5-1 Merfu:
İsnad metne götüren yoldur; metin ise isnadın nihayet bulduğu sözdür. Buna göre bir isnad ya Rasululah’ta nihayet bulur ve onun sözlerinin ya sarihan yahutta hükmen olmasını iktiza eder. Aynı zamanda bu isnadla nakledilen hadis, ya Rasulullah’ın sözüdür; ya fiilidir; yahutta takriridir. İşte bu şekilde, isnadı Rasulullah’da nihayet bulan hadise merfu denilmiştir.
Rasulullah’ın sözlerinden sarihan olan merfu’un misali, sahabinin semi’tu Rasula’llah yakulu keza yahut haddesena Rasulu’llah (sallallahü aleyhi ve sellem) keza, yahutta ‘an Rasuli’llah ennehu kale keza ve buna benzer sözler söylemesidir.
Rasulullah’ın fiillerinden sarihan olan merfu’un misali, sahabinin ra’aytu’n-Nebiyye fe’ale keza, yahutta yine sahabi veya başka bir kimsenin kane Rasulullah yef’alu keza demeleridir.
Rasulullah’ın takrirlerinden sarihan olan merfu’un misali sahabinin fe’altu bi-hazrati’n-Nebiyyi keza yahut yine sahabi veya bir başkasının fe’ale fulan yahut fu’ıle bi-hazra ti’n-Nebiyiy keza demeleri ve Rasulullah’ın, huzurunda yapılan bu şeyleri reddettiğine dair hiç bir şey zikretmeme- leridir.
Rasulullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sözlerinden hükmen olan merfu’un misali, sahabinin, israiliyattan almadığı, içtihad eseri olmayan ve bir lügatın beyanına veya garip bir kelimenin şerhine taalluk etmeyen, fakat yaratılışın mebdei ve peygamberler gibi geçmişe ait haberlerle, fiten (dahiliharpler), kıyamet gününün ahvali ve melahım (diğer harpler) gibi geleceğe ait haberleridir. Keza, bir fiilin yapılmasıyle hasıl olacak sevap veya ıkab hakkındaki sahabi haberi de böyledir ve bu gibi haberler merfu hükmüne sahiptir. Çünkü sahabinin bunları haber vermesi, o sahabiye haber veren bir başkasının bulunmasını iktiza eder. içtihad eseri olmayan haberlerde de sahabeyi bunlara vakıf kılan Rasulullah’dan başkası olamaz. Yahut eski kitaplardan aldıkları haberleri nakleden bazı kimseler de vardır ki, sözün başında bunlar bahis konusu edilerek, haberin israiliyattan alınmış olmaması şart koşulmuştur. İşte, sahabeyi haber verdiği şeyler hakkında yalnız Rasulullah’ın muttali kıldığı anlaşılan bu gibi haberler, sahabenin kale Rasulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) diyerek rivayet ettikleri haberler hükmündedir ve sahabi bunları ister doğrudan doğruya Rasulullah’dan (sallallahü aleyhi ve sellem) işitmiş olsun, ister bir vasıta ile ondan almış olsun, hepsi de merfudur.
Rasulullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) fiillerinden hükmen olan merfu’un misali, sahabinin içtihad eseri olmayan bir işi işlemesidir. Öyle ki, sahabide görülen bu işin Rasulullah’dan geldiği hükmüne varılır. Güneş tutulması halinde Ali’nin her rek’atta ikiden fazla rüku ile kıldığı namaz hakkında eş-Şafii’nin haberi bu cümledendir.
Rasulullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) takrirlerinden hükmen olan merfu’un misali, sahabinin Rasululah (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında yaptıkları işleri haber vermesidir. Bunlar hakkında da merfu hükmü verilir; çünkü sahabenin dinleriyle ilgili birçok meselelerde Rasululllah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) sual sormalarını gerektiren sebeplerin çokluğu dolayısıyle, Rasulullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem), sahabenin fiillerine muttali olması kadar tabii birşey yoktur. Aynı zamanda bu devir vahyin gelmekte olduğu bir devirdir. Bu bakımdan sahabe her neyi yapmış ve yapmakla devam etmişlerse, o yapılan şey, yapılması yasaklamnayan şeylerdendir.
Nitekim Cabir ve Ebu Sa’id’in “azl” in caiz olduğu hükmünü istidlal etmeleri, bunun en güzel örneğini teşkil eder, bu işi (yani azli) yapıp duruyorlardı ve Kur’an’ın nüzulu de henüz sona ermiş değildi. Eğer “azl” yasaklanan fiillerden olsaydı her halde Kur’anı Kerim bunu yasaklardı.
Hükmen merfu olduğunu belirttiğimiz haberlere, Rasulullah’a nisbeti, dolayısıyle sarih sigaların kullanılması rnümkün olan yerlerde kinaye sigasıyle rivayet olunan halde dahildir. Mesela tabi’iin sahabiden rivayet ederken yerfe’u’l-hadis (hadisi ref eder), yahut yenvihi (hadisi nisbet eder), yervihi (hadisi rivayet eder), rivayeten (rivayet ederek), yebleğu bihi (hadisi iblağ eder), yahutta revahu (hadisi rivayet etti) sigalarını kullanması bu cümledendir.
Bazan da sözün asıl sahibini hazfederek rivayette kısaltma yaparlar ve bununla Rasulullah’ı kasdetmiş olurlar.İbn Sirin’in Ebu Hureyre’den rivayetle kale; tukatilune kavmen demesi böyledir. El-Hatibu’l-Bağdadi’ye göre kailin hazfi usulu Basralılara has bir ıstılahtır.
Sahabinin mine’s-sünneti keza (şu şey sünnettendir) sözü, hem merfu hem de mevkuf olma ihtimali bulunan sigalardandır.
Hadisçilerin çoğu bunun merfu olduğu görüşündedirler.İbn Abdi’l-Berr, bu görüş üzerinde ittifak bulunduğunu ileri sürmüş ve “sahabiden başkası da bu ibareyi kullansa sunnetu’l-Omereyn ibaresinde olduğu gibi sünnet lafzını sahibine izafe etmedikçe yine hükmen merfudur” demiştir.
Ancak, İbni Abdi’l-Berr’in bu görüş üzerinde ittifak bulunduğu yolundaki iddiası ihtilaflı bir konudur. Eş-Şafi’den bu konu ile ilgili olarak iki görüş nakledilmiş, şafi’iyyeden Ebu Bekr eş-Şayrafi, hanefiyyeden Ebu bekr er-Razi ve zahiriyyeden İbn Hazm, merfu olmadığı görüşüne zahib olarak, sünnetin Rasulullah’la diğerleri arasında mütereddit olmasını delil göstermişlerdir. Şu var ki, bunlara cevap olarak, sünnet bahis konusu olduğu zaman, bununla Rasulullah’ın sünnetinden başkasının kastedilmiş olmasının uzak bir ihtimal olduğu da ileri sürülmüştür. Nitekim el-Buhârî, Sahih’inde lbn Şihab ez-Zuhri tarikiyle Salim İbn Abdillah İbn Ömer’in babasındarı naklettiği el-Haccac ile olan bir kıssa sını zikretmiştir. Bu kıssaya göre Salim İbn Abdillah İbn Ömer el-Haccac ile olan bir kıssasını zikretmiştir. Bu kıssaya göre Salim İbn Abdillah İbn Omer, el-Haccac’a “Eğer sünnete göre amel etmek dilersen öğle ve ikindi namazlarını cemederek kıl” demiş; İbni Şihab da Salim’e “Rasulullah bunu yapıyor mu idi?” diye soruncu, Salim Rasulullah’ın sünnetinden başka bir şeye mi tabi olurlar? cevabını vermiştir. Medine ehline mensub, fukaha-i seb’adan ve tabi’un hafızlarından olan Salim, sahabenin sünnet lafzını kullandıkları zaman, bununla yalnız Rasulullah’ın sünnetini kasdettiklerini mezkur haberinde açıklamıştır.
Bazılarının “madem ki bu merfudur; o halde niçin burada kale Rasulullulah (sallallahü aleyhi ve sellem) demiyorlar?” sözüne verilecek cevap ise şudur: Onlar bu şekilde kesin bir tabir kullanmayı, günahtan sakınmak ve ihtiyatlı olmak maksadıyle terketmişlerciir. Nitekim Ebu Kılabe’nin Enes İbn Malik’ten rivayet ettiği “Mine’s-sünneti iza tezevvece’l-bikru ale’s-sey biekame indeha seb’an” hadisi bu cümledendir ve hadis, el Buhârî ve Müslim tarafından Sahih’lerinde nakledilmiştir. Ebu Kılabe, bu hadisle ilgili olarak şöyle demiştir: “Eğe dileseydim, Enes’in, hadisi Rasulullah’a ref ettiğini söylerdim ve bunu söyleseydim yalan söylemiş olmazdım; çünkü mine’s-sünnet sözünün manası ref’tir; fakat sahabenin zikrettiği siga ile hadisi rivayet etmek daha iyidir.
Sahabenin umirna bi-keza (şu şeyle emrolunduk) ve nuhiyna an keza (şu şeyden nehyolunduk) sözleri de bu kabildendir. Bu sözlerle ilgili olarak ortaya çıkan ihtilaf, bundan önceki mine’s-sünneti sözüyle ilgili olan ihtilaf gibidir; çünkü bu emir ve nehiy mutlak zikrolunduğu zaman, zahiri, o emir ve nehyin sahibi olan bir kimseye delalet eder ki, bu kimse de Rasulullah’dan başkası değildir. Bununla beraber bazı kimseler, bu görüşe de muhalefet etmişler ve bu emir ve nehiyden maksadın Kur’an emri, yahut icma, bazı halifelerin emir ve nehiyleri, yahutta içtihad ve istinbat olduğu ihtimali üzerinde durmuşlardır. Bu itiraza ise şu cevap verilmiştir: Asıl olan ilkidir; diğerleri ise ihtimaldir ve asla nisbede ikinci planda kalır. Bu, tıpkı bir reisin emri altında bulunan bir şahsın “emrolundum” dediği zaman, ona emredenin reisinden başka birinin olmayışı gibidir.
Emir olmayan bir şeyin emir zannedilmesi ihtimalini ileri süren kimselerin sözlerinin ise bu mesele ile hiçbir ilgisi yoktur; öyle ki, bu ihtimal, ravinin “Rasulullah bize şunu emretti şeklindeki açık ifadesinde bile mevcuttur. Onun için bu ihtimal zayıftır. Sahabe, adil ve kullandığı dili iyi bilen kimselerdir; bir şey emir olarak tahakkuk etmedikçe buna emir ıtlak etmeyecekleri aşıkardır.
Sahabinin kunna nef’alu keza (biz şöyle yapardık) sözü de, yukarıda zikredildiği gibi hükmen merfudur.
Keze sahabinin, herhangi bir fiil hakkında Allah ve Rasulu’ne taat veya masiyetle hükmetmesi de böyledir. Mesela Ammar’ın “Men same yevmu’ş-şek ellezi yeşukku fiy bi fekad asa ebe’l-kasım salallahu aleyhi ve sellem” sözü bu kabildendir ve ref ile hükmedilmiştir; çünkü sahabinin, bu sözü Rasulullah’dan aldığı açıkça anlaşılmaktadır.
5-2 Mevk
İsnad, Rasulullah’da nihayet bulduğu gibi, sahabide de nihayet bulur ve yukarıda zikrolunduğu şekilde sahabiden nakledilen haberler ya onun sözü, ya fiili, yahutta takriri olmasi itibariyle lafız tasrihi iktiza eder. Ancak burada, yukarıda zikrolunanların hepsi değil belki çoğu caridir ve her iki kısım arasında benzerlik yönünden bir eşitlik de şart koşulmamıştır.
Bu küçük kitap, hadis ilminin bütün çeşitlerini içine aldığına göre, burada sahabinin tarifini de zikretmek icab etmektedir: Sahabi kimdir?
Sahabi, Rasulullah’a mi’min olarak mülaki olan, sahih olan görüşe göre araya irtidat devri girmiş olsa bile müslüman olarak ölen kimsedir. Mülaki olmaktan maksat, mücaleset (bir arada oturmak), mümaşat (beraber yürümek), birbiriyle konuşmasalar bile birinin diğerine kavuşması gibi tabirlerden daha umumi manaya gelen bir kelimedir. Bu mananın içine, ister yalnız başına olsun, ister başkasıyle birlikte olsun, birinin diğerini görmesi de girer. Bu bakımdan sahabinin tarifinde mülakat tabirini kullanmak, bazılarnın, “sahabi Peygamberi gören kimsedir” demelerinden daha iyidir. Çünkü görme lafzıyla yapılan tarif, İbn Ummi Mektum ve bunun gibi ama olan kimseleri sahabi olmaktan çıkarır; halbuki bunlar da tereddütsüz sahabelerdendir.
Tarifte geçen “mü‘min olarak” sözünden maksat, kendileri için mülakat hasıl olan, fakat kafir oldukları halde Rasulullah’a mülaki olanları tarifin dışına çıkaran ayırt edici bir ibaredir. “Hazret-i Peygamber e” delalet etmek üzere kullanılan “ona” tabiri ise, ikinci bir ayırt edici ibare olup, Peygamberden başka Peygambere inanmış olarak ona mülaki olanları tarif dışına çıkarır. Ancak Peygambere, onun Peygamber olacağına inanıpta Peygamberlik devrine yetişmeyenleri tarif dışına çıkarıp çıkarmayacağı, üzerinde ayrıca durulacak bir konudur. “Müslüman olarak ölen” sözü de diğer bir ayırt edici ibaredir ve Peygambere mü’min olarak mülaki olduktan sonra irtidat eden ve bu hal üzere ölen kimseleri tarif dışına çıkarır. Mesela Ubeydullah İbn Cahş ve İbn Hatal bunlardandır. “Araya irtidat devri girmiş olsa bile” sözü, ile Rasulullah’a mü’min olarak mülaki olmasıyle Peygamberin vefatı arasında irtidat edip sonradan tekrar müslüman olanlar kastedilmiştir. Bu gibi kimseler, ister Peygamberin hayatında İslam’a dönsünler, ister ikinci defa ona mülaki olsunlar, ister olmasınlar, bunlar için sohbet ismi bakidir. “Sahih olan görüşe göre” sözü ise, bu mesele deki ihtilafa işaret olup, Eş’as İbn Kays’ın hikayesi bu görüşün doğruluğuna delalet eder. Bu zat, irtidat eden kimselerdendir. Ebu Bekr es-Sıddık’a esir olarak getirilmiş ve onun eliyle İslam’a dönmüştü. Ebu Bekr de onun İslam’a girişini kabul ederek kız kardeşiyle evlendirdi. Bundan sonra hiç kimse onu sahabi olarak zikretmekten ve hadislerini müsned ve diğer eserlerde nakletmekten geri kalmadı.
Peygaınberle daima beraber bulunan, onunla harplere giren veya sancağı altında şehit edilen sahabilerin, onunla daima beraber bulunmayan, onunla birlikte harplere iştirak etmeyen, onunla az konuşan, az yürüyen, yahut onu uzaktan gören, yahutta sadece çocukluğunda gören sahabilere üstün olduklarına şüphe yoktur. Her ne kadar sohbet şerefi, hepsi için ve hatta rivayet yönünden Peygamberlerden hiç hadis işitmeyen ve hadisleri mürsel olan kimseler için hasıl olsa bile, birincileri diğerlerinden üstündür. Bununla beraber ru’yet (görme) şerefine nail olmaları dolayısıyle hepsi de sahabeden sayılır.
Bir kimsenin sahabi olduğu tevatür ve istifaza, yahut şöhret yoluyla bilindiği gibi, diğer bazı sahabenin veya bazı güvenilir tabi’unun haberleriyle de bilinir. Yahutta sahabi, bizzat kendisinin sahabi olduğunu beyan eder; ancak onun bu iddiası imkan dahilinde olduğu zaman muteberdir. Şu var ki, hadisçilerden bir gurup, bunu “ben adil bir kişiyim” diyen kimsenin iddiasına benzeterek tereddütle karşılamışlardır. Bu tereddüd ise, üzerinde ayrıca durulması gereken bir konudur.
5-3 Maktu
İsnad sahabide son bulduğu gibi, bazan da tabi’ide son bulur. Tabi’i, yukarıda zikrolunan sahabiye mülaki olan kimsedir. Şu var ki bu şartlar iman hariç, mülakata taalluk eden ve mülakatla birlikte zikrolunan diğer hususlardır; iman bunların dışındadır ve sadece Peygambere mahsustur. Tabi’inin tarifinde muteber olan görüş bu olmakla beraber, bazı kimseler bu görüşe muhalefet etmişler ve tabi’inin, sahabiyle uzun müddet beraber bulunmasını yahut hadis sema’ının sıbhatini, yahutta temyiz için gerekli yaş haddine erişmiş bulunmasını şart koşmuşlardır.
Burada, sahabe ile tabi’un arasında bir tabaka daha vardır ki, bunların sahabe ve tabi’undan hangisine ilhak edilmeleri hususunda görüş ayrılığı mevcuttur. Muhadram denilen bu kimseler, hem cahiliyye, hem de lslam devirlerini idrak etmişler, fakat Peygamberi görmernişlerdir. İbn Abdi’l Barr bunları sahabeden addetmiş, el-Kadı lyad ve diğer bazı kimseler de, İbn Abdi’l-Berr’in bunlara sahabe dediğini ileri sürmüşlerdir. Ancak onların bu iddiaları, münakaşaya değer bir konudur; zira İbn Abdi’l-Berr, kitabının mukad demesinde birinci asırda yaşamış olanları bir araya toplamak ve hepsini de şamil olmak üzere, bunlar arasında muhadramları da zikrettiğini açıkça belirtmiştir. Gerçek olan şudur ki, muhadramlar, mesela en-Necaşi gibi her hangi birinin Peygamber devrinde müslümıin olduğu bilinsin veya bilinmesin, hepsi de tabiunun büyüklerinden sayılır. Bununla bera- ber mirac gecesi, Peygambere yeryüzünde bulunan kimselerin hepsinin keşfedilmiş olduğu ve Peygamberin onların hepsini gördüğü sabit bulunursa, onun hayatında mü’min olan kimselerin, ona mülaki olmasalar bile, onun tarafından görülmüş olmaları itibariyle sahabeden sayılmaları mümkün olur.
İşte, isnadla ilgili olarak zikrettiğimiz bu tamamlaycıı bilgiden sonra diyebiliriz ki: Yukarıda zikri geçen üç kısımdan birincisine, yani ister muttasıl ister munkatı olsun isnadın sonu Peygamberde nihayet bulan hadise merfu, ikincisine yani sonu sahabide nihayet bulan hadise mevkuf, üçüncüsünde yani tabi’ide nihayet bulan hadise de maktu denilmiştir. Keza tabi’iden sonraki tabi’ut-tabii ve daha sonraki tabakalarda son bulması halinde de yine tabi’ide son bulan isnad gibi maktu ismini alır. Bunlar hakkında mevkuf tabirinin kullanılması da mümkün olmakla beraber, bu kullanış sadece fulan üzerinde mevktıf “Mevkufun an fulan” denilmesi halinde doğru olur.
Bu açıklama, ile maktu ve munkatı arasındaki ıstılahla ilgili fark da belirmiş olmaktadır. Munkatı daha önce de zikrolunduğu gibi, isnada müteallık bahislerdendir Maktu ise, biraz önce görüldüğü gibi metinle ilgilidir. Bazıları da maktü ve munkatı bazen aynı şeyler hakkında kullanmışlardır; ancak bu, kelimelerin sadece lügat yönünden kullanılışıdır.
Hadisçiler arasında bu son iki şekle, yani mevkuf ve maktu’a eşer de denilmiştir.
5-4 Musned
Hadisçilerin haza hadisun müsnedun (bu müsned bir hadistir) sözünde geçen müsned tabiri, zahiri muttasıl bir isnadla gelen sahabi merfu’una delalet eder. Bu tarifte kullandığımız merfu tabiri cins, sahabi tabiri ise fasl makamında olup, bununla, tabiinin veya daha sonrakilerin kale Rasulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) diyerek ref ettikleri hadis şekli tarifin dışına çıkarılmıştır; çünkü tabi’inin ref ettiği hadis mürsel, diğerlerininki ise mu’dal veya mu’allaktır, Müsnedin tarifinde kullandığımız zahiri muttasıl ibaresiyle de, zahirinde inkita bulunan hadisler tarif dışında kalır, Şu var ki, mürsel-i hafi gibi ittisal ve inkıta ihtimali olan hadis bu tarife dahildir. Ancak kendisinde gerçek ittisal bulunan hadisin tarifte yer alması, ihtimale nisbetle daha kuvvetlidir
Tarifte ittisalin zahir lafzıyle takyid edilmesinden, müdellisin ve şeyhine mülaki olup olmadığı tesbit edilemiyen muasırın an’anesi gibi gizli olan inkita’ın, hadisi müsned olmaktan çıkarmayacağı anlaşılır. Nitekim müsned hadisleri ihrac eden imamların ittifakı, tarifini verdiğimiz bu hadis şekli üzerinde olmuştur.
Musned’in bu tarifi, aynı zamanda el-Hakim’in yaptığı tarife de uygundur. El-Hakim’e göre müsned, muhaddisini, sema’ı zahir olarak bir şeyhten, keza bu şeyhin de kendi şeyhinden olmak üzere sahabiye ve Peygambere kadar muttasıl bir şekilde rivayet ettiği hadistir.
El-Hatıb bu müsnedi muttasıl lafzıyle tarif etmiştir. Bu tarife göre, mevkuf hadis muttasıl bir senedle geldiği zaman müsned olur. Şu var ki el-Hatib, müttasıl senedli mevkufun nadiren geldiğini de beyan etmiştir.
İbn Abdil’-Berr ise, müsnedin merfu olduğunu söylemekle daha uzak bir tarif yapmış ve isnada hiç iltifat etmemiştir. Ona göre isnad ister mürsel olsun, ister mu’dal veya munkatı olsun, hadisin metni merfu olduğu zaman bu hadis müsneddir. Ancak ondan başka bu görüşe sahip olan kimse yoktur.
5-5 ‘Ali ve Nazil isnadlar
Bir hadisin isnadını teşkil eden ravi sayısı, aynı hadise ait diğer bir isnadın ravi sayısına nisbetle az olursa, bu az ravi ile isnad, ya Peygaınberde nihayet bulur; yahutta Şu’be, Malik, Süfyan, eş-Şafii, el-Buhârî, Müslim ve benzerleri gibi hafıza, zabt, fıkıh ve tasnif yönünden tercihi gerektiren yüksek sıfat sahibi hadis imamlarından birinde nihayet bulur. Birincisine, yani Peygamberde nihayet bulan isnada uluvv-i mutlak denir.
Uluv, senedin sahih olmasıyle birleşirse, bu iki yüksek vasfa sahip isnadla gelen hadis, sıhhat yönünden en üstün mertebededir. Hadjs mevzu olmamakla beraber sahih vasfına sahip değilse isnadda uluv vasfı yine bakidir; ancak mevzu olan hadisin isnadına uluv ıtlakı yersizdir ve bu, ma’dum (olmayan bir şey) gibidir.
İsnadın, meşhur imamlardah birinde nihayet bulan ikinci şekline de uluvvi nisbi denilmiştir. Bu şekil, mezkur imamdan isnadın sonuna kadar sayısı çok olsa bile, bu imama kadar olan ravi sayısı az olan bir isnad şeklidir.
Muahhar hadisçiler arasında uluvvi isnada o kadar büyük rağbet olmuştur ki, bunlardan çoğu, uluv adına ondan daha mühim şeylerle meşgul olmayı bile ihmal etmişlerdir. Halbuki, uluv, sıhhata daha yakın ve hatası daha az olması dolayısıyle rağbete değer bir şeydir. Çünkü isnadı teşkil eden her bir ravinin, rivayetinde hata yapması ihtimali yok değildir. Bir hadisin rivayetinde vasıta ne kadar çok ve sened ne kadar uzun olursa, hata ihtimali de o kadar çok olur; fakat ricali az, dolayisıyla senedi de kısa olan hadiste hata ihtimali yine o nisbette azdır. Şu var ki, uluvvün mukabili olan nüzulde, ravilerinin daha güvenilir, yahut daha hafız, yahut daha fakih olmaları, yahutta ittisalin daha açık olması dolayısıyle uluvve nisbetle üstün bir meziyet bulunursa, nüzulün daha üstün olduğunda şüphe ve tereddüde mahal kalmaz.
Fakat bir kimse, meşakkati gerektiren araştırmanın çokluğu dolayısıyle sevabının da büyük olacağını düşünerek mutlak nüzulu tercih edecek olursa, bu tercih, hadisin sıhhat ve zaafiyetiyle ilgili olmayan bir tercih olur.
Uluvvi nisbinin çeşitli şekilleri vardır ve bunlardan biri muvafakattır. Muvafakat, musannıflardan birinin şeyhine, o musannıfa ulaşan yolla değil, bir başka yolla ulaşmaktır. Mesela el-Buhârî, Kuteybe tarikiyle Malik’ten bir hadis rivayet etmiştir. Biz, el-Buhârî tarikiyle bu hadisi rivayet etmiş olsak, bizimle Kuteybe arasında sekiz ravi bulunacaktı. Halbuki, aynı hadisi, el-Buhârî tarikiyle değil de Ebu’l Abbas es-Serrac tarikiyle rivayet ettiğmizde, bizimle Kuteybe arasında yedi ravi bulunur. İşte bu rivayette, bizim için el-Buhârî’yle beraber onun şeyhinde muvafakat hasıl olmuştur; aynı zamanda bizim isnadımız, el-Buhârî’ye ulaşan isnada nisbetle alidir.
Uluvvi nisbinin diğer bir şekli bedeldir. Bedel, musannıfın şeyhinin şeyhine aynı şekilde ulaşmaktır. Yani daha önce zikri geçen isnadda, bir başka tarikla, mesela el-Ka’nabi vasıtasıyla Malik’e varan aynı hadisin isnadı vaki olsa, el-Ka’nabi bu isnadda Kuteybe’den bedel olur. Muvafakat ve bedelde, çok defa uluvve yakın oldukları zaman itibar ederler. Aksi halde, bazan muvafakat ve bedel isimleri uluvsüz vaki olur.
Uluvvi nisbinin bir başka şekli de musavat, yahut isnadin sonuna kadar, ravi sayısının musannıflardan birinin isnadındaki ravi sayısına eşit olmasıdır. Mesela en-Nesai bir hadis rivayet eder ve onunla Peygamber arasında onbir ravi vardır. Aynı hadis, Peygambere ulaşan bir başka isnadla bize gelir ve bu isnadda bizimle Peygamber arasında da onbir ravi vardır. Bu suretle en-Nesai’ye has bir isnadın ali mertebede bulunmasını mülahaza etmeksizin, ravi sayısı bakımından en-Nesai ile aramızda musavat vardır, denir.
Uluvvi nisbinin bir başka şekli musafahadır. Bu, yukarıda açıklandığı şekilde, musannifin tilmizi (talebesi) ile olan musavattır. Musafaha denilmesi, karşılaşan iki kişi arasında çok defa musafaha yapılmasının adet olması yünündendir. Biz, yukarıda zikredilen misalde sanki en-Nesai ile karşılaşmış ve musafaha etmiş olduk.
Uluvvun yukarıda mezkur kısımlarıyle birlikte mukabili olan isnad şekline nüzul denir ve uluv kısımlarından her biri nüzulün kısimlarından birine tekabül eder. Bununla beraber bazı kimseler, buna muhalif olarak uluvvun, nüzule tabi olmaksızın vaki olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız