Sual: Reformcu Musa Carullah Bigiyef’e göre, (Saltanat muharebeleri, mezheplerin ayrılmasına ve İslamiyetin parçalanmasına sebep olmuş!)
Cevap: İslamiyette mezheplerin ayrılmasını saltanat kavgalarına bağlamak, mezheplerin ne olduğunu bilmeyen cahillerin sözüdür. Dini siyasete karıştırmaktır. Mezheplerin ayrılması, İslamiyetin insanlara verdiği fikir hürriyetinden doğmuştur. Mezheplerin ayrılmasında bir sultana, bir hükümdara yaranmak düşüncesi var ise, o yüce makam, elbette uluhiyet makamıdır.
Sual: Musa Carullah Bigiyef (Kuranın mahluk olup olmaması üzerindeki çekişmeler, İslamiyetin temelini baltalamıştır) diyor.
Cevap: Reformcu, mezheplerin siyasetle karıştırılmasına bir de misal veriyor. Memun halife, Kurana mahluk demeyen âlimleri sıkıştırmıştı. Fakat, bu işkenceleri siyasi düşünce ile değildi. Âlimleri siyasi düşünce ile ezmeyi düşünse idi, bunu yapmak için daha birçok sebepler bulabilirdi. Memun, işkencelerini siyasi düşünce ile yaptı dersek, din siyasete karıştırılmış olmayıp, dinsizlik siyasete karıştırılmış demek daha doğru olur. Reformcu, dinsizliğin kabahatini dine yükletmeye kalkışıyor.
Sual: Musa Carullah Bigiyef (Seneler geçtikçe, Kuran ve hadisler, din adamlarından ziyade, hükümdar olmak isteyenlerin elinde, sihirbazların oyunları gibi şekil değiştiriyordu. Düşmanı kılıçla, kuvvetle mağlub edemeyince, Kuranı istediği gibi tefsir ediyorlar, işlerine yarayacak hadisler uyduruyorlardı) diyor.
Cevap: Reformcu, Musa Bigiyef hiç bilmediği ilim kollarına dil uzatıyor. Tefsir kitaplarının en kıymetli sayfalarını lekelemeye kalkışıyor. O kitapları yazanların ictihad buyurdukları yerler üzerinde, münazara ve edep kanunlarına uygun münakaşa etmeye herkesin hakkı vardır. Fakat, Kur’ân-ı Kerîmin belâgatinden haberi olmayan bir reformcunun, Zemahşeri’nin tefsirine dil uzatması kadar yersiz ve gülünç bir şey olamaz.
Sual: Musa Carullah, (İslamiyetin temiz inanışları, İlm-i kelam denilen akıntılarla kirletildi, bozuldu) diyor.
Cevap: Koca reformcu moskof Bigiyef’in kitabından alınan bu sözler, din cahilliğinin açık bir etiketidir. İlm-i kelamın İslamiyete nasıl ışık tuttuğunu, nasıl hizmet ettiğini, o ilmin içine girerek inceliyenler anlayabilir. Koskoca bir ilme karşı böyle derme çatma sözlerle saldırmanın hiçbir kıymeti olamaz. Fen yobazları, ilim-i kelama, hep nazariyeler, tecrübesiz düşünceler diyerek saldırmaktadır. Bunlar bilmiyor ki din bilgileri nakil yolu ile önce gelenlerden haber almakla öğrenilir. Tecrübe, fen bilgilerinde olur. Fen bilgileri tecrübe ile öğrenilir. Her 2 ilmin insandaki yeri beyindir. Beyin ise, yalnız düşünür, hesap eder. İşittiğinin, yaptığının doğru olup olmadığını anlar. Tecrübeyi yapan, insanın beyni değil, organlarıdır. Bu reformcu, bildiği şeyleri, elleri ile mi biliyor, yahut ayakları ile mi anlıyor?
Sual: Reformcu, mezheplerin yalnız 4 tane olmasını kabul etmiyor. (Müslümanlar 4 mezhep içinde sıkışıp kalırsa, terakkiye, ilerlemeye imkan olamaz. Aklı, önce din esaretinden kurtarmalıdır. Akıl, Allahın verdiği sınırsız bir nimettir. 4 mezhebin dışına çıkmalı, aklı hürriyete kavuşturmalı) diyor. Reformculardan Celal Nuri de (Tarih-i tedenniyat) kitabında, (İctihad kapısı kapanmıştır diyorlar. Bu olamaz. Osmanlılar yanlış, fenâ kanunlara bağlı kaldılar. Dünyanın öbür ucunda hayat şartları değişti. Osmanlılar bunlara uymadı. Geri kaldı) diyor.
Cevap: Evet, yaşamak şartları değişti. Fen ve sanat ilerledi. Fakat, yanlış, fenâ kanunlar diye taş attıkları ahkâm-ı İslâmiyye, onları hangi buluşlardan men’ etti? Yol yapmayın, tren işletmeyin, gemi yapmayın, madenlerinizi yer altında bırakın, yahut bunların işletme hakkını komünistlere, kapitalistlere satın, kâfirlerle ticaret yapmayın, makine, teknik, tayyare, elektrik ve radyo gavur icadıdır. Bunları sakın öğrenmeyin. Para kazanmayın, futbol maçlarında birbirinizi öldürün mü dedi? Haşa, İslamiyet ahlaka, fazilete verdiği önem kadar, sanatta, teknikte de çalışmayı ve kâfirlerin bulduklarını da araştırmayı, öğrenmeyi önemle emretmektedir.
Sual: Koca reformcu Musa Carullah, (Osmanlılara önceleri uygun gelen İslam kanunları son zamanlarda, kâfi gelmedi, yetersiz oldu. Çünkü, Osmanlı devleti kurulurken, Arap bedevileri gibi idi. Sonra Avrupa’ya yayılarak, sosyal hayat değişti. Kanunlar ise, donmuş olarak kaldı) diyor.
Cevap: İslamiyetin, çadırda yaşayan bedevilere ve onlar gibi olanlara göre bir din olduğunu, medeni milletler için reforma muhtaç bulunduğunu söyleyen reformcuların, İslamiyete nasıl bir gözle baktıkları meydandadır. Bunlar, bir yandan (dine hurafeler karışmış, ilk haline çevirmek lazım) derler. Bir yandan da, (dinin ilk hâli Arap çöllerinde çadırda yaşayanlar içindir) demekten çekinmezler.
Sual: Reformcu, (İslam dini, tek bir adam tarafından ortaya konulmuştur) diyor.
Cevap: Reformcu Musa Carullah’ın bu sözü, dinin Allah tarafından gönderildiğine inanmadığını göstermektedir. Vaktiyle, Hollandalı Dozy [1820-1884] de böyle söylemişti. Dozy ve bundan duyduğunu söyleyen bizdeki reformcu, İslamiyeti, İngiliz parlamentosundaki birkaç yüz mebusun kabul ettiği livâta kanunu gibi, bozuk düşüncelerin ham meyvası gibi sanmaktadır. İnsanların yapacağı kanun, elbette dayanıksız olur. Bir zaman sonra, yine yapanlar tarafından değiştirilmektedirler.
Sual: (Dinde hakikat tanınan her şeyin, her zaman hakikat olarak, kabul edileceğini, bir an düşünsek bile…) diyor.
Cevap: Dinde reformcular, dinin, sözünde durmayan adam gibi, bir hâlden bir hâle dönmesini mi istiyorlar. Her gün, başka bir şekil alacak dinin, Allah tarafından gönderilmesine ne lüzum var? Bunu herkes yapabilir. İşlerine gelmeyince değiştirilecek bir din! İşte reformcular, böyle din istiyorlar.
Sual: (Nass olan yerde, ictihad yapılamaz ve açıkça bildirilen emirler, başka manaya çevrilemez, sözleri, İslamiyetin 2 temel kanunudur. Bunun için İslam âlimleri, bankadaki faizlere, haram demişlerdir. Halbuki faiz, sermayenin gıdasıdır. Sermaye, alışverişin, yani ticaretin dinamosudur) diyor.
Cevap: Dinde reformcu, faizi sanki methetmektedir. Avrupa’da, Amerika’da kapital sahiplerinin, alnı terlemeden, oturduğu yerde para kazanmasına imrenmektedir. Halbuki kapitalistlerin bu sömürücülüğü, komünistliği doğurmuştur. İslamiyet, faizi haram ve zekat vermeyi emrederek, sermaye sahiplerinin, işçileri ve çiftçileri sömürmesini önlemiş, komünistliğe giden yolları tıkamıştır. İslamiyetin her türlü faizi kesinlikle yasak etmesini terakkiye engel gibi göstermek, modası geçmiş bir şikayeti tazelemek kadar mânâsızdır.
Sual: (İslam kanunlarının değişmez, donmuş olduğunu gösteren misallerden biri de, evkaf teşkilatıdır. (Şart-ı vakıf, nass-ı şari gibidir) [yani, vakıf tarafından konulan şartlar, Kur’ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerdeki emirler gibidir] sözü, fıkıh kitaplarının temel bilgilerinden biridir) diyor.
Cevap: Vakıf edilen mallar ve mülkler, vakıf eden kimselerin hayatta iken mallarıdır. Bütün dünya anayasaları, herkese kendi malını istediği gibi kullanmak hakkını tanıdığına göre, vakıf edilen malları, vakıf eden kimsenin istediği şartlara göre kullanmak lazım geldiğine kimsenin dil uzatmaya hakkı yoktur.
Sual: (Evkafın bu kadar çok olmasının sebebi, dindarlıktan, iyilikten ziyade, yağmacıların topladıkları serveti, bir başkası yağma etmesin diye, binaların %99unu kendilerine ve evlatlarına garanti ederek, geri kalan %1i ile bir cami, bir medrese veya bir tekkeye sadaka vermişlerdir) diyor.
Cevap: Vakıf bilgilerini, böyle cahilce sözlerle değil, birer birer incelemekle konuşmak lazımdır. Şu kadar söyleyelim ki vakıfların şimdiye kadar değişmeden kalması, çok iyi olmuş. Bu sayede, devlet bütçesinin yarısına yakın bir değer taşıyan mallar, mülkler, millete kalmış. Eğer hükümetlerin, evkaf mallarına el uzatmasına set çeken vakıf kaidesi olmasaydı, bu büyük servetin yerinde şimdi belki yeller eserdi.
Sual: (Müslümanlar arasında birçok parazit insanlar yaşıyor. İnsanın çalışmasından başka bir şeyi olmadığı bildirildiği hâlde, medreseler, imaretler, tekkeler, faydasından ziyade zararı olan milyonlarca tembel kimse ile doluyor) diyor.
Cevap: İnsanın çalışmasından başka bir kazancı olmadığını bildiren, Vennecmi sûresindeki âyet-i kerimedir. Dinde reformcular, bu âyet-i kerimeyi çok söylerler. Fakat mânâsını az anlarlar. Bu âyet-i kerimeden önce ve sonra olan âyet-i kerimeleri bilenler, bunun ahiret kazancı için olduğunu kolayca anlarlar. Bundan başka, dünyada insanlar, çalışmadıkları şeylerden de istifade edebilirler. Miras, bunun açık bir misalidir. Bu âyet-i kerime, ahirette bir insanın başkasının suçundan zarar görmeyeceği gibi, istifadesinin de, yalnız kendi kazandığı olacağını bildiriyor. Her müslümanın, ahiretine zarar vermemek şartı ile dünyayı kazanmaya çalışması da lazımdır. Böyle çalışmak ibadettir, dini vazifedir. Bu vazifeyi bildirmek için, yukarıdaki âyet-i kerimeye yanlış mânâ vermenin yeri yoktur.
Reformcunun mektep talebelerini zararlı bir parazit olarak göstermesi ve fakirlere, kimsesizlere yardım için yapılan imarethaneleri, hayır yerleri olarak değil de, zararlı yer olarak göstermesi, şaşılacak şeydir. Medreselerin, imaretlerin, yani aş evlerinin maarife, kültüre ve insanlığa faydalı olduğuna şüphe yoktur. Fakirler için hastahane de yaptırmamalı mı?
Sual: (Hristiyanlık da, Sâbit idi. Değişmemesi için çalıştılar. Sonra, bir hristiyan reformcunun isyanı, her tarafa yayıldı. Sâbit, değişmez olan kaideler yıkıldı) diyor.
Cevap: İlâhî dinler hep Sâbit idi. Din denilen şey Sâbit olur. İnsanlar tarafından değiştirilirse, yenisine din denmez, dinsizlik denir. Şimdiki hristiyanlık dini böyledir. İsa aleyhisselâmın Allah tarafından getirdiği din, Bolüs [Paulus] tarafından bozularak, dinsizlik haline getirildi.
Sual: (Beyazlarla siyah ırklar karışabilir. Bundan hâsıl olan melezler, medeniyet kuramazlar. O ırklardaki ruh, yani ortak duyguları yıkılır. Güstav Löbon’un ortaya koyduğu bu teori, Osmanlılarda görülmektedir. Osmanlıların devşirme usulü ile ve cariyelerle ırkına karışan kanlarla ruhları bozuldu. Zekaları arttı ise de, ahlakları kötüleşti) diyor.
Cevap: Güstav Löbon, (Karışan ırklardan sayısı az olanlar, birkaç nesilden sonra, kanları değişerek yok olurlar) diyor. Osmanlılarda çoğunluk hep Türklerde olduğu için, türklük yok olmamıştır, artmış ve kuvvetlenmiştir. Avrupa milletlerinde demokrasi, sınırsız denecek kadar ilerlediğinden, ırklar büsbütün karışmış bir haldedir. Bu karışıklıkları, gerilemelerine sebep oldu mu? Amerika’da belli bir ırk yoktur. Çeşitli ırkların karışmasından meydana gelmiştir. Halbuki teknikte en ileride bulunuyor. Müslüman olmakla da şereflenselerdi, ahlakları da düzelirdi. Eski İslam medeniyeti yeniden dünyaya ışık salardı. Irkların karışması, tarih boyunca çoğalmakta iken, medeniyet azalmıyor. Reformcunun söylediğine göre, ırkların en az karıştığı ilk çağlardaki insanların daha medeni olması lazım gelirdi. Halbuki ilk insanların medeni olmadığını, kendi tarih kitapları yazmaktadır. O hâlde Güstav Löbon’un teorisi doğru değildir.
Osmanlıların felaketini hazırlayan ahlaksızlığın, çöküntünün sebebi olarak ırkların karışmasını göstermek, çok çürük ve pek gülünç bir davranıştır. Çöküntünün, ahlaksızlığın biricik hakiki sebebi, okumuşlarda dinsizlik, okumamışlarda ise bilgisizliktir. Dinsizliğin ahlakı kötüleştirmesi, bilgisizlik ile olan kötüleşmekten katkat fazladır. Bunun içindir ki okumuş dinsizler, daha kötü, daha aşağıdır. O hâlde, cemiyetlerin yaşayabilmesi için dinli bir ilim ve buna dayanan, bir terbiye metotu lazımdır. Osmanlıların çökmesini önlemek için, eski dertleri olan cehaletten kurtarmak isteyenler, daha tehlikeli olan dinsizlik belasına sürükleyerek, Osmanlı medeniyetini büsbütün yok ettiler.
Sual: (Osmanlı padişahlarının kuvvetini halifelik de arttırdıktan sonra, sultanlar, milletin gözünde yarım mabud gibi oldular. Onların bir işareti ile servet, haysiyet, şeref, hatta can dahi yok edilirdi. Bu dikta işkencesi, Allahın Cehennemlerinden ziyade korku verirdi) diyor.
Cevap: İslam dini (İslamiyetin yasak ettiği emirlere itaat olunmaz. Bunlara karşı da gelinmez) maddesini anayasaların başına koymuştur. İslam milletlerinin başında bulunanlar, ister padişah, ister halife veya başka isim taşısınlar, her istediğini yaptırmak derecesine çıkamazlar. Hiçbir vakit, yarı mabud olamazlar. Padişahlar arasında böyle aşırı davrananlar asla görülmedi. Çok merhametli olanları, affedicileri oldu. Çöküntü, zulümden değil, merhametten doğdu. Bu halleri, dinden değil, dini dinlememelerinden olmuştur. İslamiyetin, devlet reislerini de içine koyduğu şartlar, sınırlar, İslam milletlerinin hepsi tarafından her zaman bilinmekte idi. İslamiyet, İslamiyete uymayan, kanunsuz hareket eden devlet başkanlarının keyifi emirlerini tanımamayı, daha Avrupalılar (İnsan hakları beyannamesi) ni yazmadan çok evvel, müslümanlara yalnız bir hak değil, bir vazife olarak da vermiştir.
Sual: Reformcu diyor ki (Dinin kendisi değil, fakat müslümanlardaki din anlayışı ve dine dayanan dikta idaresi, kökünü yine dinden alan aile terbiyesi, ferdi, sosyal hayatta başarısız bir hâle düşürmüştür.)
Cevap: (Vur abalıya) ata sözünü hatırlatacak şekilde, her kabahati dine yükletmek ve dinin kendisi değil de, din anlayışı gibi kaçamak kelimeler arkasında maskelenmek, dinde reformcuların başlıca prensibidir. Dinin, dikta idaresini değil, adaleti emrettiği, güneş gibi meydandadır. Bu hakikati reformcunun inkar etmesi, kör olanın güneşi inkar etmesi gibidir. Bu inkara ilim değil, maskaralık denir.
Sual: (Yüksek hakikatların birçok hurafeler içinde yok olmasına, müslümanların kanaatkarlığı, tevekkülü ve teslimiyeti sebep olmuştu. Kanaatin tükenmez bir hazine olduğunu bildiren hadis öyle anlaşılmış ki çalışmak lazım olduğuna bile inanılmıyor) diyor.
Cevap: Müslümanları, kanaat ettikleri için tembel oldular diye lekelemek, çok haksız bir iftiradır. Kanaat, çalışmayıp tesadüfen önüne çıkanı kullanmak, başka bir şey aramamak demek değildir. Kanaat, bileğin emeyi, alın teri karşılığı kazanılana razı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek demektir. Başkasının daha çok kazandığını görünce, onu kıskanmamak, onun gibi çok çalışmak demektir. Kanaat demek, ihtiyacından fazla kalan kazancını bir yere yığmayıp, İslamiyetin emrettiği hayırlı yerlere vermek, fakirlere, kimsesizlere, hastalara, cihat edenlere yardım etmek demektir. Kanaat, böylece iyi ahlakın kaynağı olduğu gibi, insana mahrumiyetler içinde kaldığı zaman saadet temin eden sarsılmaz bir kale gibidir. Şair diyor ki:
Ey zaman! İnsanlara hücum ederken, beni de herkes gibi sanarak üzerime gelme! Bileğimi bükemezsin! Karşında beni yalnız sanma! Arkamda kanaat gibi yenilmez bir ordu vardır.
Sual: (İslamiyette mezhepler türedi. İmanda bile 2’ye ayrıldılar. Ashâb-ı kiramın izinde gidenlere ehl-i sünnet denildi. Bu yoldan ayrılanlara, ehl-i bidat denildi. Ehl-i bidat de, 7 kısma ayrıldı. Şimdiki müslümanlar, bu bidat fırkalarından cebriye yolunu tutmuşlardır. Ehl-i sünnet olduğunu söyleyenler, insanın elinden bir şey gelmez. Her şeyi Allah yaratır. Takdir ne yolda ise, insan da onu yapar diyorlar. Bunlara göre insan, her bakımdan acizdir) diyor.
Cevap: Reformcu, (Ehl-i sünnet) mezhebi ile Cebriye fırkasını birbirine karıştırıyor. Evet insan, kudret-i ilâhiye karşısında her bakımdan acizdir. Fakat, müslümanlar kendilerini âciz, başkalarını kuvvetli bilseydi, o zaman reformcunun bir şey söylemeye hakkı olurdu.
Sual: (Avrupa kıtası küçük ve çok kalabalık ve toprağı fakir olduğundan Avrupalılar yaşayabilmek için, tabiatla çarpışmaya, fen ve sanatta ilerlemeye mecbur oldu. Muhtaç olan Avrupalıların birbiri ile dövüşmesi de, buna sebep oldu. Afrikada sıcak havalar insanları gevşetti. Ekvator ormanlarındaki bol ve çeşitli meyvalar tembelliğe sebep oldu. Asyada, Afrikanın kızgın çölleri ve Avrupanın buzlu dağları olmadığı için, Asyalılar rahat yaşadılar. Hayatı kazanmak için kolay çalıştılar. Asya kıtası medeniyetin beşiği oldu. Demek ki şarklı bir millet de çalışabilir, yükselebilir. Osmanlıların geri kalmasını, şarklı olmasında, iklimde aramamalıdır. Dinde, kaza ve kader anlayışında aramalıdır) diyor.
Cevap: Osmanlıların kaza ve kaderi yanlış anladıklarını, insanların kendilerine kıymet vermeyip, hadiselere teslim olduklarını bir an için kabul etsek bile çöküntüyü meydana getiren sebepler başkadır. Bunu kısaca açıklıyalım:
Müslümanların hadiselere teslim olmasını hoş görmeyen ilericiler, gözlerini açar açmaz, milletin bu halinden istifade ederek, onları aldatmaya, mevki ve menfaat kapışmaya koyuldular. Onlar memleketin yükselmesi için çalışsalardı, itaate ve teslimiyete alışmış diyerek kötüledikleri bu millet, onlara da teslim olur, yükselmekte güçlük çekilmezdi. Görülüyor ki kabahat millette değil, milleti doğru yola sürüklemeyen, koltuk sahibi ilericilerdedir.
Milletin uyanması elbette lazımdır. Fakat, koca millet, hep birden uyanamaz ya. Önce uyananlar, iyi yolda çalışmadılar. Yalnız kendilerini düşündüler. Kötülüklere alet oldular. Geri kalanlar uyanmadan, biz kendi keyfimize, kendi kazancımıza bakalım dediler. Bizden sonra ne olursa olsun, yeter ki post elden gitmesin diyerek sandalyelerini, koltuklarını sağlamlaştırmak için, milletin gözünün kapalı kalmasına çalıştılar. Milletin uyanmasına, yükselmesine mâni bir iken 2 oldu. Halk, gaflet uykusundan uyanmaya mı, yoksa açıkgözlerin uyutmasından kurtulmaya mı çalışacağını şaşırdı. Osmanlıların çökmesine, eskiden kalma uyuyanlar değil, yeni türeyen yobazlar, dinde reformcular sebep oldu.
Sual: Dinde reformcu: (Evlerinde din bilgisi alan, birçok şeylere inanmış olan çocuklar, mektebe gidince matematik, tabiat, fen dersleri okuyor. Eskiden görmeden inanmış olduğu şeylerle, lisede görerek, düşünerek edindiği bilgiler, çocuğun kafasında birbiri ile çarpışmaya başlıyor. Önce edinmiş olduğu inanç ve ahlakı bozuluyor. Yeni bilgileri ile de, yeni bir inanç ve ahlak kuramıyor. Sağlam ve ilme dayanan yeni bir inanç ve ahlak sahibi olmuş bir genç göremedim) diyor.
Cevap: Dinde reformcu, liselerde okuyup diploma alan gençlerde din bilgisi, din ahlakı kalmadığı gibi, bunlarda dine bağlı olmayan, sırf düşünce ve sosyal bilgilerin de bulunmadığını söylemek istiyor. Lise dersleri, fen, tabiat ve astronomi bilgileri, baba ocağından edinilmiş olan imanı sarsmaz, yok etmez. Onu kuvvetlendirir. İmanın şuurlu olması ve kuvvetlenmesi için ve rahat yaşamak için ve kâfirlerin saldırılarına karşı koyabilmek için, en yeni fen bilgilerini öğrenmeyi, İslam dini emretmektedir.