15. BÖLÜM
Mazher-i Cân-ı Cânân hazretlerinin bazı kerâmetleri:
Allahü teâlâ Mazher-i Cân-ı Cânân hazretlerine lütuf ve ihsânıyla makâmât-ı ilâhiyye husûsunda sahîh keşf ihsân buyurmuştur. Çünki onun keşfle bildirdiği bilgiler hakîkate muvâfık idi.
Buyurdular ki: Hazret-i Şeyh bana sizin bilgileriniz ve vicdâniyyâtınız, tam olarak sahîhdir. Kıl ucu kadar aykırılık ve muhâlefet yoktur, buyurdu. Bu sebeple hazret-i Îşân’ın talebelerinin ve sevenlerinin keşf varsa, makâmlara olan seyrini açıkca görürlerdi. Hazret-i Müceddid’in “radıyallahü teâlâ anh” beyân buyurdukları gibi, her makâmda o makâma uygun hâlleri, bâtınlarında bulurlar.
Buyurdular ki: Fakîrin keşf ve vicdânı dâimâ kendi hocalarınınkine uygun düşerdi. Yalnız bir kere fakîrden bir yanılma meydâna geldi. Şöyle ki, hazret-i Şeyh bir büyük hakkında: Kemâlâta sizin sebebinizle ulaşılmış buyurdu. Bu fakîr de onun bu sözünün aksini arz ettim. Sizin görüşünüz hatâlıdır. Bizim ki doğrudur buyurdular. Lâkin birkaç gün sonra hâlime inâyet buyurup: Sizin görüşünüz doğru idi, ben hatâ ettim, buyurdular.
Buyurdular ki: Fakîr, sâlike makâmları müjdelerken, çok düşünürüm. Yoksa o makâmın nûrları sâlikin bâtınında zâhir olur. Sonra (kalbime) ilhâm gelmesini beklerim. Müteâkiben (sâlikin) hâllerinde meydâna gelen değişiklikleri sorarım. Eğer ilhâm bu işe uygun ise ve onun bâtınında yeni hâller ve keyfiyetler ortaya çıkarsa, bundan sonra, sana o makâmla münâsebet hâsıl olmuştur diye, ona o makâmın müjdesini veririm. Böyle müjde vermem vukûf arzıyle yanî ben senin böyle bir makâmla münâsebetinin hâsıl olduğuna vâkıf oldum, şeklinde müjdelerim. Yoksa, bâtın nisbetinin önceki evliyânınki gibi hâsıl oldu şeklinde değil. O zamân onun bâtın nisbeti ile önceki evliyânın bâtın nisbetlerinin müsâvî olması lâzım gelir ki, burada maksat bu değildir. Yine sâlike şöyle derim: Şâyet zikir ve murâkabeye devâm edersen, o makâmın fütûhâtından (o makâmda ele geçenlerden) fâidelenirsin. Tâlibler zevkler ve keyfiyetlerle birlikte, Allahü teâlâya yönelmeyi, mürşidlerinin sohbetlerinden elde etmişlerdir. Halvete oturup, vakitlerini ibâdetlerle mamûr ederek ilâhî makâmlara terakkî etmişlerdir. Mebde-i feyyâzda (Allahü teâlâda) buhl (cimrilik) yoktur. Kusûr sâliklerin himmetlerindedir.
Bu satırları yazan fakîr derim ki: Önceki büyükler, mücâhede adımıyla makâmların ve sülûkun en ince noktasına kadar yürüyerek, vilâyet yoluna ulaşmışlardır. Senelerce meşakkatli riyâzetlerle sülûklarını tamâmlamışlardır. Kuvvetli hâller ve Evliyâlık eserleri en güzel şekliyle onlarda görülmüştür. Bu yolda mürşidin cezbesi (çekmesi) ve teveccühü ile makâmlara icmâlen, yanî kısaca münâsebet hâsıl olur. Münâsebetin derecesine göre, makâmların nûrları ve bereketleri zuhûr eder. Fakat bu yolda bulunanların, bir ömrü geçirdikleri zikir ve ibâdetlere yapışmakla hevâdan tasfiye, gayra yönelmeyi giderme, nefsî rezâilden tezkiye, keyfiyetler ve hâllerle itminân, hâllerinin semeresi olur. Harikulâde hâller, mücâhedelere bağlıdır. Vilâyet yakınlığının şartı değildir.
Buyurdular ki: Allahü teâlânın bu fakîr hakkında, şükrü ifâde edilemeyen yüce nimetlerinin en büyüklerinden biri şudur: Allahü teâlâ bu zamânda fakîrin makâmât-ı ilâhîyyeyi keşfinin hakîkate uygun olmasını, bu zamânda tâlibleri irşâd eden bu hânedânın büyüklerinden bu yolun sülûkunu sonuna kadar yapmayı ihsân etti. Hazret-i Îşân firâset nûruyla bunu anlayıp: Eğer siz inanmıyorsanız rûhu zuhûr edip, bu hâdisenin doğruluğuna şâhidlikte bulunması için önceki din büyüklerinden birine arz ediniz. Eğer Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” tasdîk buyurursa, tasdîk işi dahâ kolay olur. Hazret-i Îşân Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek rûhuna Fâtiha okuyup, talebeleri ve sevenleri ile Allahü teâlâya yöneldi. Bu esnâda murâkabe yapanlarda gaybet hâli hâsıl oldu. Server-i kâinâtı “aleyhi efdalissalât” görünüp, “Mirzâ sâhibin müjdelerinin hepsi doğrudur” diye inkârcıları inkârlarından men etti.
Hazret-i Şeyh’ten “rahmetullahi aleyh” yüksek makâmlara kavuşan Şâh Abdülhafîz “rahmetullahi aleyh” buyurdu ki: Ben hazret-i Îşân’dan istifâde etdim. Bana kuvvet hâsıl olması için size her makâmın teveccühlerini yeniden yapayım buyurdu ve vilâyet-i kalbî için bir kaç kere teveccühte bulundu. Fakîr bir gün bu makâmın murâkabesini bırakıp, diğer makâma yönelmiş olarak huzûrlarında oturdum. Beni bundan men edip, “Sana gönüle müteveccih ol” dedim. Sen niçin diğer makâma teveccüh ediyorsun buyurdular. O günden itibâren fakîr Mazher-i Cân-ı Cânân’ın “rahmetullahi aleyh” keşfinin çok doğru olduğu husûsunda yakîn hâsıl oldu.
Ahmed Hân Zübeyr’in halîfesi Şâh Mu’ızüddîn, hocasının emriyle makâmlarla alâkalı noksanlıklarını gidermek için Mazher-i Cân-ı Cânân hazretlerinin huzûruna geldi. Hazret-i Îşân ona teveccüh etdikten sonra, senin nisbetin öyle bir makâma ulaşmıştır ki, hocan sana şöyle bir müjde vermiş buyurdu. Onun hocasının keşfini ikrâr etti.
Mazher-i Cân-ı Cânân hazretlerinden tarîkat makâmları alan Mîr Behâdır, ondan istifâde eder ve derdi ki: Mazher-i Cân-ı Cânân hazretlerinin huzûrunda teveccüh edilmesi gereken makâmı bırakıp, başka makâmda murâkabede bulundum. Hazret-i Îşân beni men edip: Himmet teveccühünü dağıtma. İşte bu makâma teveccüh et. Senin için aşağı makâmlar da münâsibdir. Lâkin himmet terakkî için olmalıdır, buyurdu.
Şeyh Muhammed İhsân, Mazher-i Cân-ı Cânân hazretlerinin “rahmetullahi aleyh” hocası Hâfız Muhammed’in mezârına doğru murâkabede bulundu. Ağzından gayr-ı ihtiyârî: Siz hazret-i Mirzâ sâhibin müjdelerinin doğruluğu hakkında ne buyurursunuz, sözü çıktı. O zât mezârından çıkıp, hepsi doğrudur, buyurdu. Hazret-i Îşân’ın keşiflerinin doğruluğu ile ilgili böyle şâhitler çoktur.
Onun müjdelerinin doğruluğuna kuvvetli delîl, her makâmda sâlikin hâllerinin, tarîkatın imâmı Müceddid-i elf-i sânîye “radıyallahü anh” uygun olarak değişmesidir. Hazret-i Îşân’ın talebeleri bu özellikle mümtâzdırlar ve bâtınlarında keyfiyetler bulurlar.
Hazret-i Îşân’ın, keşf-i kevnî, keşf-i kulûb ve keşf-i kubûrla alâkalı bildirdikleri de, aynı şekilde gerçeğe uygundur.
Muhammed Kâsım’ın birâderi, Mazher-i Cân-ı Cânân’ın huzûrunda şöyle arz etti. Muhammed Kâsım Azmâbâd’da hapsedilmiş. Onun kurtulması için teveccüh buyurmanız lâzım. Biraz sükût edip, alıkonulmamış, arasında dellâllar ile kavga olmuş. Fakat hayırla geçmiş, yârın yâhud ertesi gün geleceğine dâir mektûp göndermiş buyurdu ve aynen öyle oldu.
Gulâm Mustafâ Hânın zevcesi gıyâben teveccüh için oturuyordu. Teveccüh sebebiyle, durumunu öğrenmek için, hergün bir şahsı huzûr-ı şerîfe gönderiyordu. Bir gün gönderdiği şahıs izinsiz gelip, o hanımefendi yaptığı teveccüh sebebiyle feyz gelmesini beklemektedir diye arz etti. Hazret-i Îşân biraz sükût etti ve sonra, izinsiz gelip, yalan söyleme, o hanımefendi şu ânda uyumaktadır, buyurdu. O şahıs kusûrunu itirâf etti.
Bu fakîr bir gün hazret-i Îşân’ın huzûrunda bulunuyordum. Şeyh Gulâm Hasen’e teveccühden sonra şöyle buyurdular. Sen gayr-ı müslîmlerin puta tapınırken yaptıkları yemekten yemişsin. Çünki senin bâtınından küfür zulmeti geliyor. O şahıs dedi ki, Hindû birinden bir şey yemiştim. Bu zulmet ve bulanıklıklar ondan dolayıdır. [Se’âdet-i Ebediyye: 623]
Hazret-i Îşân, Mevlevî Gulâm Muhyiddîn’e bir iş için izin verdiği sırada, önünüzde bir duvar gözüküyor. Umarım yoldan dönersiniz buyurdu. Mevlevî Gulâm birkaç ay sonra dönüp geldi.
Yine Molla Nesîme izin verirken, bir dahâ buluşmamız, görüşmemiz, görünmüyor buyurdu ve öyle oldu.
Buyurdular ki: Azîzânın kalblerine gelen düşünceler hangi konuda olduğunu, onlardan dahâ iyi bilirim. Fakîr, niçin bize bildirmiyorsunuz diye arz ettim. Bunun üzerine settârlık, gizleyicilik perdadârlığından uzaklaşılır, buyurdu.
Bir gün Mazher-i Cân-ı Cânân hazretlerinin huzûrunda oturmuştum. Edebe riâyet etmeyen yaşlı bir kimse gelip, Cân-ı Cânân’ın şöhretinin rahmânî olup olmadığını görmeye geldim, dedi. Hazret-i Îşân o şahsın bu sözlerinden râhatsız oldu. Ben kendi kendime, dervîş olan böyle sözler için kızar mı dedim. Bu düşüncemi anlayıp, öfkeyle böyle düşüncelerden uzak dur, bizi inkâr mı ediyorsun, buyurdu.
Mîr Alî Asgâr şöyle anlatmıştır: Henüz sakalım çıkmamıştı. Hazret-i Îşân’ın ayağını öptüm. Bana iltifât edip, başımı iki eliyle kaldırdı. Bu sırada gönlümden, yüzüm tüysüz diye, elini yüzüme değdirdi diye geçti. Bu kötü düşünceden dolayı gönlümde değişiklik meydâna geldi. 12 sene sonra o düşüncemi açıkladılar. Ben bu açıklamasından sonra, iki şeye hayret ettim. Biri gönlümden geçen düşünceyi bilmesi, diğeri hâfızasının kuvveti.
Hâfız Muhammed İhsân şöyle anlatmıştır: Mazher-i Cân-ı Cânân hazretlerine, çocuğuma isim koymasını arz ettim. Gönlümden çocuğuma Muhammed Hasen ismini koyar ise iyi olur diye geçdti. Hâtırımdan bu düşünce geçer geçmez, oğlunuzun isminin Muhammed Hasen olmasına karâr verdim, buyurdu.
Gulâm Askerî Hân da şöyle anlatmıştır: Hazret-i Îşân gönlümden geçeni bilip, oğlumun adını Gulâm Kâdir koydu.
Mazher-i Cân-ı Cânân hazretleri “kaddesallahü sirrehül’azîz” bir gün fâhişe bir kadının kabri yanında oturmuştu. Kabre teveccüh eyledi. (Yanî hâtırına başka birşey getirmeyip; yalnız onu düşündü.) Bu mezârda Cehennem ateşi var. Kadın ateşin alevinden dolayı kıvranıyor. Kadının îmânlı olmasında şüphe ediyorum. Rûhuna hatm-i tehlîl sevâbı bağışlayacağım. Îmânı varsa, afv olur buyurdu. Hatm-i tehlîlin sevâbını bağışladıkdan sonra, elhamdülillah îmânı varmış, kelime-i tayyîbe tesîrini gösterip, azâptan kurtuldu buyurdu. [Se’âdet-i Ebediyye: 1018]
Bu satırları yazan fakîr Abdullah-ı Dehlevî derim ki: Hadîs-i şerîfte şöyle bildirilmişdir: (Bir kimse, kendisi için veyâ başkası için 70 bin aded kelime-i tevhîd okursa, günâhları afv olur.)
Bir gün hazret-i Îşân, Nüvvâb Emîr Hânın kabri başında murâkabede bulundular. Afv ve magfiretine sebeb, seyyidliği ve halkın onu kınaması ve aleyhinde konuşmasıdır. Resûl-i Ekremin “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek nesline mensûb olması şerefdir. Onu kınayanların, aleyhinde konuşanların amellerinin sevâbları, onun amel defterine yazıldı.
Bu satırları yazan fakîr (Abdullah-ı Dehlevî) derim ki: Birisi, hazret-i Şeyh Muhyiddîn Ekber’i rüyâda gördü. Minberde vaaz ediyordu. Evliyâ, Enbiyâ aleyhimüsselâm orada bulunuyordu. Enbiyâ aleyhimüsselâmın sizin meclisinizde bulunması hayrete şâyân bir şeydir, dedi. Bu mertebeye siz azîzlerin ihsân ve ikrâmlarıyla kavuştum. Sizin benim hakkımda yaptığınız gîbet ve kınamalarınız sebebiyle sevâp ve rahmet-i ilâhî bana peşpeşe geliyor, buyurdu.
Edepsiz biri, hazret-i Îşân’ın keşiflerini kabûllenemeyip, inkâr yoluyla, benim dostlarımdan birinin yattığı şu kabrin hâli nasıldır, biliniz dedi. Bir miktâr sükût ettikden sonra, yalan söyleme, bu kabir bir kadına âittir buyurdu. O şahıs, hazret-i Îşân’ın keşfini denemek istemiştim, diyerek özür diledi.
Bir şahıs, bu günlerde vefât eden yakınımın durumunun iyi olmadığı anlaşılıyor. Günâhlarının afvı için duâ buyurunuz, diye arz etti. Hazret-i Îşân o vefât eden kimsenin afvı için Allahü teâlâya yalvarıp, istigfâr ettikten sonra, himmet ve duâ buyurdu ve vefât eden o kimse afv ve magfiret olundu. Vefât eden şahsı akrabâları rüyâda gördüler. Hazret-i Îşân’ın duâsıyla beni afv etdiler, dedi.
Mazher-i Cân-ı Cânân hazretlerinin duâsı ve himmetiyle çok ihtiyâç sâhibi murâdına kavuştu. Ölmek üzere olan hastalar şifâya kavuştu.
Buyurdular ki: Biz dervîşleriz, tedâviye gücümüz yetmez. Ancak yüksek hocalarımızı vesîle ederek hastalıkları gideririz. Allahü teâlânın yardımıyla hastalar şifâ bulur.
Mîr Alî Asgâr’ın annesi hastalanmıştı. Hazret-i Îşân onun hastalıktan kurtulması için teveccüh ettiler. Henüz şifâ vakti gelmedi diye ilhâm olundu. Birkaç gün sonra evine teşrîf ettiler. Hasta uzak mesâfedeydi.
İlhâm-ı gaybî ile hastanın şifâ bulma vakti geldi buyurdular. Gıyâben, onun şifâ bulmasına himmet etti ve hasta o ânda şifâya kavuştu.
Pîr Alî çok hastalanmıştı. Hiçbir ilâç ona fâide vermiyordu. Hazret-i Îşân hastalığının gitmesi için teveccüh ettiler ve sıhhate kavuştu.
Hazret-i Îşân’ın komşusu şiddetli hastalanmıştı ve ölmek üzere idi. Hazret-i Îşân, yâ ilâhî! Onun vefâtına tahammül edemem. Ona şifâ ihsân eyle diye duâ etti. Duâsı kabûl olunup, hasta iki üç gün içinde sıhhatine kavuştu. Hasta sâhipleri onun iyileşmesine hayret ettiler. Çünki ölüleri diriltmek, hazret-i Îsâ aleyhisselâmın mu’cizesidir.
Bu satırları yazan fakîr Abdüllah-i Dehlevî derim ki, bedeninde bir hastalıktan dolayı ölmek üzere olan bir kimsenin, hazret-i Îşân’ın teveccühleriyle şifâ bulmasına niçin şaşılsın. Onun teveccühleriyle rûhânî hastalıkların şifâsı hâsıl olmaktadır. Ölü kalbler, o hazretin inâyetleriyle ebedî diriliğe kavuştular. Mâsivâdan kurtulup, fenâ ve bekâ derecelerini elde etdiler. Şeyh diriltir ve öldürür sözü, hazret-i Îşân’ın hâli idi. Sünnet-i nebeviyyeyi “sallallahü aleyhi ve sellem” ihyâ eder, bid’âtları kaldırırdı. Nefsin kötülüklerini yok ederdi. Kalblere iyilikleri yerleştirirdi. Allahü teâlâ onu en iyi mükâfatla mükâfatlandırsın.
Gulâm Mustafâ Hân’ın eceli gelmişti. Dermânsızlıktan başı göğsüne düştü. Aklı başından gitti. Hazret-i Îşân onun bu hâlden kurtulması için duâ ve himmet etti. Gücü, hisleri ve aklı yerine geldi. Konuşmaya başladı.
Hazret-i Îşân’dan tarîkat alan Askerî Hânın vâlidesi bir gün, murâkabeden sonra, huzûruna gelip, eteğine yapıştı. Kızımın çocuğu olacağı müjdesini vermedikçe, eteğinizi bırakmam dedi. Hazret-i Îşân biraz sükût ettikten sonra, gönlünüzü hoş tutunuz, râhat olunuz. Allahü teâlâ kızınıza çocuk ihsân edecek. Allahü teâlâ inâyetiyle, buyurduğu gibi oldu. O çocuk gençliğinin ilk zamânlarında, Çeştîyye tarîkatına girmek istedi. Hazret-i Nakşibend “radıyallahü teâlâ anh” o gence rüyâsında: Ey genç! Benim evimden nereye gidiyorsun buyurdu ve onun hâline teveccüh buyurdu. Gencin kalbi zikretmeye başladı. Hâllere kavuştu. Hazret-i Îşân Mazher-i Cân-ı Cânân’a “kuddise sirruh” gelip, Nakşibendiyye yoluna girdi.
Bir gün buyurdular ki: Bir kere azıksız ve bineksiz yola çıkmıştım. Her konakladığım yerde, Allahü teâlâ tanımadığım kimseler vâsıtasıyla ihtiyâçlarımı gideriyordu. Yolda ansızın şiddetli yağmur yağmağa başladı. Hava soğuktu. Arkadaşlarım eziyet çektiler. “Yâ Rabbî! Yağmuru etrafımıza yağdır. Arkadaşlarım ile ıslanmadan, gideceğimiz yere varalım”, diye duâ etdim. Duâmız kabûl olundu.
Hazret-i Îşân’ın gadâbı ve gayreti, Kahhâr olan Allahü teâlânın kahrının bir nümûnesi idi.
Buyurdular ki: Önceleri benden tarîkat alan kimseleri, herkesin arasından benden bahsetmeyiniz diye, ismimi açıklamaktan men etmiştim. Bir gün hâfız Sa’dullah “rahmetullahi aleyh” Muhammed Refî’a; siz tarîkatı kimden aldınız diye sordu. Büyüklerimden aldım diyerek, o hazretin yüzüne fakîrin ismini tutuyordu. Bu söz gayretime dokundu. Son derece râhatsız oldum. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk’a “radıyallahü anh” kadar tarîkat meşâyıhı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ondan yüz çevirdiler. O şahıs iki üç gün içinde öldü. Bunun gibi hazret-i Îşân’a karşı edepsizlik yapan birkaç kişi de küstâhlıklarının cezâsını çekdiler.
Buyurdular ki: Fakîrin mîzâcı nâzik ve son derece gadâplıdır. Bu durum irşâd için uygun değildir. Gadâp okumu köreltmesi için, senelerce Allahü teâlâya yalvardım. Fakat gadâp gerektiği şekilde gitmedi. Gadâplandığım kimseye gadâbım zarar veriyor. Onun bâtın nisbetini yok ediyor.
Buyurdular ki: Yalnız kızmakla, kızılan kimsenin nisbeti, kayan yıldız gibi kendi makâmından inmekdedir. Azıcık rızâmızla ise, gönlümüzün hoşnûd olduğu kimsenin nisbeti ise, sıcak hava gibi yukarı yükselmektedir.
Hazret-i Îşân’ın keşf ve kerâmetlerine âit nakiller çoktur. Burada iki üç nakille yetinildi. Çünki kerâmetin esâsı Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” doğru tâbi olmaktır. Tâlibleri Allahü teâlâya yakınlık mertebelerine ulaştırmak ve böyle büyük kerâmetlerin hazret-i Îşân’dan meydâna gelmesi güneşten dahâ açıktır “radıyallahü teâlâ anhüm”.
Her ne kadar davete icâbet sünnet ise de, bu zamânda niyetler bozuk olduğundan ve şartlar mevcûd olmadığından, davete icâbet etmemek evlâdır. Zîrâ zamânın insanları büyük bir meşgûliyet içindeki geçim darlığından dolayı, mazûrdur ve güçsüzdürler. Böyle kimseler nasıl ziyâfet verebilirler. Tekellüfle, sıkıntıya düşerek, borç alıp ziyâfet veriyorlar. Bu şekildeki ziyâfetin meşru olmadığı malûmdur. Fakîr dahâ çok bu şekildeki ziyâfetlerin zararlarını tecrube ve firâset nûru ile anladım ve bunu terk ettim. Çünki, (Mümin bir delikden iki kere sokulmaz) sahîh hadîsdir. Fakîrin yalvarma ile yapılan davetleri kabûl husûsunda, şartları vardır.
Birincisi: Davet eden kimsenin eşrâftan ve asîl bir kimse olması.
İkincisi: Mallarına harâm mal karışma şüphesi olan zenginlerle berâber olmaması.
Üçüncüsü: Davet eden kimsenin biraz iyi hâl ve takvâ sâhibi olması.
Dördüncüsü: Harâmı helâlden ayırabilmesi.
Beşincisi: Davete yakın zamân içinde gasb ve soygun işlerinin yapılmamış olması.
Altıncısı: Davet, ihlâsla ve hâlis bir niyetle olması.
Fakîr, davet sâhibinin bizi memnûn edeceğini kalben bilirsem, bu daveti kabûl ederim. Zîrâ Hak sübhânehü ve teâlâ, bize öyle bir firâset vermiştir ki, onun nûruyla bize gizli incelikler açık olur. Bu akîdenin aksi makbûl değildir. Fakîr insanların, şâki mi sa’îd mi olduğunu alınlarından bilirim. Hâlleri gizli olmakla berâber, ebdâli ebdâl olmayandan ayırd ederim.
Fakîr, dostlarımdan, talebelerimden ümmîdsiz değilim. İki şey müstesnâ: Biri, onların zenginlerle berâber olmaları. Ancak düzgün niyetle ve nisbeti muhâfaza etmek şartıyla, lüzûmu kadar zenginlerle görüşmekte mahzûr yoktur. İkincisi, pîrân hakkında itikâdlarının bozuk olması. Dünyâ, Allahü teâlânın sevmediğidir. Dünyâ yaratılalıdan beri Allahü teâlâ dünyâya rahmet nazarı ile bakmamıştır. Şâyet baksaydı, kâfirler sivri sinek kanadı kadar dünyâlığa kavuşmazdı. Belki tamâmı îmân edenlerin hissesine düşerdi. Elhamdülillah ki, zamânımızın zenginlerinin biz dervîşlerle irtibâtı yok. Yoksa onların ne hâli kalır, ne de boş vakti.
Nitekim Hâce Muhammed Hâşim-i Keşmî, hazret-i Müceddidin “radıyallahü teâlâ anh” makâmları husûsunda şöyle buyuruyor: Bir gün bu fakîr, Hâce Bâkîbillah’ın halîfelerinden Hâce Hüsâmeddîn Ahmed’in huzûrunda bulunuyordum. Orada bulunanlardan biri, ümerânın dervîşlerle irtibâtları yok. Bu tâifeye hürmet etmiyorlar. Hâlbuki dahâ önceki ümerâ hürmet ederdi diye şikâyette bulundu. Bunun üzerine hazret-i Hâce şöyle buyurdu: Ey birâder! Böyle olmasını Allahü teâlânın hikmetlerinden bil. Zîrâ önceki dervîşler, dünyâdan ve dünyâ ehlinden o kadar sakınırlardı ki, zenginler onlara irtibât yolunu açsalar da, zenginlerin sohbetinden dahâ fazla sakınırlardı. Hâlbuki, bu zamânın dervîşleri ekseriyetle şöyledir: Ümerâ ve zenginler ile berâberlik ve muhabbet yolunu açınca, ister istemez onların fakr ve inzivâsında tam bir gevşeklik gösterir. O hâlde, Allahü teâlâ keremiyle bu dervîşleri koruyor. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek ayağını bastığı yere, hazret-i Sıddîk-ı Ekber “radıyallahü anh” başını koymuştur. Hazret-i Sıddîk-ı Ekber’in “radıyallahü teâlâ anh” ayağını koyduğu yere, hazret-i Müceddid “radıyallahü teâlâ anh” başını koymuştur. Hazret-i Müceddid’in “radıyallahü anh” basdığı yere, fakîr başımı koymuşumdur. Ya’nî fakîr, aslâ bu yolda tasarruf yapmadım. İki şey müstesnâ: Birisi, teveccüh sırasında bir çeşit beden hareketi. İkincisi: Nefes sayısınca teveccüh etmek. Bu da bazı tarîkat büyüklerinden alınmış olup, hareket esnâsında teveccühün, teveccüh olunan kalbe tesîri kuvvetle ve süratle ulaşır. Nefes sayısında yârâna teveccüh ederken müsâvâta riâyet olunur. Yine bu amelden tâliblerin istidâtlarının farklı olduğu anlaşılmakdadır. Fakîrin, izhâr etdiğim zevklerim ve mevâcidim, kemâl davâsında olduğuma ve nefsimi tezkiyeye haml olunmamalıdır. Belki tahdîs-i ni’met bir emir olup, onunla memûrum. Âyet-i kerîmede meâlen (Rabbinin ni’metlerini an) (Duhâ sûresi: 11) buyuruldu. Sôfî kendine gelen ilâhî ni’metlerden birini gizlerse, o ni’metin hak- kını zâyi etmiş olur. Meselâ, uzun boylu olan bir kimse kendini tanıtırken kısa boylu olduğunu söyliyemez. Eğer kısa boyluyum derse yalan söylemiş olur.