Sual: Modernist bir din adamı bir yazısında şöyle diyor;
“Hıristiyan âlemi katoliklerin zalim ateş gibi yakan, kan kusturan işkencesi altında inlerken, pek geride idi. Dinin bütün esrarını, kiliselerin karanlık meydanlarına benzeyen varlıklarında gizlenmiş gibi görünen ve anlaşılmaz bir lisanın kelimelerini sihirli bir tavır ile terennüm eden papazların önünde hıristiyanlar diz çökerdi. Kilise kaldırımlarını öper, hazret-i İsa ile kendi aralarında haberci sandıkları bu mabudcukların ayaklarına kapanırlardı. Hocalar da Kuranı okurken, her ırktan müminler bu anlayamadıkları şeyi sihirlenmiş gibi dinliyor. Hıristiyanlar içinde bir reformcu çıktı. İncili tercüme etti. İncil anlaşılınca, Allahın vekili gibi görünen papazlar küçülmeye başladı. İslamiyetin Lutheri şimdi Asya’da çıktı. Bu reformcu Kazanlı Musa Bigiyef, Kuranı Türkçeye tercüme ediyor. Bu haber müslümanların fikir ve vicdanının esaretten kurtulacağına bir müjdedir. Ta, 4.halife zamanında siyasete karıştırılan dinin dört mezhep imamı tarafından ortaya konulan ahkamı da şüphelidir.
Hak ve hakikat nasıl parçalanabilir? Bir işin nasıl yapılacağını dört mezhep imamı, başka başka bildiriyor. Bunların dördü de, nasıl doğru olabilir? Dört imamın zekalarının, ileride gelecek bütün insanların zekalarının da yetişemeyeceği üstünlüklere ulaşmış olduklarını akıl kabul etmez. Yalnız onların çıkardığı ahkâm doğrudur. Başka türlü hükümler çıkarmak, doğru değildir demek, insan aklını zincire vurmak olur.
İnsanların ihtiyacı, zamana göre değişmektedir. Kur’ân-ı Kerîmde işaret buyurulduğu gibi, (Her günün bir hâli vardır.) Dört imamın eskiden çıkardıkları donmuş hükümleri, her gün değişen ihtiyaçlara ölçü olarak kabul etmek, Kur’ân-ı Kerîme uymamak olur. İslamiyeti kuran, bunların olacağını bildiği için, ahkamın zamanla değişeceğini bildirmiştir. Değişen ve yenileşen ihtiyaçları, uygunsuz hükümlerle ölçmek, İslamiyete uygun değildir. Dört imamın ictihadı, din demek değildir. Bu âlim ve fadıl adamlar, Kurandan ve hadislerden dinin ahkamını çıkardıkları gibi, müctehid olmak derecesine yükselen her müminin de bu iki kaynaktan yeni hükümler çıkarması, niçin mümkün olmasın?”
Bunlara ne cevap vermek lazım?
Cevap: Dinde reformcu, evvela Kur’ân-ı Kerîmin tercümesini ele alıyor. Bugün müslümanım diyenlerin çoğu Kur’ân-ı Kerîmin şimdiye kadar tercüme edilmemesinden, din bilgilerinin gizli kalmış olduğundan şikayet etmektedir. Kur’ân-ı Kerîmin başka dillere çevrilmesini İslam âlimleri yasak etmiş gibi konuşuyorlar. Bu şikayetleri tamamen yanlıştır. Evet, İslam âlimleri, Kur’ân-ı Kerîmi başka dillere tercüme etmeye kalkışmamıştır. Çünkü, Allah kelamının, kendi lisanındaki beyan, belâgat ve mükemmeliyet bozulmaksızın, tercüme edilmesini göze alamamışlardır. Tercüme ne kadar başarılı olursa olsun, Allah kelamının icazına varılabilmesi imkansız görülmüştür.
Kur’ân-ı Kerîm, diğer semavi kitaplarda bulunmayan bir icaza mâliktir. Arabistan’da belâgat yarışları yapıldığı bir zamanda nazil olmuş, hepsini geride bırakmiştir. Böyle bir kitabın tercümesinin de, böyle olması lazımdır. Bu ise, mümkün değildir. İnsan gücünün üstünde bir belâgati olan Kur’ân-ı Kerîme lâyık bir tercüme yapabilmek için, insan gücünün üstünde bir kuvvet lazımdır. Bu iş, bir iktidar problemi, yani Kur’ân-ı Kerîmin üstünlüğünü korumak meselesidir. Kur’ân-ı Kerîmin belâgat ve icaz zevkini tatmak isteyenlerin Arap edebiyatını ve tefsir, usul-i fıkıh gibi daha nice İslam ilimlerini öğrenerek, Kur’ân-ı Kerîmin huzuruna çıkmaları lazımdır. Kur’ân-ı Kerîmin ayaklarına gelmesini beklememelidirler.
Kur’ân-ı Kerîmin Türkçe tefsirini yazmakla Türkçe tercümesini yapmak, başka başka şeylerdir. Tercümesi tefsirinden daha güçtür. Şimdiye kadar, Türkçe tefsiri ve tercümesi yazılmamış da değildir. Yazılmış, fakat ehli tarafından beğenilmemiştir. Bu reformcular, bu işin ilk olarak moskof reformcusu tarafından yapılmaya başlandığını sanmakla aldanıyorlar. Bunların dediği gibi, müslümanların fikirleri, vicdanları bir tercüme ile esaretten kurtulacak ise, daha evvelki tercümelerle kurtulmuş olmaları lazım gelirdi. Hem de, vaktiyle (Mevakib) gibi ve (Tıbyan) gibi türkçe tefsirleri yapmış olanlar, şimdi tercümeye kalkışan ahlak ve din bilgilerinde kara cahil olanlar gibi değillerdi. Yirmi ana ilmde ve çok sayıdaki alet bilgilerinde söz sahibi olan salahiyetli, kıymetli kimseler idi. Müslümanlar bunları okuyup, istifade ediyorlardı. O türkçe tefsirleri beğenmeyen dinde reformcuların istediği, yoksa başka türlü, yani kendi görüşlerine uygun bir tercüme mi olacak? Arapçanın daha gramerini bilmeyen cahillerin yapacağı bir tercüme, bütün müslümanlara, Kur’ân-ı Kerîm olarak kabul ettirilecek, dinde reformcular, Kur’ân-ı Kerîmin Türkçe herhangi bir tercümesine Kuran diyecekler.
Türklerin namazlarını işte bu türk Kuranı ile kıldıracaklar. Müslümanlığa sığmayan, asıl tehlikeli şey, Kur’ân-ı Kerîmi türkçeye tercüme etmek değil, belki her hangi bir tercümenin, namazda Kuran yerine okunmasına kalkışmaktır. Kur’ân-ı Kerîmdeki kelam-ı ilâhî, belâgat ve icazın zirvesinde bulunan o Arabî kelimelerin ve cümlelerin içindedir. Bu kelimeler ve cümleler, kul yapısı değildir. Hepsi Allahü teâlâ tarafından konulmuş, dizilmiştir. Her biri, başka başka mânâlar taşımaktadır. Bu manalardan hangisinin murad-ı ilâhî olduğu kestirilemez. Başka başka manalara göre yapılan başka başka tercümelerden herhangi birisine Kur’ân-ı Kerîm denilemez.
