Yapılan seriyyelerde, Eshâb-ı kirâmın başarılı olması, kâfirleri korkutmaya başladı. Artık kervanları kafileler hâlinde ve yanlarında askerlerle sefere çıkıyordu. Hicretin ikinci yılında, Mekkeli müşrikler her aileden sermâye alıp, bin develik bir kervanı Şam’a gönderdiler. Başlarında Mekke’nin ileri gelenlerinden Ebû Süfyân vardı ve henüz müslüman olmamıştı. Kervanı korumak için kırk kadar da muhafız vazifelendirilmişti!. Mallar satıldıktan sonra, paranın tamâmiyle silâh satın alacaklar ve bunlar, müslümanlarla savaşta kullanılacaktı.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem müşriklerin büyük bir kervanı ticâret için Şam’a gönderdiklerini haber alınca, durumlarını keşif için, Muhâcirlerden bir kaç kimseyi vazifelendirdi. Zül’aşîre denilen yere vardıklarında, kervanın geçtiğini öğrenip, Medîne’ye döndüler. Küfür ehlinin, silâh ve malları ellerinden alınırsa, ehl-i İslâm’a zararları dokunmaz ve mukavemetleri kırılırdı. Bu sebeple Resûlullah efendimiz, Talha bin Abdullah ile Sa’îd bin Zeyd hazretlerini, kervanın dönüşünü öğrenmek üzere keşif kolu olarak gönderdiler.
Fırsat kaçırılacak gibi değildi. Peygamber efendimiz hemen hazırlık yapıp, Medîne’de yerine namaz kıldırmak üzere Abdullah ibni Ümmi Mektûm’u bıraktılar. Hanımı rahatsız olan Hazreti Osman ve onun gibi altı kişiye vazife verip, Medîne’de kalmalarını emir buyurdular. Yanlarına Muhâcirlerden ve Ensâr’dan üç yüz beş sahâbî alarak, Ramazân-ı şerîfin on ikinci günü Bedir mevkiine doğru yürüdüler. Sayıları, vazifeli ve Medîne’de kalanlarla birlikte 313 kişiyi buluyordu. Bedir; Mekke, Medîne ve Suriye’ye giden yolların birleştiği bir yerdi.
Bu sefere çıkmak için yeni yetişen gençler, hattâ kadınlar bile Peygamber efendimize yalvarıyorlardı. Ümmü Varaka’nın, Resûlullah efendimizin huzûruna gelip; “Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Müsaade ederseniz, sizinle gelmek istiyorum. Yaralıların yaralarını sarar, hastaların hizmetini görürüm. Belki, Allahü teâlâ bana da şehîdlik nasîb eder!” demesi üzerine; Habîb-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem; “Sen, evinde otur, Kur’ân-ı kerîm oku. Şüphesiz ki, Allahü teâlâ sana şehidliği nasîb eder’’ buyurmuştu.
Sa’d bin Ebî Vakkâs anlattı ki: “Resûlullah efendimiz, bizimle gazâya gitmek isteyen çocukları geri çevirmek istediklerinde, kardeşim Umeyr’in bir tarafa saklanmaya, göze görünmemeye çalıştığını gördüm. O zaman on altı yaşında idi. “Sana ne oldu ki, böyle gizleniyorsun?” dedim. “Resûlullah efendimizin beni de küçük görüp geri çevirmesinden korkuyorum! Hâlbuki, gazâya katılıp, Allahü teâlânın bana şehîdlik nasîb etmesini arzu ediyorum” dedi. Bu sırada onu, Resûlullah efendimize bildirdiklerinde, kardeşime; “Sen geri dön” buyurdular. O zaman, kardeşim Umeyr ağlamaya başladı. Merhamet deryası Habîb-i ekrem efendimiz, onun gözyaşına dayanamayıp, müsaade ettiler. Hâlbuki, kardeşimin kılıcını, kendisi kuşanamadığı için beline ben takmıştım.”
Âlemlerin efendisi olan sevgili Peygamberimizin, sancağını Mus’ab bin Umeyr, Sa’d bin Mu’âz ve Hazreti Ali taşıyorlardı. Eshâb-ı kirâmın yanlarında sâdece iki at ve yetmiş deve vardı. Bunlara da nöbetleşerek biniyorlardı. Resûlullah efendimiz, Hazreti Ali, Ebû Lübâbe, bir de Mersed bin Ebî Mersed ile nöbetleşerek biniyorlardı. Fakat hepsi, Resûl aleyhisselâmın yürümeyip hep deve üzerinde gitmesi için; “Canımız sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Siz deveden inmeyiniz. Yüksek zâtınızın yerine biz yürürüz” diyerek yalvarıyorlardı. Fakat Kâinatın sultânı, kendisini onlardan farklı görmeyip; “Siz, yürümekte benden daha kuvvetli olmadığınız gibi, ecir ve mükâfat hususunda da ben sizden müstagni ve ihtiyaçsız değilim” buyurdular. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz ve yüce Eshâbı, çölde kavurucu bir sıcak altında yürüyorlardı. Ayrıca oruçluydular. Eshâb-ı kirâm, İslâmiyet’i yaymak için, pek çok sıkıntılara katlanarak Peygamber efendimizin peşinden aşk ve şevkle gidiyorlardı. Çünkü sonunda, Allahü teâlânın ve Resûlünün rızâsı vardı, ziyâdesiyle arzu ettikleri şehîdlik ve Cennet vardı… Sevgili Peygamberimiz, Eshâbının hâllerine bakıp; “Allah’ım! Onlar, yayadırlar. Sen, onlara binit ver! Allah’ım! Onlar açık ve çıplaktırlar. Sen, onları giydir! Allah’ım! Onlar açdırlar, onları doyur: Fakirdirler, fadl-ı kereminle onları zengin eyle!” diye duâ buyurdular.
Peygamber efendimiz ve mübârek ordusu, bu şiddetli sıcaklar altında Bedir’e doğru ilerlerken, müşriklerin Şam’dan gelen kervanları da Bedir’e yaklaşmıştı. Peygamber efendimizin, kervandan haber almak üzere gönderdiği iki sahâbî, kervanın bir-iki gün içinde Bedir’e gelebileceğini öğrenip, sür’atle geri döndüler. Kervandakiler, onların haberi öğrendiği köye geldiklerinde, köylülere; “Müslümanların casuslarından haberiniz var mıdır?” diye sordular. Onlar; “Bilmiyoruz. Fakat iki kişi gelip, şurada biraz oturdular, sonra da kalkıp gittiler” dediler.
Ebû Süfyân, tarif edilen yere gidip tetkik ettiğinde, yerdeki deve pisliklerini ezdi ve içinde yem çekirdekleri gördü ve; “Bunlar Medîne yemleridir, öyle zan ederim ki, o iki adam Muhammed’in (aleyhisselâm) casuslarıdır” dedi. Müslümanların çok yakınlarda olduğunu tahmin ederek, büyük bir korkuya kapıldı. Kervanın âkıbetinden endişeye düşerek, gece-gündüz yürüyüp, vakit kaybetmeden Kızıldeniz sahilinden Mekke’ye sür’atle gitmeye karar verdi. Ayrıca, Damdam bin Amr Gıfârî isminde birini, durumu bildirmek üzere Mekke’ye haberci olarak gönderdi.
Bu kimse, Mekke’ye gelince gömleğini önünden ve arkasından yırttı. Devesinin palanını ters çevirdi. Acâib bir vaziyette; “İmdâaat! İmdat!… Ey Kureyşliler! Yetişin!… Kervanınıza, Ebû Süfyân’ın yanındaki mallarınıza, Muhammed ve Eshâbı saldırdılar. Eğer yetişebilirseniz kervanınızı kurtarabilirsiniz!…” diye feryâdu figân edip bağırmaya başladı.
Bunu duyan Mekkeliler, derhal toparlanıp, hazırlıklarını yaptılar. Yedi yüz develi, yüz atlı süvâri ve yüz elli piyade toparladılar. Ebû Leheb’e; “Haydi sen de katıl!” dediklerinde, korkusundan hastalığını bahane etti. Yerine, As bin Hişâm’ı bedel olarak gönderdi. Ümeyye bin Halef adındaki müşrik, harbe hazırlanmakta gâyet gevşek davranıyordu. Zîrâ, Peygamber efendimizin; “Benim Eshâbım, Ümeyye’yi katleder” buyurduğunu duymuştu. O’nun, hiç bir zaman doğruluktan ayrılmadığını bildiği için korkuyordu. Bu sebeple, Ebû Cehl’in ısrarlarına karşı yaşlı ve çok şişman olduğunu ileri sürdü. Fakat Ebû Cehl’in korkaklıkla itham etmesi üzerine gitmek mecburiyetinde kaldı.
Müşrik ordusunun çoğu zırhlı idi. Yanlarında güzel sesli kadınlar vardı. Çalgı âletlerini ve içki almayı da ihmâl etmemişlerdi. Bu kadar güçlü bir ordu ile, değil üç yüz kişiye, bin kişilik bir orduya bile ânında galip geliriz zannında idiler. Yola çıkmadan öldürecekleri kimseleri, alacakları ganîmetleri hesâb edenler bile vardı. Fakat hepsinin en büyük emeli; İslâm’ı ortadan kaldırmaktı. Bu azgın müşrik sürüsü, kadınların çaldığı defler ve söylediği şarkılarla yola çıktı.
Bu sırada Ebû Süfyân, Bedir’den epeyce uzaklaşmış, Mekke’ye doğru bir hayli yol almıştı. Tehlikenin kalktığından emîn olunca, Kays bin İmriül-Kays ismindeki adamını Kureyş’e gönderip; “Ey Kureyş cemâati! Siz kervanınızı, adamlarınızı ve mallarınızı muhâfaza etmek için Mekke’den yola çıkmıştınız. Biz tehlikeden kurtulduk. Artık geri dönünüz!…” dedi. Ayrıca; “Müslümanlarla çarpışmak üzere Medîne’ye gitmekten sakının!” diye tavsiyede bulundu.
