Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine sallallahü aleyhi ve sellem verdiği iyilikleri, ihsânları sayarak, O’nun mübârek kalbini okşarken, kendisine güzel huylar verdiğini de saymakta, meâlen; “Sen, güzel huylu olarak yaratıldın” buyurmaktadır. Hazreti İkrime buyuruyor ki: “Abdullah ibni Abbâs’dan işittim: Bu âyet-i kerîmede, “Huluk-ı azîm” yâni güzel huylar, Kur’ân-ı kerîmin bildirdiği ahlâktır. Âyet-i kerîmede meâlen; “Sen Huluk-ı azîm üzeresin” (el-Kalem, 68/4) buyuruldu. Huluk-ı azîm; Allahü teâlâ ile sır, gizli şeyleri bulunmak, insanlar ile de güzel huylu olmak demektir. Çok kimselerin İslâm dînine girmesine, Resûlullah’ın güzel ahlâkı sebeb oldu.
Sözleri gâyet tatlı olup gönülleri alır, rûhları cezb ederdi. Aklı o kadar çoktu ki, Arabistan yarımadasında, sert, inatçı insanlar arasında gelip, çok güzel idâre ederek ve cefâlarına sabrederek, onları yumuşaklığa ve itâate getirdi. Çoğu, dinlerini bırakıp Müslüman oldu ve dîn-i İslâm yolunda, babalarına ve oğullarına karşı harb etti. O’nun uğrunda mallarını, yurtlarını fedâ edip, kanlarını akıttı. Hâlbuki böyle şeylere alışık değildiler. Güzel huyu, yumuşaklığı, affı, sabrı, ihsânı, ikrâmı o kadar çoktu ki, herkesi hayran bırakırdı. Görenler ve işitenler seve seve müslüman olurdu. Hiç bir hareketinde, hiç bir işinde, hiç bir sözünde, hiç bir zamân, hiç bir çirkinlik, hiç bir kusur görülmemiştir. Kendisi için kimseye gücenmediği hâlde, din düşmanlarına, dîne dil ve el uzatanlara karşı sert ve şiddetli idi.
Muhammed aleyhisselâmın binlerce mûcizesi göründü, bunu; dost-düşman herkes söyledi. Bu mûcizelerin en kıymetlisi, edepli ve güzel huylu olması idi. Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri buyurdu ki: “Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem hayvana ot verirdi. Deveyi bağlardı. Evini süpürürdü. Koyunun sütünü sağardı. Ayakkabısının söküğünü diker, çamaşırını yamardı. Hizmetçisi ile birlikte yerdi. Hizmetçisi el değirmeni çekerken yorulunca, ona yardım ederdi. Pazardan öte-beri alıp, torba içinde eve getirirdi. Fakirle, zenginle, büyükle, küçükle karşılaşınca, önce selâm verirdi. Bunlarla müsâfaha etmek için, mübârek elini önce uzatırdı. Köleyi, efendiyi, beyi, siyahı ve beyazı bir tutardı. Her kim olursa olsun, çağırılan yere giderdi. Önüne konulan şeyi, az olsa da, hafif, aşağı görmezdi. Akşamdan sabaha ve sabahtan akşama yemek bırakmazdı. Güzel huylu idi. İyilik etmesini sever, herkesle iyi geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü olup, söylerken gülmezdi. Üzüntülü görünürdü. Fakat; çatık kaşlı değildi. Aşağı gönüllü idi. Fakat, alçak tabiatlı değildi. Heybetli olup, saygı ve korku hâsıl ederdi. Fakat, kaba değildi. Nâzik ve cömert idi. Fakat, isrâf etmez, faydasız yere bir şey vermez, herkese acırdı. Mübârek başı hep önüne eğik idi. Kimseden bir şey beklemezdi. Saâdet, huzûr isteyen, O’nun gibi olmalıdır.”
Enes bin Mâlik buyuruyor ki: “Resûlullah’a on sene hizmet ettim, bir kere üf demedi. Şunu niçin böyle yaptın, bunu niçin yapmadın buyurmadı.”
