ibârettir.” Bu ta’rîfde de devr ve haşv [fazlalık] vardır. Ayrıca idrâk kelimesi de burada mecâzî olarak ilim manâsına kullanıldığından, âlimler tarafından beğenilmemiştir.
5– “İlim, ma’lûmu olduğu gibi tebyîndir, ya’nî açıklamaktır.” Bu ta’rîfde de devr ve haşv [fazlalık] vardır. Ayrıca tebyîn kelimesi, kapalılıktan sonra açıklığı ifâde eder. Buna göre, Allahü teâlânın ilmi, ta’rîfin dışında kalır. Onun için bu ta’rîf de makbûl değildir.
(Haşv kelimesi lügatda, yastık içine doldurulan pamuk veyâ benzeri şeyler ma’nâsınadır. Istılâh ma’nâsı ise, zikri, söylenmesi faydasız olan fazlalıktan ibârettir. Haşv, lafzî ve ma’nevî olmak üzere iki kısımdır. Lafzî haşv fazlalığın belli olmasından ibârettir. Manevî haşv, manâyı bozabilir de bozmayabilir de.
Tadvîl [uzatma] da lafzî ve ma’nevî olmak üzere iki kısma ayrılır. Lafzî tadvîlde fazlalık belli değildir. Ma’nevî tadvîl manâyı bozmaz. Buna göre, haşv ile tadvîl arasında iki bakımdan fark vardır.)
6– “İlim, ma’lûmu olduğu gibi isbâttır.” Bu ta’rîfde de devr ve haşv bulunduğundan ve ayrıca isbât kelimesi mecâzî olarak ilim manâsına kullanıldığından, bir şeyin kendisiyle ta’rîfi yapılmış olduğundan, bu da diğer ta’rîfler kabilindendir.
7– “İlim, ma’lûma olduğu gibi i’timâddır.” Bu ta’rîfde de devr ve haşv vardır. Ayrıca Allahü teâlânın kendi ilmine i’timâd etmesini söylemek gibi bir mahzûr da bulunmaktadır. Allahü teâlâ için böyle söylemek câiz değildir. Onun için bu ta’rîf de makbûl değildir.
8– “İlim, bir şeyin sûretinin zihinde meydâna gelmesidir.” Bu ta’rîf, zannı, cehl-i mürekkebi, taklîdi ve vehmi içine aldığından, muhakkıkîn-i hükemâya ve bazı mütekellimin indinde [yanî kelâm âlimlerine göre], en sahîh ta’rîfdir. Böyle olduğu İbni Sadrüddîn hazretlerinden rivâyet edilmiştir.
(Zan, zıddı muhtemel olmakla berâber, inanma tarafı kuvvetli manâsınadır. Yakîn ve şek manâlarında da kullanılır. Şek ile zan arasında fark vardır. Zanda inanma tarafı kuvvetlidir. Şek, birbirine zıt olan iki şeyden birini diğerine tercîh etmeyip, şek eden kimsede meydâna gelen tereddüd ve şüpheden ibârettir.
Yine şek, iki tarafı müsâvî tutulan iki şey arasında durmaktan ibâret olup, insan kalbi o iki şeyden birinin tercîhine meyl etmez. Eğer o iki şeyden birisi, diğerinin üzerine tercîh edilmekle berâber, tercîh olunan taraf da terk olunmazsa, ona zan denir. İki şeyden biri diğerine tercîh olunmakla berâber, tercîh olunan taraf da terk olunursa, ona (zann-ı gâlib) denir. Zann-ı gâlib yakîn mertebesindedir
(Cehl), mutlak olarak bir şeyi bilmemekten ibârettir. Cehl, bazen mevcûd olmaz. Bu durumda, (şey) olmaması lâzım gelir diye, cehlin bu ta’rîfine i’tirâz edilmiştir. Ancak bu i’tirâza, (şey) zihinde düşünülen bir varlıktır diye cevâp verilmiştir.
(Cehl-i mürekkeb), hakîkate uygun olmadığı hâlde, bir şeye kesin bir şekilde inanmaktır. Bir şeyi bilmemek ve o şeyi bilmediği hâlde biliyorum iddiasında bulunmak olup, cehl-i mürekkebin misâlidir.
(Cehl-i basît), cehl-i mürekkeb mefhûmunun hilâfına olarak, [yanî cehl-i mürekkebin zıddı olup,] bilmemek demektir. Meselâ, bir kimse birşeyi bilmez. O şeyi bilmediğini de bilir. Bu, cehl-i basîtdir.
(Taklîd), hüccet ve delîlsiz olarak, başkasının sözünü kabûl etmektir.
(Vehm), hükmün tercîh olunmayan tarafına denir. Tercîh olunan tarafına ise, zan denir. Hükemâya göre vehm, dimâgda bulunan idrâk edici bir kuvvetdir. Bu kuvvet vâsıtasıyla husûsî manâlar anlaşılır. Zeyd’in doğruluğu, Amr’ın düşmanlığı gibi.)
9– “İlim, idrâk olunan şeyin mâhiyyetinin, idrâk eden kimsenin zihninde şekillenmesidir.” Bu ta’rîfin hükmü, bundan önce zikredilen 8. ta’rîfin hükmü gibidir. Bu iki ta’rîf hükemânın ta’rîfi olup, ilmin zihinde düşünülen bir varlık olması i’tibâra alınarak yapılmıştır. Çünki, hükemâ indinde ilim, zihinde var olmaktan ibârettir. Bu iki ta’rîfden birincisi, küllî ve cüz’i olan şeylerin idrâkini, bilinmesini içine alır. İkinci ta’rîf, zâhiren ilmin sâdece küllî şeylerin idrâkine, bilinmesine mahsûs olduğunu ifâde eder.
10– “İlim, manâlar arasında zıddına ihtimâl bırakmayacak şekilde, yerini ayırt etmeyi, sağlayan bir sıfattır.” Bu ta’rîf, ilmi (ilim, ma’lûm ile alâkası bulunan bir sıfattır) diye ta’rîf edene göre, tercîh edilmiş bir ta’rîfdir. Ancak ulûm-i âdiyye denilen herkesin bildiği bilgiler, bu ta’rîfin dışında kalmaktadır. Meselâ, dahâ önce görülmüş olan bir dağ, şimdi altına dönüşmüş değilse de, hârikulâde bir hâdise olarak bu iş câiz olduğundan, o dağın altına dönüşmesi muhtemeldir.
11– “İlim, zıddına ihtimâl bırakmayacak şekilde manâları birbirinden ayırmaktan ibârettir.” Bu ta’rîf, (ilim, âlim ile ma’lûm arasındaki husûsî alâkanın kendisidir) diye ta’rîf eden kelâm âlimleri tarafından tercîh edilmiştir.
12– “İlim, öyle bir sıfattır ki, onunla kendisinden bahsedilen şey, bu sıfata sâhip olan kimseye, şüphe ve tereddüt bulunmayacak şekilde tam olarak açık olur.” Bu ta’rîfin, ilmin mâhiyyetinin en güzel ta’rîfi olduğunu, allâme Seyyid Şerîf Cürcânî hazretleri bildirmiştir.
13– “İlim, bir manânın zihinde başka bir manâya ihtimâl bırakmayacak şekilde meydâna gelmesidir.” Bu ta’rîf, kelâm âlimlerinden Âmidîye âittir.