Sual: Günümüzde bazı ilahiyatçılar hadis-i şeriflerin pekçoğunun uydurma olduğunu bu sebeple de itibar edilecek tek kaynağın Kur’an-ı Kerim olduğunu söylüyor. Dinimizi ise mealden öğrenmemiz gerektiğinde ısrar ediyorlar. Böyle söyleyenlere nasıl cevap vermek lazım?
Cevap: Sünnet, kelime olarak yol, kanun, âdet ve prensib mânâlarına gelir. Istılahta ise kavl-i resûl, fi’l-i resûl ve takrîr-i resûl diye bildirilmiştir ki; Hazret-i Peygamberin yapılmasını emredip övdüğü veya yaptığı yahut da yapılırken görüp de mâni olmadığı işlere denir. Kitap ve sünnet birlikte söylenince, kitap, Kur’ân-ı kerîm, sünnet de, hadîs-i şerîfler demekdir. Farz ve sünnet denilince, farz, Allahü teâlânın emirleri, sünnet ise, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sünneti ya’nî emirleri demekdir. Sünnet kelimesi yalnız olarak söylenince islâmiyyet, ya’nî bütün ahkâm-ı islâmiyye demekdir.
Sünnet, delâlet [delil olma] bakımından Kur’ân-ı kerîmden sonra İslâm Hukuku’nun ikinci kaynağıdır. Bunlardan sonra icmâ-i ümmet ve kıyâs-ı fukahâ gelir. İcmâ-i ümmet, bir asırda bulunan müctehidlerin ictihadlarının birbirine uygun olması, bir işin hükmünde ittifak etmeleri, birleşmeleri demektir. Kıyâs-ı fukahâ ise, nass ile çıkarılamayan hükümlerin, benzerlik bağı sebebiyle hakkında hüküm verilen meselelere benzetilmesi demektir.
Kur’ân-ı Kerîm Ne Diyor
Kur’ân-ı kerîmde: “Allâh’ın Resûlü size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının!” (Haşr:7), “Allah ve Resulü bir iş hakkında hüküm verdiği zaman, hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadın için kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur ” (Ahzâb: 36), “Ey îman edenler! AlIah’a ve Peygamberine ve sizden olan ulü’l-emre itaat ediniz!” (Nisa: 59), “Nitekim Biz size, ayetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan, bir Peygamber gönderdik.” (Bakara: 151), “Ey Resulüm, de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. De ki: “Allah’a ve peygambere itaat edin. Yüz çevirirlerse bilsinler kî, Allah inkâr edenleri sevmez” (Âli İmrân: 31-32) diye geçen âyet-i kerîmeler, sünnetin dindeki yerini ve ehemmiyetini bildirir.
Peygamber Buyurdu
Hazret-i Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) de: “Bana Kur’an verildi. Onunla beraber onun misli de verildi” (Sünen-i Ebû Dâvud), “Sünnetimden yüz çeviren benden değildir.” (Müslim), “Benden sonra sünnetime ve Hülefâ-yı râşidinin sünnetine sıkı sanlınız!” (Tarîku’n-necât, M. Hasan Can Es-Serhendî) ve “Ümmetim bozulunca, sünnetime uyana şehit sevabı verilir.” (İmâm Hâkim) buyurmuş ve sünnet-i seniyyenin kıymet-i harbiyesini haber vermiştir.
Bu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifler, sünnetin, delâlet ve ehemmiyetini bildirmek bakımından ziyâdesiyle kâfîdir. Akıl sâhipleri için bu deliller yeter de artar bile. Ancak Kur’an-ı kerîmin de ifade ettiği “onların kalplerinde hastalık vardır, Allah da onların hastalığını arttırmıştır” âyeti, bu kimselerin ne kadar çürük bir iddiâ ve tehlikeli bir davanın savunucusu olduklarını gözler önüne sermektedir.
Birinci İddia: Hadisler Geç Yazıldı!