Kays, müşrik ordusuna haberi getirdiğinde, Ebû Cehl; “Yemîn ederim ki, Bedir’e varıp üç gün üç gece şenlik yapıp, develer boğazlar, şarab içeriz. Etraftaki kabîleler bizi seyrederek, hâlimize imrenirler ve hiç kimseden korkmadığımızı görürler. Bundan sonra, heybetimizden, kimse bize saldırmaya cesaret edemez. Ey yenilmez Kureyş ordusu! Yürüyün…” dedi.
Kays, Ebû Cehl’in söz dinleyecek hâlde olmadığını görüp, geri döndü ve durumu Ebû Süfyân’a bildirdi. İleriyi gören ve tedbirli bir kimse olan Ebû Süfyân; “Eyvah! Yazık oldu Kureyş’e!… Bu Amr bin Hişâm’ın (Ebû Cehl’in) bir plânıdır. Bu işi mutlaka insanlara baş olma sevdâsıyle yaptı. Hâlbuki böyle azgınlık, her zaman büyük bir eksiklik ve uğursuzluktur. Eğer müslümanlar, onlara rastlarsa Kureyş’in vay hâline!..” demekten kendini alamadı. Kervanı sür’atle Mekke’ye ulaştırıp, orduya yetişti.
Bu sırada, Server-i kâinat sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Eshâbıy-la Bedir’e yaklaşıyorlardı. Bir ara, Medîneli müşriklerden Hubeyb bin Yesâf ile Kays bin Muharris’i İslâm ordusunun arasında gördüler.
Hubeyb’in başında demir tolgası olduğu hâlde tanıdılar ve Hazreti Sa’d bin Mu’âz’a; “Bu, Hubeyb değil midir?” buyurdular. O da; “Evet, yâ Resülallah!” dedi. Hubeyb harp san’atını bilen, yiğit bir pehlivandı. Kays ile Resûlullah efendimizin huzûr-ı şerifine geldiler. Peygamberimiz onlara; “Siz, bizimle niçin geliyorsunuz?” buyurdular. Onlar da; “Sen, bizim kızkardeşimizin oğlusun ve komşumuzsun. Biz de kavmimizle birlikte ganîmet toplamak üzere geliyoruz!” dediler. Efendimiz, Hubeyb’e; “Sen Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân ettin mi?” buyurunca; “Hayır” dedi. Resûl aleyhisselâm; “Öyle ise geri dön! Bizim dînimizde olmayan, bizimle beraber olamaz” buyurdu.
Hubeyb; “Benim yiğitliğimi, kahramanlığımı ve düşmanın bağrında yaralar açan bir pehlivan olduğumu herkes bilir. Ganîmet için senin yanında, düşmanına karşı harb ederim” dedi. Peygamber efendimiz, onun yardımını kabul buyurmadı.
Bir müddet gidince Hubeyb, isteğini tekrarladı, fakat Peygamberimiz, müslüman olmadıkça arzusunun kabul edilemeyeceğini bildirdi. Revha mevkiine geldiklerinde Hubeyb, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin huzûruna gelip; “Yâ Resûlallah! Allahü teâlânın, âlemlerin Rabbi olduğuna ve senin peygamberliğine inandım, îmân ettim” deyince; Server-i kâinat efendimiz çok sevindiler. Kays da, Medîne’ye döndükten sonra îmânla şereflendi (radıyallahü anh).
İslâm ordusu, Safra vâdisine geldiğinde, Mekkelilerin bir ordu kurup, kervanlarını kurtarmak için Bedir’e doğru yürüdüklerini haber aldı. Peygamber efendimiz Eshâbını toplayıp, onlarla bu durumu istişare ettiler. Zîrâ, Medîneli müslümanlar, Resûlullah efendimize Akabe’de bî’at ettiklerinde; “Yâ Resûlallah! Sen, bizim şehrimize gel. Seni orada, düşmanına karşı canımız pahasına da olsa, koruyacağız ve sana tâbi olacağız” diye söz vermişlerdi. Hâlbuki şimdi, Medîne’den dışarı çıkmışlardı. Karşılarında ise kendilerinden sayı, silâh ve malca kat kat fazla büyük bir düşman ordusu vardı. Resûlullah efendimiz, Eshâbına, fikirlerini sorunca, Muhâcirlerden Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömerül Fâruk ayrı ayrı kalkıp, düşman ordusuyla çarpışmak lâzım olduğunu bildirdiler. Yine Muhâcirlerden Mikdâd bin Esved kalktı; “Yâ Resûlallah! Allahü teâlânın emri ne ise, onu yerine getir. O’nun fermânıyla yürü. Her an seninle berâberiz, bir an yanından ayrılmayız. Biz, İsrâiloğullarının Mûsâ aleyhisselâma dedikleri gibi; “Yâ Mûsâ! Cebbârlar, zâlimler kavmi o bölgede bulundukları müddetçe biz oraya gidecek ve o beldeye girecek değiliz. Artık sen ve Rabbin beraber gidin de, ikiniz onlarla muharebe edin, çarpışın. Biz burada kalıp oturucularız…” ( el-Mâide 5-24) şeklinde bir söz de söylemeyiz. Canımızı ve başımızı Allahü teâlânın ve Resûlünün yolunda fedâ ederiz. Seni, hak peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederiz ki, deniz ötesi Habeşistan’a göndersen, yine gideriz. Sana asla en küçük bir muhalefette bulunmayız. Her arzunuzu yerine getirmek için hazırız. Anam-babam, canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah…” dedi. Mikdâd’ın bu konuşması, sevgili Peygamberimizi ziyâdesiyle memnun etti. Ona hayır duâlarda bulundu.
Burada Medîneli müslümanların reyleri çok önemliydi. Çünkü, hem sayıca fazlaydılar, hem de Resûlullah’ı Medîne’de korumak üzere söz vermişlerdi. Medîne dışında çarpışmak üzere bir vaadleri yoktu. Bu düşünce anlaşılınca, Ensâr’dan Sa’d bin Mu’âz ayağa kalktı ve; “Yâ Resûlallah! Eğer izin verirseniz, Ensâr nâmına konuşayım” dedi. İzin verilince; “Yâ Resûlallah! Biz, sana îmân ettik, peygamberliğini tasdik ettik. Her ne getirdin ise hakdır, doğrudur. Bu hususta, dinlemek ve itaat etmek üzere sana kesin söz verip yemîn ettik. Biz, o sözümüzden asla dönmeyiz ve her nereyi teşrif ederseniz emrinizdeyiz. Emrinizi başımızın üzerinde tutarız. Canımızı ve başımızı, yoluna fedâ ederiz. Seni hak peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederiz ki, denize dalsan peşinden biz de dalarız. Hiç birimiz bundan bir adım geri kalmayız. Hâtır-ı şerifinizde ne var ise, emreyle tutarız. Malımız da, canımızla beraber fedâ olsun. Düşmandan asla yüz döndürmeyiz. Cenkte sabırlıyız. Ümidimiz seni sevindirip rızâna kavuşmaktır. Allahü teâlânın rahmeti üzerinize olsun…” dedi. Bu sözleri dinleyen Eshâb-ı kirâm, çok heyecanlandılar. Hepsi bu sözlere, cân-ü gönülden katıldıklarını bildirdiler. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz çok memnun kaldılar. Hazreti Sa’d’a ve Eshâbına duâ buyurdular.
Artık bütün tereddüdler ortadan kalkmıştı.. Düşman ne kadar çok, ne kadar güçlü olursa olsun, şanlı Eshâb, sevgili Peygamberimizin peşinden gözlerini kırpmadan şehâdete yürüyecekler, Allahü teâlânın ve Resûlünün rızâsını kazanacaklardı. Başlarında Kâinatın efendisi oldukça gidilmeyecek yer yoktu… Fahr-i âlem efendimiz, Eshâbının kendisine olan bağlılığını ve heyecanını görünce, onlara; “Haydi, yürüyünüz! Allahü teâlânın lütfu ile şad olunuz. Vallahi, şimdi ben, sanki Kureyş kavminin harp meydanında vurulup düşecekleri yerlere bakıyor, onları görüyorum!” buyurarak, müjde verdi. Bu müjde üzerine, Eshâb-ı kirâm aşk ile Resûlullah efendimizin peşinden yürüdüler.
Bedir’in çevresine ulaştıklarında Cumâ gecesi idi. Sevgili Peygamberimiz, Eshâbına; “Şu küçük tepenin yanındaki kuyu başından, birtakım bilgiler elde edebileceğinizi umarım” buyurdular. Allahü teâlânın aslanı Hazreti Ali, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Zübeyr bin Avvâm ve bâzı Eshâbını oraya gönderdiler.
Hazreti Ali ve arkadaşları derhâl kuyunun başına gittiler. Orada Kureyş’in devecilerini ve sucularını gördüler. Onlar müslümanları görünce kaçtılar. Fakat içlerinden ikisi yakalandı. Bunların biri Haccâcoğullarının kölesi Eşlem, diğeri de As bin Sa’îdoğullarının kölesi Arîz Ebû Yesâr idi. Peygamber efendimizin huzûruna getirdiklerinde, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem onlara; “Kureyş nerededir?” buyurdu. Onlar da; “Şu görünen kum tepesinin arkasına kondular” cevâbını verdiler. Efendimiz; “Kureyş kaç kişidir?” buyurdular. “Bilmeyiz” dediler. “Günde kaç deve kesiyorlar?” suâline de; “Bir gün dokuz, bir gün on” diye cevap alınca, Peygamber efendimiz; “Binden az, dokuz yüzden fazladırlar” buyurdu. Tekrar; “Kureyş eşrafından kimler var?” diye sordular. Onlar; “Utbe, Şeybe, Hâris bin Amr, Ebü’l-Bühterî, Hâkim bin Huzâm, Ebû Cehl, Ümeyye bin Halef…” deyince, Resûlullah efendimiz, Eshâbına dönüp; “Mekke ehli, ciğerpârelerini size fedâ etti” buyurdular. Sonra o iki kimseye; “Gelirken Kureyş’ten geri dönen oldu mu?” buyurunca; “Evet. Benî Zühre’den Ahnes bin Ebî Şerik geri döndü” diye cevap verdiler. Efendimiz de; “O, doğru yolda değilken; âhiret, Allahü teâlâ ve kitap bilmezken; Benî Zührelere doğru yolu göstermiştir… Onlardan başka geri dönen oldu mu?” buy urunca; “Adî bin Ka’b oğulları döndü” diye cevap aldılar.
Peygamber efendimiz, Hazreti Ömer’i, son bir defa îkaz için, Kureyşlilere andlaşmaya gönderdi. Ömer bin Hattâb onlara; “Ey inatçı kavim! Resûl aleyhisselâm buyurur ki: “Herkes bu işten vazgeçsin. Selâmetle geri dönsün. Zîrâ sizden başkası ile çarpışmak, bana, sizinle çarpışmaktan daha makbuldür!…” dedi.
Bu teklif karşısında Kureyş müşriklerinden Hâkim bin Huzâm ileri çıkıp; “Ey Kureyş cemâati! Muhammed size çok insaflı davrandı. İstediğini derhal kabul ediniz. Eğer, dediğini yapmazsanız, yemîn ederim ki, bundan sonra size hiç insaf etmez!…” dedi. Ebû Cehl, Hâkim’in bu sözüne kızarak; “Bunu asla kabûl etmeyiz ve müslümanlardan intikam almadıkça, geri dönmeyiz. Tâ ki, bir daha kimse, kervanımıza taarruz edemesin!” dedi ve sulh yollarını kapadı. Hazreti Ömer geri döndü.
O gece, Peygamber efendimiz ve şanlı Eshâbı, Bedir’e müşriklerden önce gelip, kuyulara yakın bir yere indiler. Peygamber efendimiz, Eshâbıyla istişare edip, karargâhın nerede kurulması gerektiği hakkında reylerini sordu. İçlerinden, henüz otuz üç yaşında bulunan Habbâb bin Münzir, ayağa kalkarak söz istedi. Kabul buyurulunca; “Yâ Resûlallah! Burası, Allahü teâlânın size karargâh kurulması için emrettiği ve mutlaka kalınması gereken bir yer midir? Yoksa şahsî bir görüş neticesi ve bir harp tedbiri olarak mı seçildi?” diye suâl eyledi. Peygamber efendimiz; “Hayır! Bir harp tedbiri icâbı burası seçildi” buyurdu.
Bunun üzerine Hazreti Habbâb; “Anam-babam, canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Biz harpci kimseleriz. Buraları da iyi biliriz. Şu Kureyşlilerin konacağı yerin yakınındaki kuyuda tatlı ve bol su var. Müsaadeniz olursa oraya konalım. Etraftaki kuyuların hepsini kapatalım. Sonra bir havuz yapıp, içini su ile dolduralım. Düşmanla çarpışırken, susadıkça havuzumuzdan gelip su içeriz. Düşman ise su bulamaz ve perişân olur” dedi.
O anda Cebrâil aleyhisselâm, bu fikrin doğru olduğunu bildiren vahyi getirdi. Peygamber efendimiz; “Ey Habbâb! Doğru olan görüş senin işaret ettiğindir” buyurdular ve ayağa kalktılar. Hep birlikte belirtilen kuyunun başına geldiler. Tatlı suyu olan kuyudan başka bütün kuyuları kapatıp, büyük bir havuz yaptılar. İçini su ile doldurup içmek için kaplar koydular.
Bu sırada Hazreti Sa’d bin Mu’âz, Peygamber efendimizin huzûr-ı şerîflerine gelip; “Yâ Resûlallah! Biz sana, hurma dallarından, içinde oturacağın bir gölgelik yapalım mı?” diye teklifte bulundu. Fahr-i âlem efendimiz, Sa’d’ın bu düşüncesine memnun oldular ve duâ buyurdular. Derhal bir gölgelik yapıldı.
Peygamberlerin Sultânı, şerefli Eshâbıyla harp sahasını gezip incelediler. Zaman zaman durup; “İnsâallah, yarın sabah filânın vurulup düşeceği yer şurasıdır! İnsâallah yarın sabah filânın vurulup düşeceği yer şurasıdır! İşte şurasıdır! Şurasıdır…” buyurarak Mübârek elleriyle Kureyşli müşriklerin öldürüleceği yerleri birer birer gösterdiler.
Sonradan, Hazreti Ömer bunu; “Onlardan her birinin, Resûl-i ekremin mübârek elini koyduğu yerlerin tam üzerinde vurulup öldürüldüğünü gördüm. Ne birazcık ileride, ne de geride idiler” şeklinde haber vermiştir.
Âlemlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellem Eshâb-ı kirâmı, üç gruba ayırdı. Muhâcirlerin sancağını Mus’ab bin Umeyr’e. Evslilerinkini Sa’d bin Mu’âz’a, Hazreclilerinkini de Habbâb bin Münzir’e verdiler. Herbiri sancaklarının altında toplandılar. Efendimiz, orduyu saf hâline geçirip, nizâma soktu.
Orduyu intizama koyarken, saftan ileri çıkan Sevâd bin Gaziyye’nin göğsüne, mübârek elindeki çubuk ile dokundular ve; “Hizâya gel, yâ Sevâd!” buyurdular. Sevâd; “Yâ Resûlallah! Elinizdeki çubuk canımı acıttı. Seni, hak din ile, Kitâb ve adaletle gönderen Allahü teâlâ hakkı için, ben de size çubukla öyle dokunmak isterim” dedi. Onun bu sözüne bütün Eshâb-ı kirâm hayret ettiler. Kâinatın efendisinden kısas istemek olur mu idi? Böyle şey yapılabilir mi idi? Resûlullah efendimiz, mübârek gömleklerinin önünü açtılar ve; “Haydi, kısas et ve hakkını al” buyurdular.
Hazreti Sevâd, Habîb-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin mübârek göğsünü büyük bir sevinç ve muhabbetle öptü. Herkes kısas beklerken, gördükleri manzara karşısında, kardeşleri Sevâd’a hayran olup, onun hâline imrendiler. Sevgili Peygamberimiz; “Niçin böyle yaptın!” diye sor- duklarında; “Anam-babam, canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Bu gün, Allahü teâlânın emriyle ecelimin geldiğini görüyor, yüksek zâtınızdan ayrılmaktan korkuyorum. Bu sebeple, aramızda geçen bu son dakikalarda, mübârek vücûdunuza dudaklarımın değmesini arzu ettim. Bunu, kıyamet gününde bana şefaat etmenize, böylece azâbdan kurtulmama vesile etmek istedim” dedi. Onun bu muhabbeti karşısında Peygamber efendimiz de çok duygulandılar ve Hazreti Sevâd’a duâ buyurdular.
Mübârek İslâm ordusunun sağ kanadına kahraman mücâhid Zübeyr bin Avvâm, sol kanadına da Mikdâd bin Esved kumanda edecekti.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, şerefli Eshâbıyla, savaşa nasıl başlanacağı hakkında istişare etmek istediler; “Nasıl çarpışırsınız?” buyurdular. Asım bin Sabit ayağa kalkıp, elinde yayı ve oku olduğu hâlde; “Yâ Resûlallah! Kureyşliler bize yüz metre kadar yaklaştıklarında, onları ok atışına tutalım. Sonra elimizle taş atımı mesafesine geldiklerinde, taş atalım. Mızrak erişecek kadar yaklaştıklarında da, kırılıncaya kadar mızraklarımızla mücâdele edelim. Sonra da kılıçlarımızı sıyırıp çarpışalım!” diyerek reyini bildirdi. Bu taktik, Peygamber efendimizin hoşuna gitti. Eshâbına şu tâlimatı verdi:
“Hatlarınızı bırakıp ayrılmayınız. Bir yere kımıldamadan yerlerinizde sebât ediniz. Ben emir vermedikçe harbe başlamayınız. Oklarınızı, düşman size yaklaşmadan kullanıp isrâf etmeyiniz. Düşman, kalkanını açtığı zaman okunuzu atınız. Düşman iyice sokulunca, elinizle taş atınız. Yaklaştıklarında da mızraklarınızı kullanınız. Düşmanla göğüs göğüse gelindiği zaman da kılıçlarınızla çarpışınız..”
Sonra nöbetçiler bırakılarak Eshâb-ı kirâma istirâhat verildi. Onlar, Allahü teâlânın hikmeti, öyle derin bir uykuya daldılar ki, göz kapaklarını kaldıracak hâlde değildiler. Peygamber efendimiz de, hurma dallarıyla yapılan gölgeliğe çekildiklerinde, Hazreti Ebû Bekr, sonra Sa’d bin Mu’âz kılıçlarını sıyırıp gölgeliğin kapısında nöbet tuttular. Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem mübârek ellerini kaldırıp, büyük bir hüzün içinde Allahü tealâya; “Yâ Rabbi! Sen şu bir avuç cemâati helâk edersen, artık sana yer yüzünde hiç ibâdet olunmaz..” diyerek yalvarmaya başladı ve bu hazîn duâ sa- baha kadar devam etti.
Mübârek İslâm ordusunun karargâh kurduğu yer, kumluktu. Bu yüzden yürümede güçlük çekiliyor ve ayaklar kuma gömülüyordu. Allahü teâlânın ihsânı, Resûlullah efendimizin duâsı bereketiyle, o gece gittikçe hızlanan bir yağmur yağmaya başladı, derelerde taşacak kadar sel gidiyordu. Su kapları dolduruldu, zemîn, ayaklar batmayacak kadar sertleşti.
Müşrikler ise çamur ve sel içinde kaldılar. Fecrden sonra, Resûlullah efendimiz Eshâbını namaza kaldırdılar. Sabah namazını kıldırdıktan sonra, düşmanla cihâd etmenin ve şehîdliğin fazîletinden bahsederek, onları çarpışmaya teşvik eylediler. Buyurdular ki; “Muhakkak ki, Allahü teâlâ, hak ve gerçek olanı emreder. Hiç kimsenin Allahü teâlânın rızâsı için yapılmayan amelini kabul etmez… Rabbimizin bu yerlerde, size rahmetini ve magfiretini vaad ettiği emrini yerine getirmeye çalışınız ve imtihanı kazanınız! Çünkü, O’nun vaadi hak, sözü gerçek, cezası da şiddetlidir. Ben ve siz, Hayy ve Kayyûm olan Allahü teâlâya bağlıyız. O’na sığındık, O’na tutunduk, O’na dayandık. En son dönüşümüz de O’nadır. Allahü teâlâ, beni ve bütün müslümanları bağışlasın!…”
Ramazân-ı şerifin on yedisinde Cumâ gününün güneşi doğdu. Biraz sonra târihin en amansız, en nisbetsiz, en mühim, en büyük savaşı başlayacaktı… Bir tarafta Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem ve canlarını fedâ etmekten zerre kadar çekinmeyen bir avuç şerefli Eshâbı; diğer tarafta ise, İslâm’ı, bir kaşık suda boğmak, Allahü teâlânın habîbi olmakla şereflenen bir peygamberi yok etmek için toplanan azgın ve taşkın bir kâfr güruhu vardı. Ne yazık ki, bunların içinde Resûl-i ekremin akrabâları da bulunuyordu. Onlar da sevgili yeğenleri ile çarpışmak için Bedir’e gelmişlerdi.
Peygamber efendimiz, ordusunun intizâmını yeniden gözden geçirip, verdiği tâlimatları tekrarladılar. Bu sırada, Kureyş müşrikleri karargâhlarından çıkıp, Bedir vâdisine doğru akmaya başladılar çoğunun üzeri zırhlarla kaplı idi. Büyük bir gurur ve kibir içinde İslâm ordusuna hücûma geçmişlerdi. Resûlullah efendimiz, müşriklerin bu hâlini görünce, Hazreti Ebû Bekr ile çadıra girdi ve mübârek ellerini kaldırarak cenâb-ı Hakk’a yalvarmaya başladı; “Yâ Rabbi işte, Kureyş müşrikleri bütün gurur ve kibirleri ile geliyor!… Sana meydan okuyor, Peygamberini yalanlıyorlar. Ey Allah’ım! Bana yapmış olduğun yardım ve zafer vaadini yerine getirmeni senden istiyorum!… Allah’ım! Eğer şu bir avuç müslümanın helâkini diliyorsan, sonra sana ibâdet eden bulunmayacaktır!…”
Bu şekilde, durmadan, tekrar tekrar yardım dileyerek Allahü teâlâya yalvarıyordu. Peygamber efendimizin, bu fevkalâde hazîn, içleri parçalayan yalvarışı, kendinden geçerek ridâsının mübârek omuzundan düşmesine kadar devam etti. Bu içli yakarışa dayanamayan Hazreti Ebû Bekr, mübârek ridâyı büyük bir hürmetle yerden kaldırıp, efendimizin mübârek omuzuna koyarken; “Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Bu kadar yalvarmanız yetişir!… Rabbine karşı duâda ısrar buyurdunuz! Muhakkak ki, Allahü teâlâ, sana vaad ettiği zaferi yakında verecektir” diye tesellî eyledi. O anda, Âlemlerin efendisi şu âyet-i kerîmeleri okuyarak çadırdan çıktılar. Meâlen; “(Bedir’deki) bu topluluk, yakında muhakkak bozulup hezimete uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar. Daha doğrusu onların asıl azâb vakti, kıyamettedir. O vaktin azabı daha müthiş, daha acıdır” buyuruluyordu. (el-Kamer 54/45-46.)
Sevgili Peygamberimiz, ordusunun başına geldi. Şanlı Eshâbına, şu âyeti kerîmeleri okudular: “Ey îmân edenler! Siz, bir düşman topluluğu ile karşılaştığınız zaman, sebât edin ve Allahü teâlâyı çok zikredin ki kurtulasınız… Sabır ve sebât gösteriniz. Çünkü, Allahü teâlâ sabredenlerle beraberdir” (el-Enfâl 8/45-46.) Toplu olarak düşman ile yapılan ilk savaş bu olacaktı. Savaş başlamak üzereydi. Heyecan son haddine gelmişti. Bütün Eshâb-ı kirâm, Resûl-i ekrem efendimizin; “Allahü teâlâyı çok zikredin…” meâlindeki âyeti kerîmeyi okuması üzerine, hep birlikte “Allahü ekber!… Allahü ekber!…” demeye ve zafer ihsân etmesi için cenâb-ı Hakk’a yalvarmaya başladılar. Artık Peygamber efendimizin bir işâretini bekliyorlardı.
O zamanki âdetlere göre, iki ordu karşılaşmadan önce, her iki taraftan yiğitler meydana çıkar, karşılıklı çarpışırlardı. Bu vuruşmada, her iki tarafın savaşma hiddeti ve arzusu çoğalır, savaşa ısınıp alışırlardı. Müşriklerden Âmir bin Hadramî bu kâideye uymayarak ve çiğneyerek, İslâm ordusuna bir ok attı. Ok, Muhâcirlerden Mihcâ’ya isabet etti ve şehîd olup, mübârek ruhu Cennet’e yükseldi. Peygamberlerin efendisi, bu ilk şehîd için; “Mnhcâ, şehîdlerin efendisidir” buyurarak müjde verdi. Eshâb-ı kirâm yerinde duramaz hâle gelmislerdi. Fakat, Efendimizden bir emir gelmeden küçük bir harekette bulunamıyorlardı. Her birinin içleri birer volkan gibi kaynamaya başladı!…
Bu sırada, müşrik ordusundan üç kişinin ileri atıldığı görüldü. Bunlar; Rebîaoğullarından azılı İslâm düşmanları Utbe, kardeşi Şeybe ve oğlu Velîd idi. Mücâhidlere doğru; “İçinizde bizimle çarpışabilecek kimse var mıdır?” diye bağırdılar. Eshâb-ı kirâmdan, en önce Hazreti Ebû Huzeyfe, babası Utbe’ye karşı çarpışmak için ilerleyince, Âlemlerin sultânı, ona; “Sen dur!” buyurdular. Medîneli mücâhidlerden Afra Hâtun’un oğulları; Mu’âz ve Mu’avvez, Abdullah bin Revâha ileri yürüdüler. Utbe, Şeybe ve Velîd’in karşılarına dikildiler. Ellerinde kılıç, hazır bekliyorlardı.
Müşrikler; “Siz kimsiniz” diyerek kendilerini tanıtmalarını istediler. Onlar da; “Medîneli müslümanlardanız” deyince, müşrikler; “Bizim sizlerle işimiz yok! Bize Abdülmuttaliboğulları lâzım. Onlarla çarpışmak isteriz” dediler ve İslâm ordusuna dönüp; “Yâ Muhammed! Bizim karşımıza, kendi kavmimizden dengimiz olanları çıkar!” diye bağırdılar.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, meydandaki bu üç yiğit Eshâbına duâ buyurduktan sonra, yerlerine dönmelerini emretti. Sonra Eshâbı arasına göz gezdirip; “Ey Hâşimoğullan! Kalkınız! Allahü teâlânın nurunu, bâtıl dinleriyle söndürmek için gelenlere karşı, Hak yolunda çarpışınız ki, Allahü teâlâ zâten Peygamberinizi de bunun için göndermiş bulunuyor. Kalk, yâ Ubeyde! Kalk, yâ Hamza! Kalk, yâ Ali!” buyurdular.
Allahü teâlânın aslanları Hazreti Hamza, Hazreti Ali ve Hazreti Ubeyde miğferlerini giyip meydana yürüdüler. Onların karşılarına geçtiklerinde, müşrikler; “Siz kimsiniz? Eğer bizim dengimiz iseniz sizinle çarpışırız” dediler. Onlar da; “Ben Hamza’yım! Ben Ali’yim! Ben Ubeyde’yim!” diye cevap verince, müşrikler; “Sizler de bizim gibi şerefli kimselersiniz. Sizinle çarpışmayı kabul ettik” dediler. Kahraman İslâm mücâhidleri, müşrikleri, önce îmâna dâvet ettilerse de, kabul etmediler. Bunun üzerine üçü birden kılıçlarını sıyırıp müşriklerin üzerine saldırdılar. Hazreti Hamza ve Hazreti Ali, Utbe ve Velîd kâfirlerini bir hamlede öldürdüler. Hazreti Ubeyde, Şeybe’yi yaraladı. Şeybe de, Ubeyde’yi yaraladı. Hazreti Hamza ve Hazreti Ali, Ubeyde’nin yardımına yetişip, Şeybe’yi orada öldürdüler. Hazreti Ubeyde’yi kucaklayıp, Resûlullah efendimizin huzûruna getirdiler.
Hazreti Ubeyde bin Hâris’in mübârek ayak bileğinden, kanlar ve ilik akıyordu. O, bu hâline hiç aldırış etmediği hâlde; “Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Ben bu hâlimle ölürsem şehîd değil miyim?” diye suâl etti. Peygamber efendimiz de; “Evet, sen şehîdsin” buyurarak cennetlik olduğunu müjdelediler. (Hazreti Ubeyde, harp dönüşü Safra mevkiinde vefât etti.)
Bu vuruşmada üç mühim adamını kaybeden müşrikler, şaşkına döndüler. Buna rağmen Ebû Cehl, ordusunun moralini düzeltmek için; “Siz Utbe’nin, Şeybe’nin, Velîd’in ölmelerine bakmayın, onlar çarpışmada acele edip, boş yere öldüler! Yemîn ederim ki, müslümanları tutup iplere bağlamadıkça geri dönmeyeceğiz!…” diyerek tesellî vermeye çalışıyordu.
Kahraman Eshâb-ı kirâm ise, bir an önce bu müşrik güruhunu kılıçlarıyla cezalandırmak için sabırsızlanıyordu. Peygamber efendimiz de sallallahü aleyhi ve sellem mübârek dilinden düşürmediği şu duâyı tekrarlıyorlardı; “Allah’ım! Bana yaptığın vaadini yerine getir!.. Allah’ım! Şu bir avuç İslâm cemâatini helâk edersen artık sana yeryüzünde ibâdet edecek kimse kalmaz!…”
Bu sırada müşrik saflarından, Kureyş’in en cesaretli ve keskin ok atıcılarından Hazreti Ebû Bekr’in henüz müslüman olmayan oğlu Abdurrahmân meydana yürüyüp, er diledi. Mücâhidlerin saflarından da bir kimsenin, derhal kılıcına davranıp ileri yürüdüğü görüldü. Bu kimse, ilk müslüman olmakla ve Sıddîk’lık makâmıyla şereflenen, peygamberlerden sonra en üstün insan, kahraman Hazreti Ebû Bekr’di… Oğluna karşı çarpışmak için ileri atılmıştı. Fakat Âlemlerin efendisi ona; “Yâ Ebâ Bekr! Bilmez misin ki, sen benim, gören gözüm, işiten kulağım yerindesin…” buyurarak çarpışmaktan men etti. Ebû Bekr Sıddîk, oğluna; “Ey habis! Bana olan münâsebetin nerede kaldı?” demekten kendini alamadı.
Sonra peygamberlerin sultânı Habîb-i ekrem efendimizin yere eğilip bir avuç kum aldığı görüldü. Bu kumları düşman üzerine savurarak; “Kara olsun yüzleri!… Allah’ım! Kalblerine korku sal, ayaklarına titreme ver!” buyurdu ve Eshâbına dönüp; “Hücûma kalkınız!.. Saldırınız.” emrini verdiler. Bir işaret bekleyen şanlı Eshâb, önceden verilen tâlimat üzere hareket etmeye başladı. “Allahü ekber!… Allahü ekber!…” nidâları arasında oklar vınlamaya, taşlar hedeflerini bulmaya, mızraklar zırhlara çarpmaya başladı… Allahü teâlânın aslanları Hazreti Hamza iki eline aldığı iki kılıçla çarpışıyor; Hazreti Ali, Hazreti Ömer, Zübeyr bin Avvâm, Sa’d bin Ebî Vakkas, Ebû Dücâne, Abdullah bin Cahş müşrik saflarının bir ucundan girip bir ucundan çıkıyorlar, kâfirleri şaşkına çeviriyorlardı. Herbiri geçilmez birer kale olmuştu. “Allahü ekber!… Allahü ekber!…” sadâları âlemi dolduruyor, Allahü teâlânın sânının büyüklüğü, kâfirlerin beyinlerine balyoz gibi indiriliyordu. Peygamber efendimiz; “Yâ Hayyu! Yâ Kayyûm!” diye, Allahü teâlâya yalvarıyordu. Hazreti Ali; “Bedir’de hepimizin en cesâretlisi, en kahramanı Resûl aleyhisselâmdı. Müşrik saflarına en yakın olan da O idi. Sıkıştığımız zaman O’na sığınırdık” demiştir.
Müşrikler, reisleri olan Ebû Cehl’i ortalarına aldılar. İçlerinden birini Ebû Cehl gibi giydirip ona benzettiler. Bu nasipsizin adı Abdullah bin Münzir’di. Hazreti Ali, Abdullah’ın üzerine saldırdı. Ebû Cehl’in gözleri önünde, Abdullah’ın kafasını kesti. Ebû Kays’ı giydirdiler. Onu da Hazreti Hamza öldürdü.
Hazreti Ali, bir müşrikle çarpışıyordu. Müşrik, kılıcını Hazreti Ali’ye sallamış, kılıç kalkana saplanıp kalmıştı. Hazreti Ali Zülfkârını, müşrikin zırhlı vücûduna sallayınca, omuzundan göğsüne doğru zırhıyla birlikte biçtiği sırada başı üzerinden bir kılıcın parladığını gördü. Sür’atle başını eğdi. Kılıcı parlatan; “Al! Bu da Hamza bin Abdülmuttalib’den” derken, müşrikin kellesi miğferiyle beraber yere düştü. Hazreti Ali dönüp baktığında amcası Hazreti Hamza’yı iki kılıçla çarpışır gördü. Peygamberimiz, Eshâbının böyle yiğitçe çarpışdığını gördükçe; “Onlar, Allahü teâlânın yeryüzündeki aslanlarıdır” buyurarak, onları takdîr ediyordu.
Bir ara, Resûlullah efendimizin yanıbaşlarında çarpışan Hazreti Ukâşe’nin kılıcı kırıldı. Bu hâli gören sevgili Peygamberimiz, yerde gördüğü bir sopayı alıp ona uzattı ve; “Yâ Ukâşe! Bununla vuruş!..” buyurdular, Ukâşe sopayı alır almaz, sopa, Peygamberimizin bir mûcizesi olarak; uzun parlak, sırtının ortası kuvvetli ve keskin bir kılıç oluverdi. Harbin sonuna kadar bu kılıçla bir çok müşriki öldürdü.
Âlemlerin efendisi Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem bir taraftan çarpışıyor, bir taraftan da Eshâbını heyecana sürükleyen şu mübârek hadîs-i şerifini söylüyordu: “Varlığım kudret elinde bulunan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bugün cenâb-ı Hâkk’ın rızâsını umarak, sabır ve sebât göstererek çarpışanları, arkalarına dönmeden ilerlerken öldürülenleri, Hak teâlâ, muhakkak Cennet’ine koyacaktır.” Bu mübârek sözü işiten Umeyr bin Hümâm; “Ne güzel! Ne güzel! Demek, Cennet’e girebilmem için şehîd olmamdan başka birşey lâzım değilmiş” diyerek, hücûmlarını daha da sıklaştırdı. Bir taraftan düşmanla vuruşuyor, bir taraftan da; “Allahü teâlâya maddî azıklarla değil, ancak Hak teâlânın korkusu, âhiret ameli, cihâda sabır ve sebât göstererek gidilir. Bunun dışındaki bütün azıklar şüphesiz biter, tükenir!…” diyordu. Böylece, şehîd oluncaya kadar çarpıştı.
Muharebe iyice şiddetlenmişti!… Bir sahâbenin üzerine en az üç müşrik birden saldırıyordu. Her birine ayrı kılıç yetiştirmeye çalışan şanlı Eshâb-ı kirâmı, hiç bir şey yıldıramıyordu. “Allahü ekber! Allahü ekber!..” dedikçe yeniden güçleniyor, tekrar tekrar saldırmaktan usanmıyorlardı. Bir ara müş- riklerin hücûmu şiddetlendi. Eshâb-ı kirâm güç duruma düştüler.
O sırada Resûlullah efendimiz, Hazreti Ebû Bekr ile hurma dallarından yapılmış çadırına girdiler. Peygamberimiz, yine Allahü teâlâya münâcâta başladı. “Yâ Rabbî! Bana vâdettiğin yardımı lütfet!…” diye yalvarıyordu. O anda vahiy geldi. Meâlen buyruluyordu ki: “O vakit Rabbinizden yardım ve zafer istiyordunuz da, O size; “Gerçekten ben arka arkaya bin melâike ile imdâd ediyorum” diye duânızı kabûl buyurmuştu.” (el-Enfâl 8/9.)Peygamber efendimiz, hemen ayağa kalktılar ve; “Müjde yâ Ebâ Bekr! Sana, Allahü teâlânın yardımı yetişti! İşte şu Cebrâil’dir. Kum tepeleri üzerinde, atının dizginini tutmuş, silâhlanmış, emir bekliyor” buyurdu.
Enfâl sûresinde bildirildiği üzere cenâb-ı Hak, meleklere meâlen buyurmuştu ki: “Hani Rabbin meleklere; (Müslümanlara nusret ve yardım husûsunda) sizinle berâberim diye vahyeyledi. Haydi mü’minlere (nusret müjdesiyle kalblerine) sebât ilhâm ediniz. Ben şimdi kâfirlerin gönüllerine dehşet ve korku salıvereceğim. Vurun hemen onların boyunlarının üstüne, vurun her bir parmaklarına (mafsallarının hepsine)!.. Çünkü onlar, Allahü teâlâya ve Resûlüne karşı geldiler. Kim Allahü teâlâ ve Resûlüne karşı gelirse, Allahü teâlânın (azâbına uğrar) cezâsı çok çetindir!” (el-Enfâl 8/12-13.)
Bu emir üzerine Cebrâil, Mikâil ve İsrâfil aleyhimüsselâm, yanlarına biner melek alarak sevgili Peygamberimizin sıra ile; yanında, sağında ve solunda yerlerini aldılar.
Cebrâil aleyhisselâm, başına sarı bir sarık sarmıştı. Diğer meleklerin başlarında ise beyaz sarıklar vardı. Sarıkların uçlarını arkalarına sarkıtmışlar, beyaz atlara binmişlerdi. Server-i âlem efendimiz, Eshâbına; “Melekler, âlâmetli ve nişanlıdırlar. Siz de kendinize birer alâmet ve nişan yapınız!” buyurdular. Zübeyr bin Avvâm, başına sarı, Ebû Dücâne, kırmızı bir bezi sarık şeklinde sardılar. Hazreti Ali, beyaz bir tuğ, Hazreti Hamza da, göğsüne deve kuşu kanadı taktı.
Meleklerin harbe girmeleri ile durum bir anda değişti. Eshâbı kirâm önündeki kâfre daha kılıcını sallamadan, onun başı, gövdesinden ayrılıp yere düşüyordu. Peygamber efendimizin sağında-solunda, önünde ve arkasında tanınmayan kimselerin müşriklerle çarpıştığı görülüyordu.
Hazreti Sehl anlattı ki: “Bedir gazâsında, her birimiz bir müşrikin başına kılıcımızı salladığımız zaman, daha kılıç hedefine varmadan, kellesinin bedeninden ayrılıp yere yuvarlandığını görüyorduk!…”
Müşriklerin sancaktarı Ebû Azîz bin Umeyr esir edildi. Kumandanları Ebû Cehl ise, Kureyşlileri cesâretlendirmek için durmadan şiirler söyleyerek, askerinin moralini düzeltmeye çalışıyordu. Genç bir delikanlı gibi saldırıyor; “Anam beni bu günler için doğurdu!…” diyerek öğünüyor, gençleri teşvik ediyordu.
Müşriklerden Ubeyde bin Sa’îd, baştan ayağa kadar zırh giyinmişti. Sâdece gözleri görünüyordu. Atının üzerinde bir o tarafa, bir bu tarafa dönüp; “Ben, Ebû Zâtülkeriş’im! Ben Ebû Zâtülkeriş’im!” yâni ben büyük karınlıyım, karın babasıyım diyerek kendince meydan okuyordu. Kahraman mücâhid Hazreti Zübeyr bin Avvâm, yanına yaklaşıp, mızrağını tam gözüne nişanladı ve; “Allahü ekber!” deyip savurdu. Hedefini bulan mızrak, onu atından yere düşürdü. Hazreti Zübeyr, koşarak yanına vardığında, Ubeyde ölmüştü. Ayağını, yanağına basıp, olanca kuvvetiyle çektiği hâlde mızrağı zor çıktı, eğikti.
Hazreti Zübeyr’in, Bedir harbinde gösterdiği kahramanlık çok büyüktü. Vücûdunda yaralanmadık yer kalmamıştı. Bu durumu oğlu Urve; “Babam, önemli üç kılıç darbesi almıştı. Bunlardan biri boynunda idi. Yara o kadar derin bir iz bırakmıştı ki, içine parmağımı sokabiliyordum” diye anlatmıştı.
Abdurrahmân bin Avf; da kıyasıya Kureyşlilerle çarpışıyor, aldığı yaralardan akan kanlara aldırmadan, önüne geleni deviriyordu. Hazreti Abdurrahmân şâhid olduğu bir hâdiseyi şöyle anlattı: “Bir ara önümde kimse kalmamıştı. Sağıma-soluma baktığım zaman, Ensâr’dan iki delikanlı gözüme ilişti. Bunlardan en kuvvetli ve vurucu olanı ile bulunmak istedim. Bu iki gençten biri, beni gözü ile süzdü, sonra bana dönerek; “Ey amca! Ebû Cehl’i tanır mısın!” diye sordu. Ben de; “Evet tanı- rım” dedim ve; “Ey kardeşimin oğlu, Ebû Cehl’i ne yapacaksın?” diye sorunca; “Bana haber verildiğine göre Resûlullah’a sövermiş. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, onu bir görürsem, öldürünceye veya kendim ölünceye kadar aslâ ondan ayrılmayacağım” dedi. Bir gencin heyecan hâlinde söylediği bu kat’î ve kararlı söze doğrusu hayret ettim.”
Bu iki gençten diğeri de beni gözden geçirerek ötekinin söylediği gibi söyledi. Bu sırada, Ebû Cehl’i görmüştüm! O, Kureyş askeri içinde hiç durmadan ileri geri dönüp duruyordu. Ben; “Ey gençler! Öteye beriye telaşla giden şu şahıs, Ebû Cehl’dir” deyince, hemen kılıçlarına sarıldılar ve Ebû Cehl’in yanına yaklaşarak çarpışmaya başladılar. Bu gençler, Afra Hâtun’un çocukları Mu’âz ve, Mu’avvez kardeşlerdi.
Bu sırada Eshâb-ı kirâmın kahramanlarından Mu’âz bin Amr, Ebû Cehl’in yanına sokulmak fırsatını buldu, Uzun kuyruklu bir at üzerinde bulunan Ebû Cehl’in üzerine saldırıp, bacağına olanca şiddetiyle kılıcını çaldı. Ebû Cehl’in bacağı yere düştü. O sırada babasının imdâdına yetişen ve daha müslüman olmayan İkrime, Hazreti Mu’âz bin Amr ile çarpışmaya başladı. O anda Mu’âz ve Mu’avvez kardeşler, bir şâhin gibi ileri atıldılar. Önlerine geleni devirerek Ebû Cehl’e ulaştılar. Kılıçlarıyla öldü zannedinceye kadar vurdular.
Hazreti Mu’âz bin Amr ise; İkrime ile yaptığı çarpışmada elinden ve kolundan yaralanmıştı. Mübârek eli bileğinden kesilmiş, eli deride sallanıp kalmıştı. Çarpışmaya kendini kaptıran Mu’âz bin Amr’ın eliyle oyalanacak, onu tedâvî için saracak zamânı yoktu. Kesik eli deride sallanırken bile kahramanca çarpışıyordu. “Allahü ekber!…” Bu ne kuvvetli îmân!… Bu ne görülecek manzara idi!… Hazreti Mu’âz bir müddet böyle vuruştuktan sonra, hareket kâbiliyetinin azaldığını gördü. Buna sebep, kesik eli idi. Onu derhâl ayağının altına alarak koparıp attı…
Azılı İslâm düşmanlarından Nevfel bin Hüveylid, Kureyş’in en gözde pehlivanlarındandı. Durmadan bağırıyor, müşrik sürüsünü heyecana ve galeyana getirmeye çabalıyordu. Peygamber efendimiz, onun bu hâlini görünce; “Allah’ım! Nevfel bin Hüveylid’e karşı bana yardımcı ol. Onun hakkından gel” buyurarak duâ etmişti. Allahü teâlânın aslanı Hazreti Ali, Nevfel müşrikini görünce, derhâl üzerine atıldı. Şiddetle kılıcını indirdi, öyle vurmuştu ki, bacakları zırhlarla kaplı olduğu hâlde ikisi birden kesildi. Sonra kılıcını boynuna çalıp, başını gövdesinden kopardı.
Bilâl-i Habeşî’yi kızgın kumlara yatırıp, göğsüne kocaman kayaları koyan Ümeyye bin Halef, müşriklerin en azılılarındandı. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimize işkence yapmak için her fırsatı değerlendiren bu büyük İslâm düşmanı da, Bedir vâdisinde, müşrikleri toparlamaya çalışıyor, İslâm’ın nûrunu söndürmek için çabalıyordu. Onun bu hâlini gören Hazreti Bilâl, yalın kılıç yanına yaklaşarak karşısına dikildi ve; “Ey küfrün başı olan Ümeyye bin Halef!… Sen kurtulursan ben kurtulmayayım!” deyip saldırdı. Bir taraftan da; “Ey Ensârî kardeşler! Yetişin, küfrün başı burada!” der demez, Eshâb-ı kirâm, Ümeyye’nin etrafını sarıp, hemen öldürdüler.
Müşrik ordusunda, artık baş kalmamıştı. Her biri ne yapacaklarını bilmiyor, rastgele kaçmaya çalışıyorlardı. Küfrün kalesi yıkılmıştı. Şanlı Eshâb tâkibe devâm etti. Müşriklerden bir kısmı yakalanarak esir alındı. Peygamber efendimizin amcası Abbâs da esirler arasındaydı.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, şanlı Eshâbına; “Nevfel bin Hüveylid hakkında bilgisi olan var mı?” buyurdular. Hazreti Ali İleri çıkıp; “Yâ Resûlallah! Onu ben öldürdüm” dedi. Bu habere çok sevinen sevgili Peygamberimiz; “Allahü ekber!” diyerek tekbir getirdiler ve; “Allahü teâlâ, onun hakkındaki duâmı kabûl eyledi” buyurdular.
Ümeyye bin Halefin öldürüldüğünü söylediklerinde de çok sevindiler ve; “Elhamdülillah! Allahü teâlâya şükürler olsun. Rabbim kulunu tasdik etti, dînini üstün kıldı” buyurdular.
Resûl-i ekrem efendimiz, Ebû Cehl için; “Acabâ Ebû Cehl ne yaptı, ne oldu, kim gidip bir bakar?” buyurarak, ölüler arasında onun araştırılmasını emretti. Aradılar bulamadılar. Peygamber efendimiz; “Arayınız, onun hakkında sözüm var. Eğer onu tanıyamazsanız dizindeki yara izine bakınız. Bir gün ben ve o, Abdullah bin Cüd’ân’ın ziyâfetinde idik. İkimiz de gençtik. Ben ondan biraz büyükçe idim. Sıkışınca onu ittim. Dizleri üzerine düştü. Dizlerinden birisi yaralandı ve bu yaranın izi dizinden kaybolmadı” buyurdu.
Bunun üzerine Abdullah ibni Mes’ûd, Ebû Cehl’i aramaya gitti. Onu yaralı olarak buldu ve tanıdı. “Ebû Cehl sen misin?” dedi. Boynuna ayağını bastı. Sakalından tutup çekti ve; “Ey Allahü teâlânın düşmanı! Allahü teâlâ nihâyet seni hor ve hakîr etti mi?” dedi. Ebû Cehl; “Ne diye beni hor ve hakîr edecek! Ey koyun çobanı! Allah seni hor ve hakîr etsin. Sen çıkılması pek sarp bir yere çıkmışsın! Sen bana bugün zafer ve galebenin hangi tarafta olduğunu haber ver” dedi. İbn-i Mes’ûd hazretleri; “Zafer, Allah ve Resûlünün tarafındadır” dedi. Ebû Cehl’in miğferini kafasından çıkarırken; “Ey Ebû Cehl! Seni öldüreceğim” dedi. Ebû Cehl; “Sen kavminin ulusunu öldürenlerin ilki değilsin. Fakat doğrusu, senin beni öldürmen bana çok ağır gelecek. Hiç olmazsa boynumu göğsüme yakın kes de başım heybetli görünsün!” diyerek küfrünün, gurur ve kibrinin ne dereceye çıkmış olduğunu gösterdi.
İbn-i Mes’ûd, Ebû Cehl’in başını kendi kılıcıyla kesemeyince, Ebû Cehl’in kılıcıyla kesti ve silâhını, zırhını, miğferini, başını getirip, Peygamber efendimizin önüne koydu. “Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Bu, Allahü teâlânın düşmanı Ebû Cehl’in başıdır” dedi. Sevgili Peygambe- rimiz; “O Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur” buyurdu. Sonra kalkıp Eshâbıyla birlikte Ebû Cehl’in ölüsünün yanına kadar gittiler. Orada; “Allahü teâlâya hamd olsun ki, seni zelîl ve hakîr kıldı. Ey Allah düşmanı! Sen bu ümmetin fir’avn’ı idin” buyurdu. Sonra da; “Yâ Rabbi! Bana olan vaadini yerine getirdin” diyerek Allahü teâlâya şükrettiler.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, yaralı Eshâb-ı kirâmın yaralarını sardırdı. Şehîd olanları tesbit ettirdi. Muhâcirlerden altı, Ensârdan sekiz olmak üzere on dört şehîd verilmişti. Hepsinin de mübârek rûhları Cennet’e uçarken, islâm’ın nûrunu söndürmeye uğraşan müşriklerden, yetmiş kişi öldürüldü ve bir o kadarı da esir alındı.
Resûlullah efendimiz, zaferi müjdelemek üzere Abdullah bir Revâha ve Zeyd bin Hârise’yi Medîne’ye gönderdi.
Peygamber efendimiz, şehîdlerin cenâze namazını kıldırarak kabirlerine defnettirdiler.
Müşriklerin cesedlerinden yirmi dört tânesini kör bir kuyuya, diğerlerini topluca çukurlara atıp, üzerlerini doldurdular.
Âlemlerin efendisi, şerefli Eshâbıyla kuyunun başına gelip; “Ey kuyuya atılanlar!” buyurduktan sonra, öldürülen müşriklerin isimlerini, babalarının ismiyle berâber sayıp; “Ey Utbe bin Rebîa! Ey Ümeyye bin Halef! Ey Ebû Cehl bin HişâmL. Sizler, Peygamberinize karşı ne kötü bir kavim idiniz. Siz, beni yalanladınız, başkaları ise beni tasdik edip doğruladılar. Siz, beni şehrimden, diyârımdan çıkardınız. Başkaları ise bana kapılarını açıp bağırlarına bastılar. Siz, benimle harb ettiniz, başkaları ise bana yardım ettiler. Rabbimin, vâdettiğine kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin vâdettiği zafere kavuşdum” buyurdular.
Hazreti Ömer; “Yâ Resûlallah! Leş olmuş kimselere mi söylüyorsunuz?” diye suâl ettiler. Bunun üzerine Resûl-i ekrem efendimiz; “Beni hak peygamber olarak gönderen Rabbim hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha çok işitmiyorsunuz. Fakat cevap veremezler” buyurdular.
Müşrikler, harb meydanından canlarını kurtarmak için hızla kaçarken, getirdikleri hiç bir şeyi alıp götürememişlerdi. Hepsi müslümânların eline geçti. Peygamber efendimiz, ganîmet mallarını Bedir harbine katılan ve vazifeli olan bütün Eshâbına paylaştırdı.
Bu sırada müjdeci olarak gönderilen Abdullah bin Revâha ve Zeyd bin Hârise, Medîne’ye yaklaşmışlardı. Pazar günü kuşluk vakti, Akik mevkîine gelince, ayrıldılar. Abdullah bin Revâha bir taraftan, Zeyd bin Hârise de başka bir yönden Medîne’ye girdiler. Ev ev dolaşıp zaferi bildiriyorlardı. Resûlullah efendimizin şâiri olan Abdullah bir Revâha;
“Ey Ensâr cemâati! Size müjdelerim ki,
Sağ ve selâmettedir, Allah’ın Peygamberi.
Müşrikler öldürüldü ve esir edildiler,
Var esirler içinde, çok şöhretli kişiler.
Rebîa ve Haccâc’ın oğulları bittamâm,
Öldürüldü hem Bedir’de, Ebû Cehl Amr bin Hişâm”
diyerek yüksek sesle zaferi müjdeliyordu. Hazreti Asım bin Adiy; “Ey İbn-i Revâha! Söylediğin gerçek mi?” diye sordu. Abdullah bin Revâha; “Evet, vallahi gerçektir! İnşâallah, yarın Resûlullah da, ellerinden bağlanmış esirlerle birlikte gelecektir!” buyurdu.
O gün, sevgili Peygamberimizin kızı Hazreti Rukayye vefât etmişti. Efendisi Hazreti Osman, cenâze namazını kıldırmıştı. Bu üzüntü üzerine gelen zafer haberi, onları biraz ferahlatmıştı.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Eshâbıyla Bedir zaferini kendisine ihsân eden Allahü teâlâya hamd edip, şükür secdesine kapandıktan sonra, Medîne-i münevvereye doğru esirlerle birlikte yola çıktılar.
Daha önce müjdeyi veren Abdullah bin Revâha ile Zeyd bin Harise, Bedir gazâsında olanları ve kimlerin şehîd olduğunu anlatmışlardı. Medîne’de kalan çocuklar, kadınlar, vazifeliler zafer için çok sevinmişlerdi. Peygamber efendimizi karşılamaya çıktılar. Şehîd olanların içinde Hârise bin Sürâka da vardı. Hazreti Hârise’nin annesi Rebî, oğlunun havuzdan su içerken, bir düşman okuyla vurulup şehîd olduğunu öğrenmişti. Rebî vâlidemiz, bu haberi işittiğinde; “Resûl aleyhisselâm gelmedikçe oğlum için ağlamam. Saâdetle Medîne’yi teşrif ettiklerinde, kendisine suâl ederim. Eğer oğlum Cennet’te ise hiç ağlamam. Yok eğer Cehennem’de ise, gözlerimden yaş yerine kanlar dökerim” demişti.
Sevgili Peygamberimiz, mübârek Eshâb-ı kirâmıyla Medîne’yi teşrif ettiklerinde, Rebî, huzûrlarına varıp; “Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Oğlum Hârise’ ye olan muhabbetimi bilirsin. Acaba şehîd olup Cennet’e girmiş midir? Eğer böyle ise, sabredeyim. Yok öyle değilse, gözümden kanlı yaşlar dökeyim” dedi. Habîb-i ekrem efendimiz ona; “Ey Ümmü Hârise! Senin oğlun bir değil, birden çok Cennet’ tedir. Onun yeri Firdevs’tir” buyurarak müjde verdiler. Bunun üzerine Rebî; “Artık oğlum için ağlamam” dedi. Kâinatın sultânı, bir kap ile su istediler. Merhamet buyurup mübârek elini suya sokup çıkardılar. Bu suyu Hazreti Hârise’nin annesi ve kız kardeşine içirdiler. Ayrıca bu suyu, onların başlarına ve yüzlerine sürdüler. O günden sonra Rebî ve kızının yüzleri pek nûrlu idi. Ömürleri de çok uzun oldu.
Hâce-i kâinât aleyhi efdalüssalevât efendimiz, Medîne’ye getirilen yetmiş esiri, Eshâbı arasında paylaştırarak iyi muâmele yapılmasını emir buyurdular. Esirlerin âkıbeti hakkında, Allahü teâlâdan henüz bir vahiy gelmemişti. Resûlullah efendimiz, Eshâbıyla istişare ettikten sonra esirlerin, fidye karşılığında serbest bırakılması karârına vardılar. Her esirin mal varlığına göre, fidye mikdârı tesbit edildi. Parası olmayanlardan okuma yazma bilenler, Medîne’de okuma yazma bilmeyen on kişiye okuma ve yazmayı öğretecek, ondan sonra Mekke’ye gidebileceklerdi. Esirler arasında, Peygamber efendimizin amcası Abbâs da vardı. Efendimiz ona; “Ey Abbâs! Kendin, kardeşinin oğlu Ukayl (Akîl) bin Ebî Tâlib, Nevfel bin Hâris için kurtulmalık akçesi ödeyiniz. Çünkü sen, zenginsin” buyurdu. Hazreti Abbâs da; “Yâ Resûlallah! Ben müslümanım. Kureyşliler beni zorla Bedir’e getirdiler” dedi. Resûlullah; “Senin müslümanlığını Allahü teâlâ bilir. Doğru söylüyorsan, Allahü teâlâ sana elbette onun ecrini verir. Fakat sen, görünüş itibariyle aleyhimizdesin. Bunun için, kurtulmalık akçeni ödemen lâzımdır” buyurdu. Abbâs; “Yâ Resûlallah! Yanımda ganîmet olarak aldığınız 800 dirhemden başka servetim yok” deyince, Peygamber efendimiz; “Yâ Abbâs! Ya o altınları niçin söylemiyorsun?” buyurdu. O da; “Hangi altınları?” dedi, Sevgili Peygamberimiz; “Hani sen Mekke’den çıkacağın gün, hanımın Haris’in kızı Ümmül-Fadl’a verdiğin altınlar! Onları verirken yanınızda sizden başka kimse yoktu. Sen, Ümmül-Fadl’a; “Bu seferde başıma ne geleceğini bilemiyorum. Eğer bir felâkete duçar olup da dönemezsem, şu kadarı senindir, şu kadarı Fadl içindir, şu kadarı Abdullah için, şu kadarı Ubeydullah için, şu kadarı Kusem içindir” dediğin dûnlar” buyurunca, Hazreti Abbâs şaşırdı ve; “Yemîn ederim ki, ben bu altınları hanımıma verirken yanımızda kimse yoktu. Bunu nereden biliyorsunuz?” dedi. Peygamber efendimiz; “Allahü teâlâ haber verdi” buyurduğunda, Abbâs; “Senin, Allahü teâlânın resûlü olduğuna ve doğru söylediğine şehâdet ederim” deyip Kelime-i şehâdet getirdi. Müslüman olunca, Peygamber efendimiz Hazreti Abbâs’ı Mekke’de vazifelendirdi. Oradaki müslümanları korumasını, İslâmiyet’e düşman olanlarla ilgili haberleri göndermesini emir buyurdular. Bedir gazâsında hezimete uğrayan Kureyş’e haber gönderilip, fidye karşılığında esirlerini alabilecekleri bildirildi. Ancak, hicretten önce Peygamberlerin efendisine pek çok eziyet ve işkencelerde bulunan Nadr bin Hâris’in boynu vuruldu. Bir de, Resûl aleyhisselâm Kâbe’de namaz kılarken mübârek sırtına deve işkembesi koymak bedbahtlığını gösteren alçak Ukbe bin Ebî Mu’ayt öldürüldü. Bu azılı İslâm düşmanının başı gövdesinden ayrılınca, Resûlullah efendimiz, Allahü teâlâya hamd ettiler. Yanına varıp; “Vallahi Allahü teâlâyı, resûlünü ve Kur’ân-ı kerîmi inkâr eden, peygamberini işkenceden işkenceye uğratan senin kadar kötü bir kimse bilmiyorum” buyurdular.
Esirler, sahipleri tarafından fidye karşılığı alınıncaya kadar, Eshâb-ı kirâmın aleyhimürrıdvân yanında kaldılar. Sahâbenin hepsi de esirlere çok iyi muâmele edip, onları yiyeceklerine ortak ettiler. Mus’ab bin Umeyr’in kardeşi Ebû Aziz esirler arasında idi. O anlattı: “Ben de Medîneli bir müslümanın evinde esir idim. Bana çok iyi davranıyorlar, sabah ve akşam yiyecekleri ekmeği bana veriyorlar, kendileri sâdece hurma yemek mecburiyetinde kalıyorlardı. Onlardan birinin eline bir ekmek parçası geçse, doğruca bana getirip verirdi. Utandığımdan ekmeği, getirene geri verirdim. Fakat o, ekmeği tekrar bana iade ederdi.”
Yine esirlerden Yezid ismindeki Kureyşli şöyle anlattı; “Müslümanlar Bedir’den Medîne’ye gelirken, biz esirleri hayvanlara bindirdiler, kendileri ise yaya olarak yürüdüler.”
Müşriklerin Bedir’de hezimete uğrayıp, perişân bir vaziyette harp meydanından kaçmaları, Mekke’de büyük bir şaşkınlık meydana getirdi. Hiç beklemedikleri, hattâ hiç akıllarından geçmeyen bir netîce ortaya çıkmıştı. Haberi ilk getirenin sözlerine, Ebû Leheb ve diğer müşrikler inanmadılar. Harp meydanından kaçan Ebû Süfyân Mekke’ye geldiğinde, onu hemen yanlarına çağırdılar. Ebû Leheb ona; “Ey kardeşimin oğlu! Anlat bakalım, nasıl oldu?” diye sordu. Ebû Süfyân orada, bir yere oturdu. Bir çok kimse de ayakta dinliyorlardı. Ebû Süfyân şöyle anlattı;
“Hiç sorma, müslümanlarla karşılaşınca, sanki elimiz kolumuz bağlı idi. İstedikleri gibi hareket ettiler. Bir kısmımızı öldürdüler, bir kısmımızı esir ettiler. Yemîn ederim ki, ben, bizimkilerden kimseyi kınayıp, ayıplamıyorum. Çünkü, o sırada yer ile gök arasında kıratlar üzerinde beyazlara bürünmüş kimselerle karşılaştık. Onlara ne bir şey dayanabiliyor, ne de bir kimse karşı durabiliyordu.”
İslâm’ın ilk zamanlarında müslüman olmasına rağmen, müşriklerin şerrinden çekindiği için müslümanlığını açığa vurmayan Abbâs’ın kölesi Ebû Râfi’ hazretleri orada idi. Sessizce onları dinlemekte olan Ebû Râfi’, sevincinden her şeyi unuttu ve; “Vallahi onlar meleklerdir” deyiverdi. Ebû Leheb, ona şiddetli bir tokat vurdu ve kaldırıp yere çarptı. Bir hayli de dövdü, Bunun üzerine, orada bulunan Hazreti Abbâs’ın hanımı Ümmü Fadl dayanamadı. Çünkü kendisi de önceden müslüman olmuştu. Ümmü Fadl, odadaki direklerden birini alıp; “Kimsesi yok diye onu güçsüz gördün değil mi?” diyerek, şiddetle Ebû Leheb’e vurdu, Ebû Leheb’in başı yarıldı. Kanlar akarak zelîl, hakîr ve horlanmış bir vaziyette dönüp gitti. Yedi gün sonra, Allahü tealâ ona, kara kızıl denen bir hastalık verdi. Bu hastalıktan öldü. Oğulları iki veya üç gece defnetmeden bıraktılar. Nihâyet kokmaya başladı. Herkes, Ebû Leheb’in yakalandığı hastalıktan, tâ’ûndan kaçar gibi kaçıyor ve iğreniyordu. Bunun üzerine Kureyş’ten biri, Ebû Leheb’in oğullarına; “Yazık size, utanmıyor musunuz? Babanızı, kokuncaya kadar evde bıraktınız. Hiç olmazsa onu bir yere gömüp kaybedin” dedi. Oğulları o şahsa; “Biz ondaki hastalıktan korkuyoruz!” diye cevap verdiler. Bu defa adam onlara; “Siz gidiniz, ben geliyorum, size yardımcı olacağım” dedi. Sonra, üçü bir araya geldiler. Yüklenip, ücrâ bir yere bıraktılar. Görünmeyinceye kadar, üzerine taş attılar. Ebû Leheb böylece ebediyyen azâb ve âteşler içerisinde kalacağı yurduna, karanlık ve Cehennem çukuru olan kabrine girdi.
Bedir’de esir edilen Kureyşliler arasında Velîd bin Velîd de vardı. Onu Abdullah bin Cahş esir almıştı. Velîd’in kardeşleri Hişâm ile henüz müslüman olmayan Hâlid bin Velîd Medîne’ye geldiler. Abdullah bin Cahş fidye-i necat yâni kurtuluş akçesi verilmedikçe bırakmak istemedi. Kardeşlerinden Hâlid razı olduysa da, babası bir annesi ayrı kardeşi Hişâm kabul etmedi. Resûlullah efendimiz, babalarının silâh ve teçhîzâtının verilmesini teklif etti. Buna Hişâm razı olduysa da Hâlid kabul etmedi. Fakat sonunda babalarının yüz dinâr kıymetindeki kılıcı, zırhı ve miğferi, karşılığında anlaştılar. Velîd’i esaretten kurtarıp, Mekke’ye yola çıktılar. Fakat Velîd, Mekke yolu üzerinde Medîne’ye dört mil mesafedeki Zü’l-Huleyfe’de onlardan ayrılıp, Peygamber efendimizin yanına geldi, îmân edip, Eshâb-ı kirâmdan oldu. Müslüman olduktan bir müddet sonra, Mekke’ye kardeşlerinin yanına gitti. O zaman Hâlid bin Velîd; “Madem, müslüman olacaktın, kurtuluş fidyesi ödemeden olsaydın? Babamızdan kalan hâtırayı elimizden çıkardın. Niçin böyle yaptın?” diye sorunca; “Kureyşlilerin; “Esarete dayanamadı ve Muhammed aleyhisselâma tâbi oldu” demelerinden korktum” cevâbını verdi.
Bu cevâba çok sinirlenen kardeşleri onu, Manzum oğullarından bâzı müslümanlarla, İyâş bin Ebî Rebîa ve Seleme bin Hişâm’ın yanına haps ettiler. Velîd bin Velîd, îmân ettiği için senelerce hapis yattı. İslâmiyet’in azılı düşmanlarından amcası Hişâm ile müşrik akrabâlarından çok zulüm ve işkence gördü. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, müşriklerin zulmüne uğrayan lyâş bin Ebî Rebîa ile Ebû Seleme bin Hişâm ve Velîd için şöyle duâ ettiler: “İlâhî! Velîd bin Velîd’i, Seleme bin Hişâm’ı, lyâş bin Rebîa’yı (küffâr elinde bunalıp) zayıf (ve âciz) görülen diğer mü’minleri kurtar, ilâhî, Mudar’ı (Kureyş’i) daha beter (çok kötü) çiğne. Bu yıllan (onlara) Yûsuf’un yıllarına benzet.” Velîd, Resûlullah efendimizin duâsı bereketiyle bir fırsatını bulup, bağlı bulunduğu yerden kaçtı. Medîne-i münevvereye gelip, sevgili Peygamberimize kavuştu. Habîbullah efendimiz, lyâş bin Rebîa ile Seleme bin Hişâm’ın hâlini sorunca, onların ayaklarından birbirlerine bağlı olduklarını, şiddetli azâb ve işkenceler altında kıvrandıklarını haber verdi.
Kâinatın sultânı, onların hâline çok üzülüp, kurtarılma çârelerini aradı. Kimin kurtarabileceğini sorunca, senelerce işkence altında kalmasına rağmen, Velîd, büyük bir cesaret ve aşkla; “Yâ Resûlallah! Onları ben kurtarırım, sana getiririm” diye cevap verdi. Tekrar Mekke’ye gelip, işkence gören müslümanların yerini, onlara yiyecek götüren bir kadını tâkib ederek öğrendi. İkisi de tavansız bir binada hapisti. Velîd gece, ölümü göze alarak büyük bir cesaretle duvardan inip, arkadaşlarının yanına vardı. İmân etmekten gayrı bir suçları olmayan iki mazlum, müşriklerce bir taşa bağlanıp; Arabistan’ın çöl havasındaki yakıcı sıcağında, her türlü zulme uğratılıyordu. Velîd, bu mübârek kardeşlerini kurtarıp, devesine bindirdi. Kendisi de yayan, yalın ayak Medîne-i münevvereye, çok sevdiği Resûlullah’ın yanına bir an önce varmak için yola çıktı. Onu çölün kavurucu sıcağı değil, Âlemlerin efendisine kavuşmak aşkı yakıyordu.
Medîne’ye aç, susuz, yalın ayak, üç günde geldi. Parmakları, taşların tahribatından param parça olmuştu. Velîd bin Velîd, kan revân içinde çok sevdiği Habîbullah’a kavuştu.
(Şevk-i haddin nârına her can ki yansa nûr olur. Aşk derdiyle harâb olan gönül ma’mûr olur.)
Bedir zaferi, müslümanları büyük bir sevince garketti. Müşrikler ise büyük bir üzüntü ve hüsrâna düşmüşlerdi. Habeşistan meliki Necâşî de Resûlullah efendimizin muzaffer olduğunu işitince, hemen ülkesindeki Eshâb-ı kirâmın yanına gidip; “Allahü teâlâya hamd olsun ki, Resûlünü Bedir’de muzaffer edip, zafer ihsân eyledi” diyerek müjde verdi.
Buhârî, “Megâzi”, 8; Müslim, “Cihâd ve Siyer”, 147; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 634.; Vâkıdî, el-Megazî, I, 92.
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız