Şehirlerde ve beldelerde tedâvülde olan ilimler iki kısımdır: Birinci kısım, tabi’î ilimlerdir. İkinci kısım, naklî ilimlerdir.
Tabi’î olan ilimler, insanın fikir ve nazar [düşünme, inceleme] kuvveti ile hâsıl olur. Bu ilimlere, ulûm-i hikemiyye denir.
Naklî olan ilimler, şer-i şerîfin vad’ından alınmış olan ilimlerdir. Bu ilimlere ulûm-i vad’ıyye-i nakliyye denir. Bu ilimlerin hepsi şerî’atin vad’ına, bildirmesine dayanır. Bu ilimlerde aklın dahli yoktur. Fakat, bu ilimleri kaynaklarından istinbât ve istihrâç ederken [çıkarırken] fer’î mes’elelerde aklın dahli vardır. Çünki, birbirini ta’kîb eden hâdiseler, sâdece şerî’atin vad’ıyla nakl-i küllînin içinde yer almaz. Bu hâdiseler için çeşitli kıyâsların yapılmasına ihtiyâcın lüzûmu açıktır. Lâkin, bu kıyâs haberden çıkar. Yanî vad’î olan asıl hükme dayanır ve nakilden doğduğu için nakle bağlı olur.
Arabî ilimler, şer’î ilimlere tâbi’ ve o ilimlere yardımcıdır. Çünki, lisanı arabî, arab kavminin ana lisanı olup, Kur’ân-ı kerîm, en üstün ve en güzel lisan olan bu lisanda nâzil olmuştur.
Ulûm-i nakliyyenin pekçok kısımları vardır. Her mükellef olan, yanî âkıl ve bâlig olan kimsenin, kendisi ile çoluk-çocuğu üzerine farz olan ahkâm-ı ilâhiyyeyi bilmesi lâzımdır.
Ahkâm-ı ilâhiyye, nâs veyâ icmâ’ veyâhud ilhâk ile, kitâb ve sünnetten alınır. Bu hâlde kitâbdan yanî Kur’ân-ı kerîmden hükümlerin çıkarılması, önce Kur’ân-ı kerîmin lafızlarının beyânına bağlıdır. Bunu te’mîn eden ilim (ilm-i tefsîr-i şerîf)dir.
Kur’ân-ı kerîmin nakil ve rivâyetini Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretlerine isnâdından ve kırâatinde kurrânın değişik rivâyetlerinden bahseden ilim ise, (ilm-i kırâat)dir.
Sünnet-i seniyyenin Resûl-i muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine isnâdından ve haberlerine i’timâdın hâsıl olması için, sünnet-i nebeviyyeyi nakil ve rivâyet eden zâtların hâllerinden bahseden ilim de (ilm-i hadîs-i şerîf)dir.
Ahkâmın [hükümlerin] kaynaklarından, istinbât ve istihrâcını [çıkarılmasını] gösteren ilim, (ilm-i usûl-i fıkh)dır.
Ahkâm-ı ilâhiyyeye vâkıf olmanın netîcesi olmak üzere, ef’âl-i mükellefîne âit, furûat-ı şer’iyyeden bahseden ilim, (ilm-i fıkh-ı şerîf)dir.
Şer’î emirler, hâricî işlerle alâkalı olduğu gibi, kalbe âit işlerle de alâkalıdır.
Kalbin fiillerine âit olan teklîf [emr], îmân ve i’tikâd edilmesi lâzım olan şeylere inanmaktır. Bu da Allahü teâlânın zât ve sıfatına, nübüvvete, âhirete ve kaderle alâkalı i’tikâd bilgilerine inanmaktan ibârettir. Bu i’tikâd bilgilerinin aklî delîller ile isbâtından bahseden ilim, (akâid ilmi)dir. Bu ilme, (ilm-i kelâm) da denir.
Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri bilmek, arabî ilimlerde tam bir mahâret sâhibi olmağa bağlı olduğundan, bu durum arabî ilimlerin öncelikle öğrenilmesine sebep olmuştur. Arabî ilimler, ilm-i lügat, ilm-i nahv, ilm- i beyân ve bunların benzerleri olan ilimlerdir.
Şer’î ilimler, müslümânlar arasında son derece ilerlemiş ve bu yolda âlimler ve sultânlar tarafından pekçok fedâkarlıklar yapılmıştır.
Arab kavmi, islâmın başlangıcında ve dahâ evvelki zamânlarda ilme ve sanata âşinâ değillerdi. Asr-ı saâdetden tâbi’în asrının sonuna kadar, ahkâm-ı şer’iyyeyi, nübüvvetin kaynağından [Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem”] ve Eshâb-ı kirâmın ağızlarından almışlar ve zabt ve muhâfaza etmişlerdir. Böylece, din ve dünyâ işlerini gâyet güzel bir şeiklde yürüterek, ilim öğretme ve tedvîn işine ihtiyâcları yoktu. Dahâ sonra Kur’ân-ı kerîmin tefsîrlerinin ve hadîs-i şerîflerin yazılmasına ve hadîs isnâdlarının bilinmesine ve râvîlerinin ta’dîline lüzûm ve ihtiyâc görüldü. Bu ihtiyâc, ahkâm-ı şer’iyyenin farklı zamânlar ve hâdiseler arasında zâyi olmaması maksadına bağlı idi. Dahâ sonra kitâb ve sünnetten ahkâmın istinbât ve istihrâcı hâdiselere bağlı olarak çoğaldı. Lisan ve lügatda bozukluk emâreleri ortaya çıkınca, nahv kâidelerinin yazılmasına şiddetle lüzûm hâsıl oldu. Ulûm-i şer’iyyenin tamâmı, istinbât ve kıyâsda melekelerden ibârettir. Bu melekelerin güzel bir şekilde hâsıl olmasını te’mîn eden diğer ilimlerin, yanî arabî ilimlerle, istinbât ve kıyâsla alâkalı kâidelerin ve ilm-i kelâmın ortaya konmasına lüzûm görüldü. Bunların diğer sanatlarla birlikte öğrenilmesine ihtiyâç duyulmuş ise de, bu ilimlerin öğretilmesi ve öğrenilmesine arabların o zamân bedevî hayâtları müsâid değildi. Bundan dolayı bu ilimler, zarûrî olarak göçebe olmayanlara ve şehirde oturanlara âit olmuştur. O zamânlarda şehirde yaşayanlar, fâris ehli ve diğer göçebe olmayanlardı. Bu i’tibârla, şehirde yaşayanlar ilim ve fende, o devirlerde bedevîlerden dahâ çok ilerlemişdir. Bu sebeple nahv ilmi imâmlarının meşhûrlarının ekserîsi ve hadîs-i şerîf âlimleri ve hâfızları, usûl-i fıkh ulemâsı, ilm-i kelâmda mütehassıs ve mâhir olan zâtların hepsi ve büyük müfessirlerin ekserîsi, diğer ilim ve fen sâhibi meşhûr âlimlerin tamâmı şehirde yaşayanlardan ve fâris ehlinden idi.
Arabî ilimler, şer’î ilimlerin anahtârı ve bunların öğrenilme vâsıtasıdır. Aynı şekilde, ulûm-i akliyye ve hikemiyyenin de öğrenilmesine vâsıtadır. Çünki ulûm-i akliyye vaktiyle islâm âlimleri tarafından arabîye mükemmel bir şekilde terceme edilmişti. Böylece islâm beldelerinde ulûm-i hikemiyyât ve akliyyât da ziyâdesiyle terakkî etmiştir. Bundan dolayı ulûm-i hikemiyyenin öğrenilmesi de arabî ilimlerin öğrenilmesine bağlı olmuştur.
Arabî lisanının temelleri dörttür: Birincisi, ilm-i lügat, ikincisi, ilm- i nahv, üçüncüsü, ilm-i beyân, dördüncüsü, ilm-i edebdir. Bu dört temel ilmi bilmek zarûrîdir. Çünki ahkâm-ı şer’iyyenin kaynağı olan kitâplar arabî olduğundan, arabî ilimleri öğrenmek lâzımdır.
Arabî ilimlerin [âlet ilimlerinin] en mühimi ve en başta geleni nahv ilmidir. Hadîs-i şerîfde bildirildiği üzere, her mükellefin öğrenmesi farz-ı ayn olan ilmin hangisi olduğu husûsunda, âlimler arasında ihtilâf meydâna geldi.
Müfessirlere ve muhaddislere kavline göre farz-ı ayn olan ilm, ilm-i kitâb ve ilm-i sünnetdir. Fıkh âlimlerine göre ise, farz-ı ayn olan ilim, harâm ve halâl ilmidir.
Mütekellimîn [Kelâm âlimleri], yanî akâid âlimleri tarafından farz-ı ayn olan ilm, ilm-i tevhîd ve sıfat diye beyân edilmiştir. Tasavvuf ehli tarafından ilm-i kalb, ehl-i hak tarafından ise, ilm-i mükâşefedir, denilmişdir. Fakat işin hakîkatına en yakın olan, “İslâmiyyet beş temel üzerine kurulmuşdur” hadîs-i şerîfinde bildirilen farzlardan ibâret olduğu beyân edilmiştir. Bu hadîs-i şerîf, tevhîd [îmân], namâz, zekât, Ramazân-ı şerîf orucu ve Hacc-ı beyt farzlarının beyânından ibârettir. Bunlar bütün müslümânlara farzdır. Bütün müslümânlar tarafından öğrenilmesi farz-ı ayn olan ilmin, islâmın bu beş şartı olduğu, âlimlerin büyüklerinden Şeyh Ebû Tâlib-i Mekkî tarafından tercîh olunmuştur. [Ebû Tâlib-i Mekkî, Sôfiyye-i aliyyenin meşhûrlarından olup, 386 [m. 996]da Bağdâd’da vefât etti.]
Bazı âlimler tarafından, bahsolunan bu beş farzın, ancak ihtiyâç ve lâzım olduğu kadar öğrenilmesinin farz olduğu kaydedilmiştir. Buna göre bir kimse, dahve [kuşluk] vakti bülûga erse, o kimsenin, Allahü teâlâyı sıfatları ile delîllerini düşünerek bilmek ve kelime-i şehâdeti manâsı ile berâber öğrenmesi, öğle vaktine kadar yaşarsa tahâret ve namâzla alâkalı hükümleri, eğer Ramazâna kadar yaşarsa oruca âit hükümleri, mala sâhib ise, zengin ise zekât bilgilerini, hac yapmaya gücü yetiyorsa, hac bilgilerini öğrenmek farzdır diye beyân etmişler ve bunun (Fetâvâ-ı Tâtârhâniyye)den naklolunduğunu söylemişlerdir. [(Tâtârhâniyye) fetvâ kitâbını, hanefî fıkıh âlimlerinden Âlim bin Alâ, büyük tâtâr hânı için hâzırlamıştır. Âlim bin Alâ 688 [m. 1289]da vefât etdi.]