Hadîsleri inkâr edenlerin birinci ve en büyük iddiâsı; ‘en yakın hadis kitabı Hazret-i Peygamber’den 300 sene yazılmıştır’ görüşüdür. Yani denmek isteniyor ki, ‘Hazret-i Peygamber’den 3 asır sonra yazılmış olan kitaplar İslâm’da nasıl kaynak olabilir?
Peki, hakikat böyle midir? Elbette böyle değildir. Bu iddiâ, koca bir yalandan ibârettir. Sadece bu meselede bilgisi olmayanları aldatmaktır.
Çünkü, Hazret-i Peygamber daha kendi döneminde komşu devlet adamlarına mektuplar yazdırmıştır. Medîne’de “Medîne Vesîkası” denilen ilk anayasa kabul edilmiştir. Bunlar hep hadîs-i şerif niteliğindedir.
Muhaddis Sahabîler
Öte yandan sahabeden Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali, Abdullah bin Amr bin Âs, Câbir bin Abdullah, Sa’d bin Ubâde, Abdullah ibn Ebi Evfâ, Semüre bin Cündeb hadîs-i şerif yazmış; Hazret-i Âişe, Berâ bin Âzib, Ebû Hüreyre, İbn Ömer, İbn Abbas, İbn Mes’ud ve Zeyd bin Sâbit’e de hadîs-i şerif yazdırmışlardır. Hazret-i Peygamber, Mekke’nin fethinden evvel, hadîs yazma işini, Kur’ân-ı kerîmle karışma ihtimâli sebebiyle yasaklamış olsa da bundan sonra bu işe müsaade etmiştir.
Maamâfîh Ömer bin Abdülaziz devrinde meşhur muhaddis Ebû Şihâb Zührî vazîfelendirilerek, Medîne’deki evleri kapı kapı gezmiş, sahabîleri dinlemiş ve bunları deftere yazmıştır. Ömer bin Abdülaziz’in hilâfeti hicrî 99-101 arasıdır.
İkinci Asır
Tâbi’în ve Tebe-i tâbi’înden büyük hukukçu ve muhaddisler hadîsleri sistemli bir şekilde toplayıp yazmışlardır. Yemen’de Hemmâm bin Münebbih (132/749), Ma’mer (153/770), Abdürrezzak bin Hemmâm (211/826); Mekke’de İbn Cüreyc (150/767); Basra’da Hammâd bin Seleme (167/783) ve talebesi Amr bin Âsim (213/828); Şam’da Evzâî (157/773); Kûfe’de Ebû Hanîfe (150/767), Süfyan Sevrî (161/777); Horasan’da İbn Mübarek (161/777); Medîne’de îmam Mâlik (194/809) hadîs-i şerifleri toplayıp yazmakla meşhurdur.
Demek oluyor ki hadîs-i şerifler, 300 sene sonra yazılmaya başlanmamış, bilakis asr-ı saadetle beraber başlamıştır. Bunun dışında hadîslerin tedvîn döneminin gecikmesi, yazının inkişâf etmemesi ve sözlü aktarımın yazılı olana nispetle tercîh edilmesi sebebiyledir. Nitekim Kur’an-ı kerîmin yazılması, Hazret-i Ebû Bekir döneminde, çoğaltılması ise Hazret-i Osman döneminde olmuştur.
Erike Hadîsinin Haberi
Hadîs-i şerifleri reddedenler ikinci olarak; asr-ı saadetten sonra bir çok hadîs uydurulmuş ve kütüb-i sittede bile bir çok mevzû [uydurma] hadîs bulunmaktadır tezini ileri sürmüşlerdir. Bu sebeple hadîs-i şeriflerin doğruluğu bahis mevzuu olamaz iddiâsındadırlar. Dolayısıyla da ”Bize Kur’an’dan söyle’ derler.
Bununla ilgili Hazret-i Peygamber; “Sakın sizden birinizi koltuğuna yaslanmış otururken, kendisine emrettiğimiz veya yasakladığımız hususlardan bir husus geldiğinde; biz bunu bilmiyoruz, biz Allah’ın Kitabında ne bulduksa ona tabi oluruz diyen biri olarak görmeyeyim.” (Ebû Dâvud, Tirmizî, İbn-i Mâce, İmâm Ahmed) buyurmuştur. Erike hadisi olarak meşhur olan hadîs-i şerif, bu iddiâyla ortaya çıkacaklarını asırlar öncesinden bildirmiştir. Erike dayanılıp oturulan yer, sedir, koltuk manasına gelmektedir.
Muhaddislerin Dikkati
Yukarıdaki sözleri sarf edenler bilmelidir ki; hadîs rivâyetinde bulunan kimseler, önceki râvîler hakkında çok dikkatli davranmışlar, asla şüpheye mahal verecek bir açık kapı bırakmamışlardır. Meselâ râvînin adâletiyle alâkalı; yalancı olup olmadığı, İslam’ın emir ve yasaklarına uyup uymadığı, râvinin yeterince tanınıp tanınmadığı ve bid’at ehlinden olup olmadığı tenkidlerini yapmışlardır.
Zabtıyla alâkalı ise; rivâyetlerinde yanlış yapıp yapmadığı, dikkat etmesi gereken hususlarda gaflet edip etmediği, hadisin sened ve metninde hata edip etmediği, sika [güvenilir] râvîlere muhalefet edip etmediği ve râvînin hafızasının zayıf olup olmadığı tenkidlerini yapıp işi ciddiye almışlardır. Hadis ilminde sadece cerh ve ta’dîlin[1] usul ve esaslarının belirlenmesiyle yetinilmemiş; bunun yanında, cerh ve ta’dîli yapacak kimselerde de birtakım hususiyetler aranmıştır. Bu hususiyetleri taşımayan kimselerin yaptıkları cerh ve ta’dîle ise itibar edilmemiştir. Mesela, doğru sözlü olmak, sözünü tutmak ve günahlardan kaçınmak, bu konuda râvinin sahip olması gereken önemli özelliklerden sayılmıştır.
Buhârî’nin Dikkati
Meşhur bir hikâye olarak anlatılır. İmâm Buhârî hadîs rivâyeti için gittiği bir yolculukta hadîs râvîsinin elinde hiçbir şey olmadığı halde bir at çağırdığını görür. Uzaktan bu hâle şâhitlik eden Buhârî, “Bu adam, elinde bir şey olmadığı halde sanki varmış gibi gösterip hayvanı kandırıyorsa, beni de hadîs rivâyeti konusunda kandırabilir” düşüncesiyle geri dönerek ne kadar hassas ve titiz davrandığını ortaya koymuştur. Hatta bulduğu hadîsi yazmadan evvel guslettiği, iki rekat namaz kıldıktan sonra istihâre yaptığı, eğer rüyâda Peygamber Efendimiz’i görüp uygun olduğuna dâir işâret aldıysa ancak o zaman hadîsi yazdığı rivâyet edilir.
Bize Kur’ân Yetmez Mi?
Hadîsleri tanımayanlar üçüncü olarak, “Kendilerine okunan kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Şüphesiz bunda inanan bir kavim için bir rahmet ve bir öğüt vardır.”(Ankebût: 51) âyet-i kerîmesini kendilerine delil göstererek; Kur’ân size yetmez mi?, Kur’ân’daki bu âyetten haberiniz yok mu? ve Bu âyet gösteriyor ki sünnete gerek yoktur. gerekçesiyle bu iddiâları sarfetmektedirler. Evvelâ âyet-i kerîme ne demek istiyor ona bakalım:
Ankebût sûresinde bulunan bu âyet siyak-sibak yani öncelik sonralık cihetinde incelendiğinde, Kur’ân’ı kerîmi ancak zâlimlerin inkâr edeceği ve inanmamakta ısrarcı olan topluluğun [müşriklerin] mu’cize talebinde bulundukları anlatılmıştır.
Daha sonra ise “Kendilerine okunan kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi?” ayet-i kerimesi gelmiştir. Bu ifadede açıkça görüleceği üzere “onlar” hitâbıyla müşriklere işaret edilmiş ve “Eğer anlasalardı Kur’ân mucize olması bakımından onlara yeterdi. Başka mucize aramalarına lüzum yoktu.” manâsı kastedilmiştir. Yoksa “Kur’ân’dan başka delil kabul etmeyin hâ!” denilmemiştir.
Eğer öyle olsaydı en başta zikrettiğimiz âyet-i kerîmelerin ne manâsı kalırdı? Böyle kimseler hadîs inkarcılığı yapmak için bir çok âyeti de inkâr ettiklerinin farkına varamıyorlarsa ne acı. Eğer varıp da kasıtlı yapıyorlarsa o zaman söylenecek hiç söz yok zaten. Bu iddia sahiplerine “Kur’ân’dan namazın nasıl kılınacağını hadi tarif et bakalım?” denildiğinde hiç bir cevâp veremedikleri esefle müşahede edilecektir.
Peygamber De İnsan
Bu kimselerin başvurdukları diğer bir iddiâ da: “Peygamber’in vazîfesi ancak Kur’ân’ı tebliğ etmek değil mi? O da bizim gibi beşer değil mi? sözleridir. Evet Hazret-i Peygamber insan olma hususiyetleri bakımından beşerdir ama bizden farkı vahiy almasıdır. Allâhu teâla tarafından seçilip peygamberlik vazîfesinin verilmesidir. Nitekim Fussilet sûresinin 6. âyet-i kerîmesinde: “De ki: Ben de sizin gibi beşerim ancak bana vahyolunuyor…” buyrulmuştur. Bu âyet-i kerîme Hazret-i Peygamber’in konumunu bildirmek bakımından kâfîdir.
Şâir demiş ki:
Muhammedün beşerun velâ ke’l-beşer,
Bel hüve yâkûtun beyne’l-hacer.
Yani ”Muhammed aleyhisselâm beşerdir ama sıradan bir beşer değildir. Bilakis taşların içinde yâkût taşı gibidir” demiştir. Yâkût da taş, kaya parçası da taştır. Ama aralarında ne kadar fark var.
Kompleks
Hadîsleri inkarcılık, tarîhi geçmişi itibariyle bakıldığında son 100 senenin meselesidir. Ne yazık ki gerek müsteşrikler, gerek reformistler ve tarihselciler, mal bulmuş mağribi gibi bu işe girişip insanların kafalarının karışmasına sebep olmuşlar ve müslümânları doğru yoldan uzaklaştırmaya çalışmışlardır. Şimdi de devam etmekteler.
Müslümanların 20. asra zayıf ve güçsüz girmesi, bazılarını izah edilemeyecek derecede aşağılık kompleksine ve aslını inkâr derekesine düşürmüştür. Halbuki asıl bu gidişât, mü’minlerin terakkîsine, ilerlemesine mânîdir. Keşke gittikleri batıl davânın, kendilerine faydadan çok zarar getireceğini fark edebilseler.
Hâşâ kuluna zulmetmez Hüdâsı,
Herkesin çektiği kendi işini cezâsı.
[1] Cerh; günahkârlık, tedlis (karıştırıcılık), yalancılık gibi sebeplerle bir râvinin, hadis mütehassısları tarafından rivayetlerinin reddedilmesi, ravinin adalet ve zabt yönünden eksikliklerini, zaaflarını tesbit etmek, rivayetlerini iyice tetkik etmek, râviyi, rivâyetin sıhhat ve değerine te’sir edecek noksan sıfatlara nisbet etmektir.
Ta’dil; bir râviyi rivayetleri kabul olunacak şekilde vasıflandırmak, tanıtmak, râvinin adalet ve zabt sıfatlarını taşıdığına hükmederek rivayetlerinin sıhhatini ortaya koymaktır.
Tavsiye Yazı –> Neleri bilmekle mesulüz, neleri değiliz?