Başka başka ictihadlara göre, din imamları tarafından Kur’ân-ı Kerîmdeki âyetlere, başka başka mânâlar verilerek her birinden birer hüküm çıkarılmış ve mezhepler, o hükümlerden meydana gelmiş ise de, Kur’ân-ı Kerîmdeki topluluk, birlik hep muhafaza edilmiştir. Her mezhebin çıkardığı hükme göre Kuran tercümesi yapılacak olursa, mesela Hanefilerin namazlarında okuyacağı Kuran ile Şâfiîlerin namazlarında okuyacağı Kuran başka olurdu. Böylece, müslümanların her fırkasının ve her mezhebin başka başka kitabı bulunurdu. İslam dini de, hıristiyanlık gibi, karma karışık olurdu. Dinde reformcular, yoksa İslamiyeti bu hâle sokmak için mi, tercüme edilmeli diye direniyorlar? Müslümanların kitabındaki birliği korumak ve kitapullahı herhangi ufak bir şüpheden uzaklaştırmak için İslam âlimleri, Kur’ân-ı Kerîmi Resûlullahtan geldiği gibi muhafaza buyurmuşlardır. Hatta, Abdullah ibni Abbas gibi ve Abdullah ibni Mesud gibi ve hazret-i Ali gibi Ashâb-ı kiramın ayrı ayrı bildirdikleri Kur’ân-ı Kerîmlerin, Ashâb-ı kiramın çoğunun söz birliği ile bildirdikleri, bugün elimizde bulunan Kur’ân-ı Kerîmden pek az ayrılıkları bulunduğu için, bunlara (Kıraat-i şazze) denilmiştir. Bunlar, fıkıh âlimleri için bir senet oldukları ve Kur’ân-ı Kerîmin tefsiri için kullanıldıkları hâlde bile namazda okunmaları caiz görülmemiştir. Şunun bunun yaptığı ve bugün beğenilen, yarın beğenilmeyecek olan, Türkçe hatta Arapça tercümelerin, Kur’ân-ı Kerîm yerine namazlarda okunması nasıl caiz olabilir? Hiç bir İslam alimi, buna caiz dememiştir. Namazda Kur’ân-ı Kerîmin fârisî olarak okunabileceği, İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe’den rivayet edilmiş ise de, İmam-ı Âzam’ın bu ictihattan geri döndüğü, Nuh bin Meryem tarafından bildirilmiş ve usul âlimleri fârisî okumayı bile kabul etmemişlerdir.
Kur’ân-ı Kerîmin mânâsını anlamadan okunmasına bile sevap verileceği bildirilmiştir. Bu da, müslümanlığın anayasası demek olan bu Kitab-ı mübinin değiştirilmekten korunması içindir. Görülüyor ki Kur’ân-ı Kerîmin türkçe tefsiri veya tercümesi yazılabilir ve yazılmıştır. İslam âlimleri, bunu yasak etmemişlerdir. Fakat bunlar, Kur’ân-ı Kerîmin belâgatini taşıyamazlar. Murad-ı ilâhîyi bildiremezler. Kur’ân-ı Kerîmin mânâsını ve mânâlarındaki incelikleri anlamak isteyen ve belâgatinin zevkini tatmak dileyen müslümanlar, bu Kitab-i mübini kendi lisanı ile okumalı ve mânâsını ve zevkini bundan almak için lazım gelen bilgileri öğrenmekten üşenmemelidirler. Şekspir’in, Victor Hugo’nun ve Şair Bâkî efendinin şiirlerindeki incelikleri anlamak ve bundan zevk almak için, İngilizceyi, Fransızcayı ve Arabçayı, edebiyatı ile birlikte öğrenmek lazım olduğu gibi, Allah kelamının belâgatini ve inceliklerini anlayabilmek için gerekli ilimleri öğrenmeye emek vermeden, bunları anlamaya kalkışmak çok yanlıştır. Cebrâil “aleyhisselâm” adındaki meleğin, Peygamberimize indirdiği bu kelimelerden ve sözlerden başka, Arapça da olsa, okunan şeyler Kur’ân-ı Kerîm okumak olmaz. Mesela, cünüp iken, Kur’ân-ı Kerîm okumak haramdır, büyük günahtır. Fakat, onları okumak, haram olmaz.
Dinde reformcular diyor ki (İnsanın namazda okuduğunu, Rabbinden istediğini bilmesi lazımdır.) Böyle sözler, ibadetlerin ne demek olduğunu anlamamış olmayı gösterir. Çünkü, namazı, insanın kendisi tertip etmemiştir. Namazın ve bütün ibadetlerin nasıl yapilacağını, yaparken neler okunacağını Allahü teâlâ Peygamberine bildirmiştir. Peygamberimiz de, bunları, öğrendiği gibi Ashâbına bildirmiş ve kendi de yapmıştır. Farzları, vâcipleri ve haramları, Peygamber bile değiştirmemiştir ve değiştiremez. Din imamlarımız bunların hepsini Ashâb-ı kiramdan görerek ve işiterek anlamışlar ve kitaplarına yazmışlardır. Bu derin âlimler bildiriyor ki namazda okunacak Kuranın, Allah kelamı olması lazımdır. Vazife, ancak böylece yapılmış olur. Namaz içinde okuduğunun mânâsını anlamak isteyenler, biraz çalışarak, bunların mânâsını da, önceden kolayca öğrenebilirler. Dünya kazançları için yıllarca çalışılıyor, nice bilgiler, çeşitli diller öğreniliyor da, bunun için neden çalışılmasın? Namaz dışında, müslümanlar, kendi dilleri ile de, duâ edebilirler. Namazda okudukları ayetlerin mânâlarını da, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenebilirler. İslam düşmanlarının, dinde reformcuların kitaplarından öğrenmeye kalkışanlar, yanlış, bozuk, çirkin şey öğrenmiş olurlar. Emekleri boşa gider.
Kur’ân-ı Kerîmin mânâlarını ve din bilgilerini doğru olarak öğrenmek ve öğretmek için ve namazı kolay ve zevkle kılmak için, bütün dünyadaki müslümanlar, Arapçayı din lisanı olarak kullanmaktadırlar. Erkeklerin beş vakit namazı camide cemaat ile kılması lazımdır. Herkes kendi dili ile kılarsa, çeşitli milletlerde bulunan, başka diller konuşan müslümanlar, birlikte namaz kılamazlardı. Hutbelerin tercüme edilmesinde de, bu mahzur vardır. Her kavm hutbeyi kendi dili ile okumaya kalkarsa, Türk, Çerkez, Laz, Kürd, Arnavud, Alman, Hindli gibi müslümanların Cuma ve bayram namazlarında, ayrı ayrı camilere ayrılmaları ve müslümanların parçalanması tehlikesi hâsıl olur.
Bu reformcular, İslamiyeti değiştirmek, bozmak için mezhep imamlarımızın ictihadlarını çürütmeye kalkışıyor. Ashâb-ı kirâm zamanında İslamiyetin bozulmuş olduğunu, akıllı bir dostun değil, cahil, iftiracı bir düşmanın bile söylemesi, hatta düşünmesi haklı olamaz. 1.300 sene evvel bozulmuş olan bir dinin bugün doğru bir şeklini bulmak nasıl mümkün olur? Bu reformcuların, dini düzeltmek, doğru ictihadları yapmak için çalışmaları boş yere olur. Mezhep imamlarının ellerine, dinin temel bilgileri doğru olarak geçmedi ise, şimdiki dinde reformculara, o bilgilerin adı ve nişanı bile kalmamış olur. Bunlar, bu sözlerin maskesi altında, Kur’ân-ı Kerîmden ve hadis-i şeriflerden çıkararak değil de, kendi noksan akılları ve kısa görüşleri ile bularak, keyiflerine göre uydurarak, ictihad yapmak çabasındadırlar. Hak ve hakikat parçalanamaz diyerek, dört mezhepten hangisi doğru olur diye mezheplere leke sürmeye kalkışıyor. Öte yandan da, ictihad serbest olmalıdır. İlericiler de ictihad yapmalıdır diyerek, hakkı paramparça etmeyi savunuyorlar. Her biri kendi anladığını, düşündüğünü beğenip, başkalarının ictihadını kötüleyerek, ictihad kapısını açmaya çalışırken, kapattıklarının farkına varamıyorlar. Derme çatma sözlerini bir tarafa bırakarak deriz ki ictihad etmek hakkını ve salahiyetini, İslamiyet dört kişiye bırakmamıştır. Ashâb-ı kiramın her biri de ictihad etti. Onlardan sonra gelen âlimler arasında ictihad makamına yükselenler çok oldu. Fakat, onların ictihad ettikleri sözleri, kitapları bugün elimizde bulunmadığı için, mezhepleri unutuldu. Yalnız dört mezhebin kitapları meydanda kaldı. Kur’ân-ı Kerîmin tefsiri ve tercümesi işi gibi, ictihad da, bir ihtisas ve iktidar işidir. Küfrü ve şirki bile ayıramayan bu reformcuların, bu ihtisasa ve iktidara mâlik olmadıkları da meydandadır.
Tavsiye Yazı —> Vehhabilerin başlıca fikirleri nelerdir?