Ebû Hüreyre; “Bir gazâda, kâfirlerin yok olması için duâ buyurmasını söyledik; “Ben, lânet etmek için, insanların azâb çekmesi için gönderilmedim. Ben, herkese iyilik etmek ve insanların huzûra kavuşması için gönderildim” buyurdu.” Allahü teâlâ, Enbiyâ sûresinin 107. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Seni, âlemlere rahmet, iyilik için gönderdik” buyuruyor.
Ebû Sa’îd-i Hudrî buyurdu ki: “Resûlullah’ın hayâsı, bâkire İslâm kızlarının hayâlarından daha çoktu.”
Enes bin Mâlik diyor ki: “Resûlullah, bir kimse ile müsâfaha edince, o kimse elini çekmedikçe, mübârek elini ondan ayırmazdı. O kimse, yüzünü çevirmedikçe, mübârek yüzünü ondan çevirmezdi. Bir kimsenin yanında otururken, iki diz üzerinde oturur, ona saygılı olmak için mübârek bacağını dikip oturmazdı”
Câbir bin Sümüre diyor ki: “Resûlullah az konuşurdu. Lüzumlu olduğu zamân veya bir şey sorulunca söylerdi. “Bundan anlaşılıyor ki, her müslümanın mâlâya’nî, faydasız şey söylemeyip, susması lâzımdır. Mübârek sözlerinde tertîl ve tersîl vardı. Yâni, gâyet açık ve düzenli konuşur ve kolay anlaşılırdı.
Enes bin Mâlik buyuruyor ki: “Resûl aleyhisselâm hasta ziyâretinde bulunur, cenâze arkasında yürür, çağrılan yere giderdi. Eşeğe de binerdi. Resûl aleyhisselâmı Hayber gazâsında gördüm. Yuları bir ip olan eşek üzerinde idi. Resûl aleyhisselâm, sabah namazından çıkınca, Medîne çocukları ve işçileri su dolu kablarını önüne getirirler, mübârek parmağını içine sokmasını isterler, kış ve soğuk su olsa da, isteklerini geri çevirmez, gönüllerini hoş ederdi.”
Yine Enes diyor ki: “Bir küçük kız, Resûl aleyhisselâmın elini tutup bir iş için götürseydi, birlikte gider, müşkülünü hallederdi.” Câbir diyor ki: “Resûl aleyhisselâmdan bir şey istenip de yok dediği işitilmedi.”
Peygamber efendimiz, hayâ sahibi olmak yönüyle de bütün yaratılmışlardan üstün idi. Uygun olmayan şeylere karşı gözleri adeta kapalı idi. Hiç kimseye hoşlanmadığı şeyle hitab etmezdi.
Hazreti Âişe vâlidemiz anlattılar ki: “Resûlullah efendimize, bir kimsenin, hoşlanılmayan bir şeyi yaptığı haber verildiğinde, adını söylemeden umûmî mânâda “Niçin böyle yapıyorlar?” buyururlardı.
Bu şekilde o kimseyi, yaptı veya söylediği kötü işten alıkordu ve adını vermezdi.
Enes bin Mâlik anlattı: “Bir gün Peygamber efendimizin huzûruna, yüzüne sarı renkte bir şey bulaşmış bir kimse girdi. Ona hiçbir şey demedi. Üzülecek bir şey söylemedi. O dışarı çıkınca; “Söyleseydiniz de, yüzündekini yıkasaydı ya!” buyurdu.
Resûlullah efendimiz, kavimleri birleştiriciydi. Onları birbirlerinden nefret ettirmezdi. Her kavmin büyüğüne ikramlarda bulunur ve onu baş köşeye oturturdu.
Kimseyi kendi mübârek cemalinden mahrum etmezdi. Eshâb-ı kirâmını arar, gelmiyenleri sorardı. Yanına oturanlara nasihat eder, onların nasibini verirdi.
Davranışı ile birini diğerinden çok seviyor düşüncesi, kimsenin kalbine gelmezdi. Yanına şikâyet için gelen birine karşı tahammül gösterir ve dinlerdi.
Gelen şahıs yanından ayrılmadıkça, onu yüz üstü terkedip gitmezdi. Bütün insanlara güzel huy ve ahlakını en iyi şekilde sunardı. Nezdinde hak ve adalet bakımından herkes bir idi. Kimsenin kimseden bir üstünlüğü, ayrılığı yoktu.
Hazreti Âişe vâlidemiz buyurdu ki: “Resûlullah efendimiz kadar güzel ahlaka sahip hiç kimse görmedim. Ne zaman Eshâbından veya Ehl-i beytinden biri O’nu çağırmışsa mutlaka; “Buyur” diye karşılık vermişlerdir.
Resûlullah efendimiz, Eshâbını en güzel isimlerle çağırırlar, kimsenin sözünü yarıda kesmezlerdi.
Konuştuğu kimse, sözünü bırakmadan veya gitmek için ayağa kalkmadan sözünü kesmezlerdi.
O’nun bir hüsn-i muamelesi, şefkati, merhameti hakkında Allahü teâlâ meâlen; “Zahmet çekmeniz O’nu incitir ve üzer. Size çok düşkündür; mü’minlere çok merhametlidir, onlara çok hayır diler” buyurdu.
Ve Enbiya sûresinin 107. âyet-i kerîmesinde meâlen; “(Ey Habîbim!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” buyurdu. Peygamber efendimiz ümmetine karşı bâzı şeyleri zor gelir endişesiyle kolaylaştırırdı. “Ümmetime zorluk vermemiş olsaydım, her abdestte misvak kullanmalarını emrederdim” buyurdu.
Sözünde durmak yönüyle de insanlar arasında Peygamber efendimizden daha üstün bir kimse gelmedi.
Abdullah bin Ebi’l-Hamsa anlattı ki: “Peygamberimiz ile, henüz kendilerine peygamberliği bildirilmeden önce alış-veriş yapmıştım. Kendi hesabına bir bakiye kalmıştı. O’na, falan zamanda filan yerde buluşmak üzere söz verdim ve unuttum. Üç gün sonra verdiğim sözü hatırlayınca hemen o yere koştum. O’nun üç gündür orada beklemekte olduğunu görünce, hayretimden dona kaldım. Bana; “Delikanlı beni yordun! Ben seni burada tam üç gündür bekliyorum” buyurdular.
Peygamber efendimizin tevazu hasleti, hiçbir kimsede, hatta hiçbir peygamberde (aleyhimüsselâm) bulunmayacak kadar büyük ve emsalsizdi.
Kibir duygusu, O’nda asla meydana gelmemiştir. Peygamberimiz, melik bir peygamber olmakla, kul bir peygamber olmak arasında serbest bırakıldığında, O, kul bir peygamber olmayı tercih etti. Bunun üzerine İsrafil aleyhisselâm, Peygamber efendimize; “şüphesiz, Allahü teâlâ tevazu gösterdiğin o hasleti de sana vermiştir. Çünkü kıyamette sen, Âdemoğullarının en büyüğüsün. Kabrinden kalkacak ilk insan sensin. İlk şefaat edecek olan da sensin” dedi.
Peygamber efendimiz Hazreti Âişe vâlidemize buyurdular ki: “Bana Mekke’nin taşı, toprağı altın olması sunuldu. Hayır ya Rabbi, dedim. Bir gün aç kalayım, bir gün tok. Aç kaldığım gün sana yalvarıp dua ederim. Tok kaldığım gün, sana hamdü senada bulunurum.”
Cebrâil aleyhisselâm, Peygamber efendimize gelip; “Allahü teâlânın sana selamı var. İsterse şu dağları O’na altın yapayım. Nereye giderse gitsin, o altın dağları O’nunla beraber olur” buyurdu.
Sevgili Peygamberimiz buyurdular ki: “Ey Cebrâil! Dünya, evi olmayanın evidir. Ve yine (o) malı olmayan kimsenin malıdır. Bunları aklı olmayan kimse yığar.”
Bunun üzerine Cebrâil aleyhisselâm; “Ya Muhammed! Allahü teâlâ seni kavl-i sabit ile dimdik kılmıştır” dedi.
Hazreti Âişe vâlidemiz; “Zaman olurdu tam bir ay beklerdik, evimizde (yemek yapmak için) ateş yakmazdık. Sadece hurma ile su bulunurdu” buyurmuştur.
İbn-i Abbas; “Resûlullah efendimiz ve Ehl-i beyti, bir çok geceler akşam yemeği yemeden yatarlardı. Akşam yiyecek bir şey bulamazlardı” buyurdu.
Âişe vâlidemiz buyurdu ki: “Resûlullah efendimizin mübârek karnı, hiçbir zaman yemekten doymamıştır. Bu hususta, bir kimseye de yakınmamıştır. İhtiyaç, O’nun için zenginlikten daha iyi idi. Bütün gece açlıktan kıvransa bile bu durum O’nu gündüz orucundan alıkoymazdı.
İsteseydi, Rabbinden yeryüzünün bütün hazinelerini, yiyeceklerini ve refah hayatını isterdi. Yemin ederim ki, O’nun bu halini gördüğüm zaman, acırdım ve ağlardım. Elimle mübârek karnını sıvazlar; “Canım sana feda olsun! Sana güç verecek şu dünyadan, bâzı menfaatler te’min etsen olmaz mı?” derdim.
O da, “Ey Âişe! Ben dünyayı ne yapayım? Ülü’l-azmden olan Peygamber kardeşlerim, bundan daha çetin olanına karşı tahammül gösterdiler. Fakat o halleri ile yaşayışlarına devam ettiler. Rablerine kavuştular.
Bu sebeple Rableri, onların kendisine dönüşlerini çok güzel bir biçimde yaptı, sevablarını artırdı. Ben refah bir hayat yaşamaktan hayâ ediyorum. Çünkü böyle bir hayat, beni onlardan geri bırakır. Benim için en güzel ve sevimli şey, kardeşlerime, dostlarıma kavuşmak ve onlara katılmaktır” buyururlardı.
Hazreti Âişe vâlidemiz buyurdular ki: “Resûlullah, bu sözlerinden bir ay kadar sonra vefât ettiler.” Peygamber efendimiz cömertliği ile de dillere destan idi. Bu güzel huyda da Peygamberimize kimse yetişemezdi.
İbn-i Abbas “Resûlullah efendimiz iyilik yapmak bakımından insanların en cömerdi idi. Ramazan-ı şerîfde ve Cebrâil aleyhisselâm ile buluştukları zaman, sabah rüzgarından daha cömert olurdu” demiştir.
Enes bin Mâlik buyuruyor ki: “Resûl aleyhisselâm ile birlikte gidiyordum. Üzerinde bürd-i Necrânî vardı. Yâni Yemen kumaşından bir palto vardı. Arkadan bir köylü gelip, yakasından öyle çekti ki, paltonun yakası mübârek boynunu çizdi ve izi kaldı. Resûl aleyhisselâm, adamın bu hâline güldü ve ona bir şey verilmesi için emir buyurdu.”
Resûl aleyhisselâmın komşusu, bir ihtiyar kadın vardı. Kızını, Resûl aleyhisselâma gönderdi. “Namaz kılmak için örtünecek bir elbisem yok. Bana, namazda örtünecek bir elbise gönder” diye yalvardı. Resûl aleyhisselâmın o ânda başka elbisesi yoktu. Mübârek arkasındaki entâriyi çıkarıp, o kadına gönderdi. Namaz vakti gelince, elbisesiz mescide gidemedi. Eshâb-ı kirâm, bu hâli işitince, Resûl aleyhisselâm o kadar cömertlik yapıyor ki, gömleksiz kalıp, mescide cemâate gelemiyor. Biz de her şeyimizi fakirlere dağıtalım dediler. Allahü teâlâ, hemen İsrâ sûresinin 29. âyet-i kerîmesini gönderdi. Önce Habîbine meâlen; “Hasîslik etme, birşey vermemezlik yapma” buyurup, sonra da; “Sıkıntıya düşecek ve namazı kaçırarak, üzülecek kadar da dağıtma! Sadakada vasat davran” buyurdu. O gün, namazdan sonra, Hazreti Ali, Resûlullah’ın yanına gelip; “Yâ Resûlallah! Bugün, çoluk-çocuğuma nafaka yapmak için 8 dirhem gümüş ödünç almıştım. Bunun yarısını size vereyim. Kendinize entâri (elbise) alınız” dedi. Resûl aleyhisselâm çarşıya çıkıp, iki dirhem ile bir entâri satın aldı. Geri kalan iki dirhem ile yiyecek almaya giderken bir âmânın oturduğunu gördü; “Allah rızâsı için ve Cennet elbiselerine kavuşmak için, bana kim bir gömlek verir?” diyordu. Almış olduğu entâriyi, ona verdi. Âmâ, entâriyi eline alınca, misk gibi güzel koku duydu. Bunun, Resûl aleyhisselâmın mübârek elinden geldiğini anladı. Çünkü Resûl aleyhisselâmın bir kerre giydiği her şey, eskiyip dağılsa bile, her parçası misk gibi güzel kokardı.
Âmâ duâ ederek; “Yâ Rabbî! Bu gömlek hürmetine, benim gözlerimi aç” dedi. İki gözü hemen açıldı. Resûl aleyhisselâm oradan ayrıldı. Bir dirhem ile bir entâri satın aldı. Bir dirhem ile yiyecek almaya giderken, bir hizmetçi kızın ağladığını görüp; “Kızım, niçin böyle ağlıyorsun?” buyurdu. “Bir Yahudinin hizmetçisiyim. Bana bir dirhem verdi. Yarım dirhem ile bir şişe ve yarım dirhem ile de yağ satın al dedi. Bunları alıp gidiyordum. Elimden düştü. Hem şişe, hem de yağ gitti. Şimdi ne yapacağımı şaşırdım” dedi. Resûl aleyhisselâm, son dirhemini kıza verdi. “Bununla şişe ve yağ al, evine götür” buyurdu. Kızcağız; “Eve geç kaldığım için Yahudinin beni döğeceğinden korkuyorum” deyince; ‘ ‘Korkma! Seninle birlikte gelir, sana bir şey yapmamasını söylerim” buyurdu.
Eve gelip kapıyı çaldılar. Yahudi kapıyı açıp, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemi görünce, şaşırıp kaldı. Yahudiye, olanı biteni anlatıp, kıza bir şey yapmaması için şefâat buyurdu. Yahudi, Resûlullah’ın ayaklarına kapanıp; “Binlerce insanın baş tâcı olan, binlerce aslanın, emrini yapmak için beklediği ey büyük Peygamber! Bir hizmetçi kız için, benim gibi bir miskinin kapısını şereflendirdin. Yâ Resûlallah! Bu kızı senin şerefine âzâd ettim. Bana îmânı, İslâm’ı öğret. Huzûrunda müslüman olayım” dedi. Resûl aleyhisselâm, ona müslümanlığı öğretti. Müslüman oldu. Evine girdi. Çoluğuna-çocuğuna anlattı. Hepsi müslüman oldu. Bunlar, hep Resûlullah’ın güzel huylarının bereketi ile oldu.
Resûl aleyhisselâmın güzel huyları pek çoktur. Her müslümanın bunları öğrenmesi ve bunlar gibi ahlâklanması lâzımdır. Böylece, dünyâda ve âhirette felâketlerden, sıkıntılardan kurtulmak ve o iki cihân efendisinin şefâatine kavuşmak nasîb olur.
O’nun güzel ahlâkından bâzıları şunlardır:
– Resûlullah’ın ilmi irfânı, fehmi, îkânı, aklı, zekâsı, cömertliği, tevâzûu, şefkati, sabrı, gayreti, hamiyyeti, sadâkati, emâneti, şecâati, mehâbeti, belâgati, fesâhati, fetâneti, melâheti, verâı, iffeti, keremi, insâfı, hayâsı, zühdü, takvâsı bütün peygamberlerden daha çoktu. Dostundan ve düşmanından gördüğü zararları, eziyetleri Hiç birine karşılık vermezdi. Uhud gazâsında kâfirler, yanağını kanatıp, mübârek dişlerini şehîd ettikleri zamân, bunu yapanlar için; “Yâ Rabbî, bunları affet! Câhilliklerine bağışla” buyurmuştur.
– Kendisini kimseden üstün tutmazdı Bir yolculukta, bir koyun kebabı yapılacağı zaman, biri; “Ben keserim” Bir başkası. “Ben derisini yüzerim” dedi. Diğeri; “Ben pişiririm” dedi, Resûlullah da; “Ben odun toplarım” deyince; “Yâ Resûlallah! Sen istirâhat buyur! Biz toplarız” dediler. “Evet! Sizin her şeyi yapacağınızı biliyorum. Fakat, iş görenlerden ayrılarak oturmak istemem. Allahü teâlâ, arkadaşlarından ayrılıp oturanı sevmez” buyurdu ve odun toplamaya gitti.
– Eshâbının oturdukları yere gelince, baş tarafa geçmezdi. Gördüğü aralığa otururdu. Elinde bastonu olduğu hâlde, bir gün sokağa çıktıkta, görenler ayağa kalktılar. “Başkalarının birbirlerine saygı duruşu yaptıkları gibi, benim için ayağa kalkmayınız! Ben de, sizin gibi bir insanım. Herkes gibi yerim. Yorulunca otururum” buyurdu.
– Çok zamân diz çökerek otururdu. Dizlerini dikip, etrâfına kollarını sararak oturduğu da görülmüştür. Yemekte, giymekte ve her şeyde hizmetçilerini kendinden ayırmazdı. Onların işlerine yardım ederdi. Kimseyi dövdüğü, kötü söz söylediği hiç görülmedi. Her zamân hizmetinde bulunan Enes bin Mâlik; “Resûlullah’a on sene hizmet ettim. O’nun bana yaptığı hizmet, benim ona yaptığımdan çok idi. Bana incindiğini, sert söylediğini hiç görmedim” demiştir.
– Sabah namazlarını kıldırdıktan sonra, cemâata karşı oturup; “Hasta olan kardeşimiz var mı? Ziyâretine gidelim!” buyururdu. Hasta yoksa; “Cenâzesi olan var mı? Yardıma gidelim!” buyururdu. Cenâze olursa, yıkanmasında, kefenlenmesinde yardım eder, namazını kıldırır, kabrine kadar giderdi. Cenâze yoksa; “Rüyâ gören varsa anlatsın! Dinleyelim, tâbir edelim!” buyururdu.
– Misafirlerine, Eshâbına hizmet eder; “Bir topluluğun en üstünü, hizmet edenidir” buyururdu.
– Kahkaha ile güldüğü hiç görülmedi. Sessizce tebessüm ederdi. Bâzan gülerken mübârek ön dişleri görünürdü.
– Lüzumsuz ve faydasız bir şey söylemezdi. Lâzım olunca, kısa, faydalı ve mânâsı açık olarak söylerdi. İyi anlaşılması için bâzan üç kerre tekrar ederdi.
– Heybetinden kimse yüzüne bakamazdı. Biri gelip mübârek yüzüne bakınca, ona bakanın yüzü terlerdi; “Sıkılma! Ben melik değilim, zâlim değilim. Et suyu yiyen bir kadıncağızın oğluyum” derdi. Bunun üzerine adamın korkusu gidip derdini söylemeye başlardı.
– “İçinizde Allahû teâlâyı en iyi anlayan ve O’ndan en çok korkan benim”, “Benim gördüğümü görseydiniz, az güler, çok ağlardınız” Havada bulut görünce; “Yâ Rabbî! Bu bulutla bize azâb gönderme!”, rüzgâr esince; “Yâ Rabbî! Bize hayırlı rüzgâr gönder” gök gürleyince; “Yâ Rabbî! Bize incinib de, öldürme. Azâbını gönderme. Âfiyet ihsân eyle!” diye duâ ederdi. Namaza dururken, ağlayan kimsenin içini çektiği gibi, göğsünde ses işitilirdi. Kur’ân-ı kerîm okurken de böyle olurdu.
– Kalbinin kuvveti, şecâati şaşılacak kadar çoktu. Huneyn gazâsında, müslümanlar dağılıp, üç dört kimse ile kalmıştı. Bir kaç defâ, kâfirlerin hücûmuna, tek başına karşı koydu ve aslâ gerilemedi.
– Çok cömert Yüzlerce deve ve koyun bağışlar, kendisine bir şey bırakmazdı. Nice katı kalbli kâfirler, bu ihsânlarını görerek îmâna gelmişlerdir.
– Zevcelerine ve bir kaç hizmetçisine bâzan bir senelik arpa ve hurma ayırır, bundan fakirlere de sadaka verirdi.
– Yiyeceklerden; koyun etini, et suyunu, kabağı, tatlıları, balı, hurmayı, sütü, kaymağı, karpuzu, kavunu, üzümü ve hıyarı severdi.
– Suyu yavaş yavaş, Besmele ile başlayarak üç yudumda içer, sonunda; “Elhamdülillah” der ve duâ ederdi.
– Giyilmesi câiz olanlardan her bulduğunu giyerdi. Kalın kumaştan ihram şeklinde dikilmemiş şeylerle örtünür, peştamal sarınır, gömlek ve cübbe de giyerdi. Bunlar pamuktan, yünden veya kıldan dokunmuştu. Ekseriyâ beyaz, bâzan yeşil giyerdi. Dikilmiş elbise giydiği de olurdu. Cumâ ve bayramlarda ve yabancı elçiler geldikte ve cenk zamânlarında kıymetli gömlekler, cübbeler, yeşil, kırmızı, siyah da giyerdi. Kollarını bileklerine kadar, mübârek ayaklarını baldırın yarısına kadar örterdi.
– Arabistan’daki âdete uyarak saçlarını kulaklarının yarısına kadar uzatır, fazlasını
– Saçlarına özel olarak hazırlanmış, güzel kokulu yağ sürerdi.
– Ellerine, başına, yüzüne misk veya başka kokular sürer, ud ağacı, kâfuri ile buhurlanırdı.
– Yatağı, içi hurma iplikleri ile dolu, dabağlanmış deriden idi. İçi yünle dolmuş bir yatak getirdiklerinde, kabûl etmedi ve; “Yâ Âişe! Allahü teâlâya yemîn ederim ki, eğer istesem, Allahü teâlâ her yerde altın ve gümüş yığınlarını yanımda bulundurur” buyurdu. Bâzan hasır, tahta, döşek, yünden dokunmuş keçe veya kuru toprak üzerinde yatardı.
– Her gece gözlerine üç kerre sürme çekerdi.
– Evinde; ayna, tarak, sürme kabı, misvâk, makas, iğne, iplik eksik olmazdı. Yolculukta bunları berâberinde götürürdü.
– Yatsıdan sonra gece yarısına kadar uyuyup, sonra sabah namazına kadar ibâdet yapardı. Sağ yanına yatar, sağ elini yanağı altına kor, bâzı sûreler okuyup
– Tefe’ül ederdi. Yâni, ilk gördüğü, birden bire gördüğü şeyleri hayra yorardı. Hiç bir şeyi uğursuz saymazdı.
– Üzüntülü zamanlarında sakalını tutar, düşünürdü.
– Üzüldüğü zaman, hemen namaza başlardı. Namazın lezzet ve safâsı ile gammı giderdi.
Peygamber efendimizin, Allahü teâlâdan korkması, O’na itâat ve ibâdet etmesi o kadar çoktu ki, O’nun bu hâline hiç kimse tâkat getiremezdi. Mübârek ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. “Yâ Resûlallah! Sizin gelmiş geçmiş bütün günahlarınız affedildiği hâlde, neden bu kadar kendinize zahmet veriyorsunuz?” denildiğinde; “Ben, Allahü teâlânın en çok şükreden kulu olmayayım mı?” diye cevap buyurdular.
İbn Mace, “Zühd”, 16; Hâkim, el-Müstedrek, II, 506; İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 371; Kadı İyâz, Şifâ-i Şerif, s. 116.
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız