ÖNSÖZ

Allahü teâlâ, Kurân-ı Kerîmde, Mâide sûresinin 82. âyetinde, “İslamiyetin en büyük düşmanı, yahudiler ve müşriklerdir” buyurdu. İslamiyeti içerden yıkmak için, ilk fitneyi çıkaran yahudi, Yemenli Abdullah bin Sebe’dir. Hakiki müslüman olan Ehl-i sünnete karşı, Şiî fırkasını kurdu. Her asırda, şiî alimi olarak ortaya çıkan yahudiler, bu fırkayı kuvvetlendirdiler. Yahudilerin İslamiyete yaptıkları zararlar, Kuveyt’te Mektebetü’s-sahabeti’l-İslâmiyye’nin neşrettiği Hiyanetü’l-yehud kitabında uzun yazılıdır. Îsâ aleyhisselâm semaya çıkarıldıktan sonra, bozuk İnciller yazılınca, hristiyanların çoğu müşrik oldu. Müşrik olmayanlar da, Muhammed aleyhisselâma inanmadıkları için kâfir oldu. Bunlara ve yahudilere Ehl-i kitap denildi. İslamiyet zuhûr edince, papazların kurun-ı vüstadaki [orta çağdaki] hakimiyetleri yıkıldı. İslamiyeti yok etmek için, misyoner cemiyetleri kurdular. Bu işte en ileri giden, ingilizler oldu. Londra’da Müstemlekeler nezareti kuruldu. Akla, hayale gelmeyen yahudi hileleri ile ve askeri ve siyasi kuvvetler ile İslamiyete saldırdılar. Müstemlekeler nezaretinin idare ettiği ve her memlekete gönderilen binlerce casustan biri olan Hempher, 1125 [m. 1713] senesinde, Basrada avladığı 14 yaşındaki Necdli Muhammedi, senelerce aldatarak, Vehhâbî fırkasını kurdular ve İngiltere’deki Müstemlekeler Nezareti’nin emri ile 1150 [m. 1737] senesinde ilan ettiler.

Hempher, İngiliz Müstemlekeler nezaretinin emri ile Mısır, Irak, İran, Hicaz ve hilafet merkezi olan İstanbul’da casusluk faaliyetlerinde bulunmak, müslümanları aldatmak ve hristiyanlığa hizmet için vazifelendirilmiş bir İngiliz misyoneridir. İslam düşmanları, İslamiyeti yok etmeye ne kadar çok çalışsalar da, Allahü teâlânın bu nurunu, asla söndüremezler. Çünkü, Allahü teâlâ, Kurân-ı Kerîmde, Hicr sûresi 9. âyet-i kerimesinde meâlen, “Bu Kur’an’ı, sana ben indirdim. Onu elbette ben koruyacağım” buyurdu. Yani, kâfirler, Ona tecavüz edemeyecek, Onu tebdil, tahrif edemeyecek, O nuru asla söndüremeyeceklerdir buyurdu. On dört asırdan beri, müslümanlar, Kurân-ı Kerîmin ışıklı yolunda çalışarak, ilimde, ahlakta, fende, sanatta, ticarette, siyasette ilerlediler. Büyük devletler kurdular. Fransa’daki 1204 [m. 1789] ihtilalinden sonra, Avrupa’daki gençler, kiliselerin, papazların ahlaksızlıklarını, zulümlerini, soygunlarını, yalanlarını ve hristiyanlık dininin bozuk olduğunu görerek, hristiyanlıktan ayrılmaya, müslüman veya dinsiz olmaya başladılar. Hristiyanlıktan uzaklaştıkça, fende, teknikte ilerlediler. Çünkü hristiyanlık, dünya için çalışmaya, ilerlemeye mâni oluyordu. Bu gençlerin yazdıkları, dinleri kötüliyen kitapları okuyan ve ingilizlerin İslama karşı yalanlarına, iftirâlarına aldanan bazı müslümanlar da, din cahili oldular. İslamiyetten uzaklaştıkça, fende gerilemeye başladılar. Çünkü İslamiyet, dünya işlerinde de çalışmayı, ilerlemeyi emretmektedir.

İngiliz devletinin esas siyaseti, dünyadaki bilhassa Afrika ve Hindistan’daki tabiî servetleri sömürmek, oralardaki insanları, hayvan gibi çalıştırıp bütün kazançları İngiltere’ye nakletmektir. Adaleti, sevişmeyi ve yardımlaşmayı emreden İslam dinine kavuşanlar, ingiliz zulümlerine, yalanlarına mâni olmaktadır.

Bu maddeyi 3 kısım olarak hazırladık:

1. kısım, ingiliz casusunun itiraflarıdır. Bu kısımda, ingilizlerin İslamiyeti imha, yok etmek için hazırladıkları, âdi, alçak planları, yalanları bildirilmektedir. Bu kısımda 7 fasıl vardır.

2. kısımda, ingilizlerin planlarını, müslüman memleketlerinde sinsice tatbik ettikleri, devlet adamlarını aldattıkları, müslümanlara, akla, hayale gelmeyen işkenceler yaptıkları ve Hind ve Osmanlı İslam devletlerini yok ettikleri bildirilmektedir. Yazımızın bu kısmı, Vehhâbîlerin tuzaklarına düşen zavallı müslümanların, gafletten uyanmalarına sebep olacak ve Ehl-i sünnet âlimlerinin yazılarını kuvvetlendirecek vesikalar ile doludur.

3. kısım, (Hülâsat-ül-kelam) dan tercüme olup hak dinin İslamiyet olduğunu ispat etmektedir.

 

1. FASL

Hempher diyor ki; Büyük Britanyamız çok geniştir. Güneş, denizleri üzerinde doğduğu gibi, yine bu denizlerin üzerinde batar. Devletimiz, Hindistan, Çin ve Ortadoğudaki sömürgelerinde nisbeten zayıftır. Bu memleketler, tam mânâsı ile idaremizin altında değildir. Fakat, buralarda çok faal ve başarılı bir politika tatbik ediyoruz. Hepsi elimize geçmek üzeredir. Burada 2 şey mühimdir:

1- Elimize geçmiş yerleri elimizde tutmaya çalışmak,

2- Elimize geçmemiş yerleri ele geçirmeye çalışmak.

Müstemlekeler [sömürgeler] nazırlığı, bu 2 vazifeyi ifa etmek üzere, bu devletlerin her biri için, birer komisyon teşkil etmiştir. Müstemlekeler nazırlığında vazifeye başlayınca, Nazır bana îtimat etti ve Doğu Hindistan şirketinde bir vazife verdi. Bu, zâhirde bir ticaret şirketi idi. Fakat asıl vazifesi, Hindistan’ın büyük ve geniş topraklarına hâkim olmanın yollarını araştırmaktı.
Hükümetimizin, Hindistan için hiç endişesi yoktu. Zira Hindistan, değişik milletlere, ayrı dillere ve zıt çıkarlara sâhip bir ülkeydi. Çin’den de pek korkumuz yoktu. Çünkü, Çine hâkim olan Budizm ve Konfüçyüs dinlerinin canlanmasından korkulmuyordu. Zira bunlar, hayatla hiç alakalanmayan, 2 ölü din idi. Binaenaleyh, bu 2 ülke halkında vatan sevgisinin olması, çok uzak bir şeydi. Bu 2 ülke, biz İngiltere hükümetini rahatsız etmiyordu. Fakat, ilerde olabilecek hadiseleri de gözümüzden ırak etmiyorduk. Binaenaleyh, bu ülkelerde tefrika, cehalet ve fakirlik, hatta sari hastalıkları yaymak için, uzun vadeli planlar yapıyorduk. Bu 2 ülke halkının adetlerini taklit ederek, niyetlerimizi rahatça gizliyebiliyorduk.

İslam memleketleri son derece rahatımızı bozuyordu. Hepsi de, lehimize olmak üzere, Hasta Adamla [Osmanlı devletini kasıt ediyor] bir kaç anlaşma yapmıştık. Müstemlekeler nazırlığının tecrübeli adamları, bu hastanın bir asırdan az bir zaman zarfında can vereceğini söylüyorlardı. Ayrıca, İran hükümeti ile de, gizlice bir kaç anlaşma yapmış ve bu 2 ülkeye, mason yaptığımız, devlet adamlarını yerleştirmiştik. Rüşvet, kötü idare ve din bilgisi noksan idarecilerin, güzel kadınlarla meşgul olup vazifelerini unutması, bu 2 ülkenin belini kırdı. Fakat, bütün bunlara rağmen, şu sayacağım sebeplerden dolayı, yaptıklarımızın beklediğimiz neticeyi vermemesinden endişe ediyorduk:

1- Müslümanlar, İslama son derece bağlıdırlar. Her bir müslüman, papaz ve rahiplerin hristiyanlığa bağlılıkları kadar, hatta daha fazla, İslama bağlıdır. Bilindiği gibi, papaz ve rahiplerin canı çıkar da, hristiyanlıkları çıkmaz. Müslümanların en tehlikelileri de, İrandaki şiîlerdir. Çünkü onlar, şiî olmayanları kâfir ve necis bilirler. Hristiyanlar, şiîlerin nazarında, kokmuş pislik gibidir. Tabiatiyle, insan bütün gücüyle pisliği atmaya gayret eder. Bir sefer şiinin birine şunu sordum: (Hristiyanlara niye böyle bakıyorsunuz?) Aldığım cevap şuydu: (İslam Peygamberi, çok hakim bir zât idi. Kâfirleri böyle mânevî bir baskı altına almış ki onların doğru yolu bulmasına ve Allah’ın dini olan İslama girmesine sebep olsun. Nitekim devlet de, bir insanı tehlikeli bulunca, onu itaat edinceye kadar, maddi bir baskı altında tutar. Sözünü ettiğim necaset, maddi değil, mânevî bir baskı olup hristiyanlara da has değildir, sünnilere ve bütün kâfirlere şâmildir. Hatta, bizim eski İranlı mecusiler bile şiîlerin nazarında necistirler.)

Ona dedim ki: (Güzel! Sünniler ve hristiyanlar da Allaha, Peygamberlere ve kıyamet gününe inanırlar, niye necis olsunlar?) Cevaben dedi ki: (2 şeyden dolayı necistirler: Birincisi, hazret-i Muhammed’i haşa yalancılıkla itham ederler. Biz de, bu çirkin itham karşısında (Sana eziyet verene sen de eziyet edebilirsin) sözü mucibince, onlara (Siz necissiniz) diyoruz. 2.si ise, hristiyanlar, Allah’ın Peygamberlerine kötü isnadlarda bulunurlar. Mesela, Îsâ aleyhisselâm içki içerdi, mel’un olduğu için çarmıha gerildi, derler.)

Ben dehşet içinde adama dedim ki: (Hristiyanlar böyle demezler.) O ise: (Hayır sen bilmiyorsun, (Kitâb-ı mukaddes) de böyle yazılıdır), dedi. Ben sustum, zira adam, 2. hususta olmasa bile birincisinde haklıydı. Münakaşayı uzatmak istemedim. Çünkü, İslami kıyafette olduğum hâlde, benden şüphelenebilirlerdi. Bu sebep ile dâima münakaşalardan uzak duruyordum.

2- İslamiyet, bir zamanlar, idare ve hüküm dini idi. Müslümanlar da, azizdi. Bu efendi insanlara, şimdi siz kölesiniz demek zordur. İslam tarihini kötüleyip, müslümanlara, bir zamanlar elde ettiğiniz izzet ve itibar, bazı şartlar icabıydı. O günler gitti, bir daha geri dönmez, dememiz de mümkün değildir.

3- Osmanlı ve İranlıların, yaptıklarımızın farkına vararak, planlarımızı bozup tesirsiz hâle getirmelerinden çok endişe ediyorduk. Gerçi, bu 2 devlet büyük ölçüde zayıflemiştir. Fakat, mal, silah ve hüküm sâhibi, merkezi bir hükümetin oluşu, bizim emin olmamıza mâni oluyordu.

4- İslam âlimlerinden son derece rahatsızdık. Çünkü, İstanbul ve El-ezher âlimleri, Irak âlimleri, Şam âlimleri, emellerimizin önünde aşılmaz engellerdi. Zira onlar, dünyanın geçici zevk ve ziynetlerine karşı, Kurân-ı Kerîmin vaat ettiği Cennete girmeye hazırlanan ve kendi prensiplerinden kıl kadar taviz vermeyen kişilerdi. Halk onlara tâbi oluyor, Sultan bile onlardan korkuyordu. Sünniler, şiîler kadar âlimlere bağlı değildi. Zira, şiîler kitap okumuyor, sadece âlimleri tanıyor, Sultana gereken ihtimamı göstermiyorlardı. Sünniler ise, çok kitap okuyor, âlimleri ve Sultanı tutuyorlardı.

Bu hâl karşısında, bir çok toplantılar yaptık. Fakat, maalesef, her seferinde önümüzde yolun kapalı olduğunu gördük.

Casuslarımızdan gelen raporlar, hep hayal kırıcı, konferansların sonuçları da sıfır idi. Lakin, yine de ümitsizliğe kapılmıyorduk. Çünkü, biz, derin nefes almayı ve sabır etmeyi adet edinmişizdir.

Bir toplantımıza, Nazırın kendisi, en büyük papazlar ve bir kaç da mütehassıs [uzman] katılmıştı. 20 kişiydik. 3 saatten fazla süren bu toplantıda, hiçbir neticeye varılamadı. Fakat, bir papaz şöyle dedi: (Rahatsız olmayın! Çünkü, hristiyanlık, ancak 300 sene zulüm çektikten sonra yayıldı. Umulur ki Mesih, gayb aleminden bize nazar edip, 300 sene sonra da olsa, kâfirleri [Müslümanları kastediyor] merkezlerinden çıkarmayı nasip eder. Biz kuvvetli bir îman ve uzun bir sabrla silahlanmalıyız! Hükmü elimize geçirebilmek için, bütün vasıtaları elde edip, bütün yolları denemeliyiz. Hristiyanlığı, Muhammedilerin arasında yaymaya çalışmalıyız. Asırlar sonra da, neticeye varabilirsek, çok iyidir. Zira, babalar çocukları için çalışırlar.)

Müstemlekeler nazırlığında, İngiltere’nin yanısıra, Fransa ve Rusya’dan da, diplomat ve din adamlarının katıldığı bir konferans yapıldı. Çok şanslıydım. Nazır ile aramız iyi olduğu için, ben de katılmıştım. Konferansta, müslümanları parçalayıp, İspanya gibi, dinlerinden çıkararak imana getirmenin [Hristiyanlaştırmanın] hesapları yapıldı. Fakat, varılan neticeler istenildiği gibi değildi. Ben, o konferanstaki bütün konuşmaları (İla meleküt-il-Mesih) ismli kitabımda yazdım.

Derinlere kök salmış büyük bir ağacı, kurutup, söküp atmak zordur. Fakat, biz zorlukları kolaylaştırıp, yenmeliyiz. Hristiyanlık, yayılmak için gelmiştir. Bunu, Mesih efendimiz bize vaat etmiştir. Muhammede, doğu ve batı aleminin içinde bulunduğu kötü şartlar yardımcı olmuştur. O kötü şartlar gidince, beraberindeki belaları da [İslamı kastediyor] götürdü. Bugün memnuniyet ile durumun tamamen değiştiğini müşahede ediyoruz. Nezaretimizin ve diğer hristiyan hükümetlerin büyük gayret ve çalışmaları neticesinde, müslümanlar gerilemeye başladı. Hristiyanlar ise, kuvvetleniyorlar. Uzun asırlar boyunca gayb edilen yerleri alma zamanı geldi. İslamiyeti imha etmeye, Büyük Britanya devleti öncülük etmektedir.

_________
Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben hâlime,
Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbâlime.

2. FASIL

Hicri 1122 ve miladi 1710 senesinde Müstemlekeler nazırı beni, Müslümanları parçalamak için gerekli ve yeterli bilgileri toplamak ve casusluk yapmak üzere, Mısır, Irak, Hicaz ve İstanbul’a gönderdi. Aynı tarihte ve aynı vazife ile nezaret, canlılık ve cesaret dolu 9 kişiyi daha vazifelendirdi. Bize lazım olabilecek para, bilgi ve haritanın yanında bir de, devlet adamlarının, âlim ve kabile reislerinin isimlerini ihtiva eden birer fihrist verildi. Hiç unutamıyorum! Sekreter ile vedâlaştığımızda, bize demişti ki: (Devletimizin geleceği başarınıza bağlıdır. Onun için, var kuvvetinizle çalışmalısınız).

Ben, İslamiyetin hilafet merkezi olan İstanbul’a doğru, denizden yola çıktım. Asıl vazifemin yanında, bir de ek olarak, orada türkçeyi çok güzel bir şekilde öğrenmem gerekiyordu. Zaten daha önce Londrada epey türkçe ve Kuran lisanı arabça ve İranlıların dili farsça öğrenmiştim. Fakat, bir lisanı öğrenmek başka, o lisanı [dili] ülkenin halkı gibi konuşmak başka şeydi. Zira, birincisi birkaç senede hâsıl olduğu hâlde, ikincisi bunun birkaç katı zaman ister. İnsanların benden şüphe etmemeleri için, türkçeyi bütün incelikleriyle öğrenmem gerekiyordu.

Benden şüphe ederler diye hiç de rahatsız olmuyordum. Zira, müslümanlar, Peygamberleri olan Muhammed aleyhisselâmdan öğrendikleri gibi, müsamahakar, açık kalpli ve iyi niyetlidirler. Onlar bizim gibi, şüphe edici değildirler. Kaldı ki Türk hükümeti, o zaman casusları yakalıyabilecek teşkilata mâlik değildi.

Çok yorucu bir yolculuktan sonra İstanbul’a vardım. İsmimin Muhammed olduğunu söyledim ve müslümanların mabedi olan camie gitmeye başladım. Müslümanların disiplinli, temiz ve itaatkar oluşları çok hoşuma gitti. Bir ara kendi kendime: (Bu Mâ’sûm insanlarla neden savaşıyoruz? Mesih efendimiz, bize bunu mu emretti?) dedim. Fakat, ben hemen bu şeytani[!] düşünceden döndüm ve en güzel bir şekilde, vazifemi yerine getirmeye karar verdim.

İstanbul’da Ahmed efendi isminde yaşlı bir âlim ile tanıştım. Ondaki inceliği, açık kalpliliği, gönül berraklığı ve iyilikseverliği hiçbir din adamımızda görmedim. Bu Zât, gece gündüz Muhammed aleyhisselâma benzemeye çalışırdı. Ona göre, Muhammed aleyhisselâm en kâmil, en üstün insandı. Onu her zikrettiğinde, gözleri yaşlanırdı. Çok şanslıydım ki bir kere bile kim olduğumu, nereli olduğumu sormadı. Bana (Muhammed efendi) diye hitab ederdi. Sorduğum suallere cevap verir, bana şefkat ve merhamet ile muamele ederdi. Zira, beni Türkiyede çalışmak ve Muhammed aleyhisselâmın halifesinin gölgesinde yaşamak için İstanbul’a gelmiş bir misafir olarak bilirdi. Zaten, bu bahane ile İstanbul’da kalıyordum.

Bir gün Ahmed efendiye: (Annem ve babam öldü. Kardeşim de yok. Bana miras olarak da hiç bir şey kalmamış. Çalışıp kazanmak, Kurân-ı Kerîmi ve din bilgilerini öğrenmek, yani hem dünyamı, hem de ahiretimi kazanmak için, İslam merkezine geldim) dedim. Bu sözlerime çok sevindi ve (Şu 3 sebepten dolayı, sana hürmet göstermek lâzımdır) dedi. Sözlerini aynen yazıyorum:

1- Sen müslümansın. Bütün müslümanlar kardeştirler,

2- Sen misafirsin. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Misafire ikramda bulununuz!),

3- Sen çalışmak istiyorsun, (Çalışan, Allah’ın dostudur) diye bir hadis-i şerif vardır.

Bu sözler çok hoşuma gitmişti. Kendi kendime, (Keşke hristiyanlıkta da, bu gibi parlak hakikatler olsaydı. Ne yazık ki hiçbiri yok) dedim. Fakat hayret ettiğim şey, bu kadar yüce bir din iken, şu mağrur ve hayattan bi-haber bazı kimseler elinde, İslâmin zayıflemesiydi.

Ahmed efendiye: (Kurân-ı Kerîmi öğrenmek istiyorum) dedim. (Baş üstüne, sana öğretirim) dedi. Fâtiha sûresinden öğretmeye başladı. Kurân-ı Kerîmi okutmaya başlamadan evvel, abdest alır ve bana da aldırırdı. Kıbleye karşı oturup okuturdu. Okuduklarımızın mânâlarını da açıklardı. Bazı kelimeleri okumakta çok güçlük çekerdim. 2 sene içinde, Kurân-ı Kerîmi baştan sona kadar okudum.
Müslümanların abdest dedikleri şey, bazı uzuvları yıkamaktan ibarettir ki: 1) Yüzü yıkamak, 2) Parmaklardan dirseğe kadar sağ kolu yıkamak, 3) Parmaklardan dirseğe kadar sol kolu yıkamak, 4) Başı, kulakların arkasını ve boynu meshetmek, 5) Her 2 ayağı yıkamak.

Ben, misvak kullanmaktan son derece rahatsız olurdum. (Misvak), müslümanların abdestten önce ağız ve dişlerini temizledikleri bir ağaç dalıdır. Bu ağacın ağıza ve dişlere zararlı olduğunu sanıyordum. Bâzen ağzımı yaralayıp kanatıyordu. Fakat, yine de kullanmak zorundaydım. Zira, onların yanında misvak kullanmak Peygamber aleyhisselâmın mühim sünneti idi. Bu ağacın çok faydası olduğunu söylüyorlardı. Hakikaten daha sonra, dişlerimin kanaması durdu. İngilizlerin çoğunda bulunan, ağzımdaki fenâ koku hiç kalmadı.
İstanbul’da bulunduğum müddetçe, bir câmi hizmetçisinin yanında, biraz para karşılığında yatardım. Hizmetçinin ismi Mervan Efendi idi. Mervan, Muhammed aleyhisselâmın bir sahabisinin ismidir. Bu hizmetçi, çok asabi bir adamdı. İsmi ile övünür ve bana, (Bir oğlun olursa ismini Mervan koy. Çünkü Mervan, İslâmin büyük mücahitlerindendir) derdi.

Akşam yemeğimi Mervan Efendi hazırlıyordu. Müslümanların bayramı, Cuma günü işe gitmiyordum. Haftanın kalan günlerinde, Hâlid isminde bir marangozun yanında, haftalık ücret ile çalışıyordum. Sadece sabahtan öğleye kadar çalıştığım için, işçilerine verdiği ücretin yarısını bana veriyordu. Marangoz, boş zamanlarında Hâlid bin Velidin faziletlerinden çok bahs ederdi. Hâlid bin Velid, Muhammed aleyhisselâmın sahabilerinden olup büyük mücahitdir. Çeşitli İslami fethler yapmıştır. Fakat Ömer bin Hattabın onu azl etmesi, marangozu üzüyordu.

Yanında çalıştığım marangoz Hâlid, ahlaksız ve son derece asabi bir adamdı. Her nedense, bana çok îtimat ederdi. Belki de, bu itimatı, sözünden hiç çıkmadığım içindi. Yalnız iken, İslamiyete ehemmiyet vermezdi. Ancak, arkadaşlarının yanında, İslam dininin emirlerine uyardı. Cuma namazını kılardı, diğerlerini tam bilmiyorum.

Dükkanda kahvaltı ederdim. İşten sonra, öğle namazı için câmiye gider ve ikindi namazına kadar camide kalırdım. İkindi namazından sonra Ahmed efendinin evine gider ve orada 2 saat kalarak, ondan Kurân-ı Kerîm, Arabî ve türkçe lisan dersleri alırdım. Haftalık kazancımı, beni çok güzel okuttuğu için, her Cuma ona verirdim. Hakikaten, bana Kurân-ı Kerîmi, İslam dininin icaplarını ve Arabî ile türkçe lisanlarının inceliklerini gâyet güzel bir şekilde öğretiyordu.

Ahmed efendi bekar olduğumu anlayınca, kızlarından birini bana vermek istedi. Ben ise, onun bu teklifini reddettim. Fakat, kendisi çok ısrar ediyor, bana, evlenmenin, Peygamberin sünneti olduğunu, Peygamberin de, (Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir) dediğini söylerdi. Bu olayın, ilişkilerimizin kesilmesine sebep olabileceğini anlayınca, ona yalandan dedim ki: (Bende cinsi âcizlik vardır). Bunu söylemekle, eski dost ve ahbablığın devam etmesini sağladım.

İstanbul’da 2 senem dolunca, Ahmed efendiye, vatanıma dönmek istediğimi söyledim. (Gitme, niçin gidiyorsun? İstanbul’da ne ararsan var. Allahü teâlâ, bu şehre, din ve dünyayı birlikte vermiştir. Annenin ve babanın vefât ettiğini, kardeşlerinin olmadığını söylemiştin. Öyleyse, İstanbul’a yerleş) dedi. Ahmed efendi bana çok alışmıştı. Onun için, benden ayrılmak istemiyor ve İstanbul’a yerleşmem hususunda çok israr ediyordu. Fakat, vatani vazifem beni, Londraya dönüp, nezarete, hilafet merkezi ile alakalı geniş bir rapor sunup, yeni emirler almak için zorluyordu.

İstanbul’da bulunduğum müddetçe, her ay Müstemlekeler nezaretine müşahede ettiğim hadiselerle alakalı bir rapor gönderdim. Bir kere raporumda, yanında çalıştığım adam, bana livâta etmek isterse, ne yapayım dedim. Cevapta bana, (Bu iş hedefe ulaşmayı kolaylaştırıyorsa, yapabilirsin) denildi. Bu cevabı okuyunca, çok kızdım. Sanki dünya başıma yıkılmıştı. Evet, bu habis fiilin İngilterede yaygın olduğunu evvelden biliyordum. Fakat, büyüklerimin emredecekleri hatırıma gelmezdi. Ne yapayım ki bardağı son damlasına kadar içmekten başka çarem yoktu. Onun için sustum ve vazifeme devam ettim.

Ahmed efendi ile vedâlaşırken, gözleri yaşardı ve bana: (Yavrum! Allahü teâlâ yardımcın olsun! Bir daha İstanbul’a gelir ve öldüğümü görürsen, beni hatırla. Ruhuma bir (Fâtiha) oku! Resûlullahın yanında, mahşer gününde karşılaşacağız) dedi. Gerçekten, ben de çok mahzun oldum ve gözyaşı döktüm. Fakat, vazifem, hislerimden daha üstündü.
_________
İnsana sadakat yakışır, görse de ikrah,
doğruların yardımcısıdır, hazret-i Allah!

3. FASL

Arkadaşlarım benden evvel Londra’ya dönmüş ve nezaretten yeni emirler almışlardı. Ben de, döndükten sonra, yeni emirler aldım. Fakat, maalesef ancak 6 kişi dönebilmiştik.

Kalan 4 kişiden biri, sekreterin anlattığına göre, müslüman olup Mısırda kalmış. Fakat, sekreter yine de sevinçliydi. Çünkü, sır vermemiş diyordu. 2.si, Rusya’ya gidip orada kalmış. Bu, zaten Rus asıllıydı. Sekreter, bunun vatanına gittiği için değil, belki Rusya hesabına Müstemlekeler nezaretinde, casusluk yapıyordu, vazifesi bitince gitti diye, çok üzülüyordu. 3.sü ise, yine sekreterin anlattığına göre, Bağdat civarında imare beldesinde vebâ hastalığından ölmüş. Dördüncüsünü, nezaret, Yemenin Sana şehrine kadar takip etmiş, bir seneye kadar raporları geliyormuş. Fakat, daha sonra raporlar kesilip, nazırlığın bütün gayretlerine rağmen, bir izine tesadüf edilememişti. Nazırlık, bu 4 adâmın kaybolmasını bir felaket kabul ediyordu. Zira biz, vazifeleri büyük, nüfusu az bir milletiz. Binaenaleyh, her insan için ince bir hesap yaparız.

Sekreter, ilk birkaç raporumdan sonra, 4’ümüzün raporlarının tetkik edilmesi için, bir toplantı yaptı. Arkadaşlarım, vazifeleriyle alakalı raporlarını teslim ettikten sonra, ben de raporumu verdim. Benimkinden bazı kısımlarını not ettiler. Nazır, sekreter ve toplantıya katılanların bir kısmı, çalışmalarımı takdir ettiler. Fakat, yine de 3. sıradaydım. 1.liği arkadaşım George Belcoude, 2.liği ise Henry Franse kazanmıştı.

Türkçe ve Arabî lisanları ile Kurân-ı Kerîm ve ahkâm-ı İslamiyeyi çok iyi öğrenmiştim. Fakat, nazırlığa Osmanlı Devletinin zayıf noktalarını gösterecek bir rapor hazırlamayı başaramamıştım. 2 saat süren toplantıdan sonra, sekreter bu başarısızlığımın sebebini sordu. Ben de, (Asıl vazifem lisan ile Kuran ve İslamiyeti öğrenmekti. Bunun haricindeki işlere fazla vakit ayıramadım. Fakat, bu sefer sizi memnun edeceğim) dedim. Sekreter, (Şüphesiz sen muvaffak oluyorsun. Fakat, 1. olmanı isterdim) dedi ve şöyle devam etti:
(Ey Hempher, gelecek seferki vazifen 2’dir:

1- Müslümanların zayıf noktaları ile onların vücutlarına girip, mafsallarını ayırmamızı sağlayacak noktaları tesbit etmektir. Zaten, düşmanı yenmenin yolu da budur.

2- Bu noktaları tesbit edip, dediğimi yaptığın zaman [Yani müslümanların arasını açıp, onları birbirine düşürebildiğin zaman] en başarılı ajan olacak ve nazırlık madalyasını kazanmış olacaksın.)

Londra’da 6 ay kaldım. Amcâmın kızı Maria Shvay ile evlendim. O zaman ben 22, o ise 23 yaşındaydı. Maria Shvay orta zekalı, normal kültürlü, çok güzel bir kızdı. Hayatımın en neşeli, mesut zamanını, o günlerde, onunla geçirdim. Hanımım hamile idi. Yeni misafirimizi beklediğimiz bir sırada, Irak’a gitmem için emir geldi.

Oğlumun dünyaya gelmesini beklerken, bu emrin gelmesi beni üzdü. Fakat, vatanıma verdiğim ehemmiyet ve arkadaşlarım arasında 1. olup meşhur olma hevesim, kocalık ve babalık hislerimin üstündeydi. Bunun için, hiç tereddüt etmeden, emri kabul ettim. Hanımım, işi çocuğun tevellüdüne tecil etmemi çok istiyordu. Fakat, sözlerine ehemmiyet vermedim. Vedâlaştığımız gün, ikimiz de ağladık. Hanımım, (Benden mektuplarını kesme! Ben de sana, yeni ve altın gibi kıymetli yuvamızla alakalı mektuplar yazacağım) dedi. Bu sözleri, kalbimde bir fırtına koparmıştı. Az daha seferi ibtal ediyordum. Fakat, hislerime hâkim olmayı bildim. Onunla vedâlaştım ve son talimatları almak üzere, nezaret binasına gittim.

6 ay sonra, kendimi Irak’ın Basra şehrinde buldum. Bu şehir halkının bir kısmı sünnî, bir kısmı da, şiî idi. Bir aşıretler beldesi olan Basra’da, Arap, fars ve biraz da hristiyan vardı. Hayatımda ilk defa, şiî ve farslarla orada karşılaştım. Sözü açılmışken, biraz da şiilik ve sünnilikten bahsedeyim:

Şiîler, (Muhammed aleyhisselâmın kızı Fâtımanın zevci ve Muhammed aleyhisselâmın amcasının oğlu, Ali bin Ebû Talibe tâbi olduklarını söylerler. Muhammed aleyhisselâm, kendisinden sonra, Ali’yi ve onun evladı olan 11 imamı halife tayin etmişti) derler.

Kanaatime göre, Alinin, Hasan ve Hüseyinin hilafeti hususunda şiîler haklıdırlar. Zira, İslam tarihinden anladığım kadarıyla, Ali, halife olabilecek mümtaz ve yüksek sıfatlara sâhip birisiymiş. Muhammed aleyhisselâmın, Hasan ve Hüseyin’i de halife tayin etmesini uzak bulmuyorum. Fakat şüphelendiğim şey, Muhammed aleyhisselâmın, Hüseyinin oğlunu ve torunlarından 8’ini halife tayin etmesidir. Çünkü, Muhammed aleyhisselâm öldüğünde, Hüseyin henüz çocuktu. Bunun 8 torununun olacağını nasıl bilmiştir. Şayed Muhammed aleyhisselâm gerçekten Peygamber ise, Mesih’in gelecekten haber verdiği gibi, Allahü teâlânın bildirmesiyle geleceği bilmesi mümkündür. Fakat, Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliği, biz hristiyanlarca şüphelidir.

Müslümanlar: (Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliğinin delili çoktur. Bunlardan biri Kurandır) derler. Kuranı okudum, hakikaten çok yüce bir kitaptır. Hatta, Tevrattan ve İncilden daha yüksektir. Zira, içinde düsturlar, nizamlar, ahlakiyat v.s. vardır.

Muhammed aleyhisselâm gibi, okumamış, yazmamış bir zâtın, böyle yüce bir kitabı nasıl getirdiğine hayret ediyorum. Çok okumuş, seyahat etmiş bir adâmin dahi sâhip olamadığı ahlak, zeka ve bir şahsiyete nasıl mâlik olabilmişti? Acaba bunlar, Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliğinin delilleri miydi?

Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliği hususunda hakikate varabilmek için, dâima inceleme ve araştırma yapıyordum. Bir kere, merakımı Londra’da papazın birine açtım. Taassub ve inat ile konuştu. İkna edici bir cevap da vermedi. Türkiye’de bir kaç sefer Ahmed efendiye sorduğum hâlde, ondan da, tatmin edici bir cevap alamamıştım. Şu da bir gerçek ki casus olduğum belli olur veya benden şüphelenirler diye, Ahmed efendiye meseleyi açıkça sual edememiştim.

Ben Muhammed aleyhisselâmı çok takdir ediyorum. Şüphesiz O, kitaplarda okuduğumuz, Allah’ın Peygamberlerindendir. Fakat, ben bir hristiyan olarak, henüz Onun Peygamberliğine îman etmiş değilim. Şüphesiz O, dahilerin çok üstündedir.

Sünniler ise, (Müslümanlar, Peygamberin vefâtından sonra, Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Aliyi hilafete lâyık görmüşlerdir) demektedirler.

Bu nevi ihtilaflar, bütün dinlerde bilhassa hristiyanlıkta çoktur. Ömer de, Ali de, vefât ettikleri için, bu münakaşaların devâminın faydası yoktur. Bence, müslümanlar, akıllı iseler, çok eski günleri değil de, bugünü düşünürler.

Bir gün, müstemlekeler nezaretinde sünnî ve şiî ihtilafından söz ettim, (Müslümanlar, hayattan bir şey anlasalar, aralarındaki şiî-sünnî ihtilafını kaldırır ve birleşirler) dedim. Birisi, hemen sözümü keserek: (Senin vazifen bu ihtilafı körüklemektir. Müslümanların nasıl birleşeceğini düşünmek değildir) dedi.

Sekreter, Irak seferine çıkmadan önce, bana, (Ey Hempher, bil ki Allah, Habil ve Kabili yarattığından beri, insanlar arasında tabiî ihtilaflar vardır. Bu anlaşmazlıklar Mesih dönünceye kadar devam edecektir. Renk, kabile arazi, milli ve dini ihtilaflar böyledir.

Bu sefer vazifen, bu ihtilafları iyice tanımak ve nazırlığa bilgi vermektir. Müslümanların arasındaki ihtilafı şiddetlendirebilirsen, İngiltere’ye en büyük hizmeti yapmış olacaksın.

Biz İngilizler, refah ve saadet içinde yaşamamız için, bütün dünya devletlerinde ve müstemlekelerimizde fitne ve tefrikalar çıkarmak zorundayız. Osmanlı Devletini de ancak böyle fitnelerle yıkabiliriz. Böyle olmazsa, sayıca az bir millet, sayısı çok olan bir millete nasıl hüküm edebilir? Bütün gücünle, zayıf noktaları ara bul ve oradan içeriye gir. Bilmiş ol ki Osmanlı Devleti ve İran, zayıf devrelerini yaşıyorlar. Bunun için, senin vazifen, halkı idare edenlere karşı isyana sevk etmektir! Tarih, “Bütün inkılabların, halkın ayaklanmasından kaynaklandığını göstermiştir”. Müslümanların ittihatları, muhabbetleri bozulup, kuvvetleri dağılınca, onları rahatça imha ederiz) dedi.

4. FASL

Basra’ya varınca, bir câmiye yerleştim. Câminin imamı Şeyh Ömer Tai ismli, Arap asllı ve sünnî bir zattı. Onunla tanışıp, sohbet etmeye başladım. Fakat, daha konuşmanın başında, benden şüphelenip, beni sual yağmuruna tuttu. Bu tehlikeli sohbetten kendimi şöyle kurtardım: (Ben Türkiye’nin Iğdır beldesindenim, İstanbul’daki Ahmed efendinin talebesiyim. Hâlid isminde bir marangozun yanında çalışıyordum) dedim ve Türkiyede bulunduğum müddetçe, edindiğim malumatlardan anlattım. Birkaç cümle de, Türkçe konuştum. İmam gözleriyle ordan birisine işaret ederek, benim Türkçeyi doğru konuşup konuşmadığımı sordu. O da, müsbet cevap verdi. İmamı ikna ettiğim için çok sevinmiştim. Fakat, hayal kırıklığına uğradım. Çünkü, birkaç gün sonra, anladım ki imâm efendi benden şüpheleniyor ve benim Türk casusu olduğumu zannediyordu. Daha sonra, Sultan tarafından tayin edilen Vâli ile aralarında ihtilaf ve adavet olduğunu öğrendim.

Şeyh Ömer efendinin camiinden uzaklaşmak zorunda kalınca, orada misafir ve yabancıların kaldığı bir handa, oda kiralayıp, oraya taşındım. Hanın sâhibi Mürşid efendi isminde ahmak bir adamdı. Her sabah rahatımı kaçırır, sabah ezanı okunur okunmaz, namaza kaldırmak için gelip, kapımı sert bir şekilde çalardı. Onu dinlemeye mecburdum. Binaenaleyh, ben de kalkar ve sabah namazını kılardım. Sonra bana, (Sabah namazını müteakib, Kurân-ı Kerîm okuyacaksın) derdi. Bir defa, (Kurân-ı Kerîmi okumak farz değildir. Ne diye bu kadar ısrar ediyorsun?) dedim. Cevapen, (Bu vakitte uyumak, hana ve hanın sakinlerine fakirlik ve bedbahtlık getirir) dedi. Onun bu emrini de yerine getirmek mecburiyetindeydim. Zira, böyle yapmadığım takdirde, beni hanından kovacağını söylerdi. Onun için, ezandan hemen sonra, sabah namazını kılar ve her gün, bir saatten fazla, Kurân-ı Kerîm okurdum.

Bir gün, Mürşid efendi bana gelerek, (Sen bu odayı kiraladıktan sonra, başıma dertler geliyor. Ben bunu, senin uğursuzluğuna atf ediyorum. Zira, sen bekarsın. Bekarlık ise, uğursuzluktur. Sen ya evleneceksin, yahut hanı terkedeceksin) dedi. Ona, (Evlenebilecek kadar malım yoktur) dedim. Ahmed efendiye söylediğimi ona söyleyemiyordum. Zira Mürşid efendi, doğru söyleyip söylemediğimi öğrenebilmek için, soyup avretimi kontrol edebilecek bir adamdı.

Böyle deyince, Mürşid efendi: (Ey zayıf imanlı! Sen Allah’ın: (Eğer yoksul iseler, Allah onları lütfu ile zenginleştirir) mealindeki ayetini okumadın mı?) dedi. Şaşırıp kaldım. Sonunda, (Evet ben evleneceğim. Fakat gerekli olan parayı temin etmeye hazır mısın? Veya masrafsız bir kız bulabilir misin?) dedim.

Mürşid efendi, biraz düşündükten sonra, (Ben anlamam! Recep ayının başına kadar ya evleneceksin, yahut handan çıkacaksın) dedi. Recep ayının başına da 25 gün kalmıştı.

Bu münasebet ile İslami ayları zikredeyim; Muharrem, Safer, Rebiulevvel, Rebiulahir, Cemaziyülevvel, Cemaziyülahir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade ve Zilhicce. Onların ayları 30 günü geçmediği gibi, 29 günden de aşağı olamaz. Ve ay hesabına dayanır.

Bir marangozun yanında iş bulup, Mürşid efendinin hanından çıktım. Yemeğim ile yatmam, iş sâhibinin üzerinde olmak üzere, çok az bir ücret ile anlaştık. Recep ayı daha gelmeden eşyalarımı marangozun dükkanına taşıdım. Marangoz, Abdürrıza isminde, Horasanlı bir şiî olup merd bir adamdı. Bana oğlu gibi davranıyordu. Onun yanında bulunma fırsatını değerlendirip, fârisî öğrenmeye başladım. Her gün ikindi vakti, İranlı şiîler, onun yanında toplanır, siyasetten iktisada kadar, her mevzuda, konuşurlardı. Hem kendi hükümetlerine, hem de İstanbul’daki Halifeye çokça dil uzatırlardı. Yabancı bir adam geldiğinde, hemen sözü değiştirip, şahsi meselelerini konuşmaya başlarlardı.

Bana çok îtimat ediyorlardı. Sonradan anladım ki Türkçe bildiğim için, beni Azerbaycan halkından zannediyorlarmış.

Bizim marangoz dükkanına bir delikanlı arada bir uğrardı. İlm talebesi kıyafetinde ve Arabî, fârisî, türkçe biliyordu. İsmi (Muhammed bin Abdülvehhab Necdi) idi. Bu delikanlı, son derece yüksekten konuşan ve gâyet asabi biriydi. Osmanlı hükümetini çok şetm ettiği hâlde, İran hükümetinin aleyhine konuşmazdı. Onun dükkan sâhibi Abdürrıza ile dostluğunun sebebi, ikisi de İstanbul’daki Halifeye muhalif idiler. Fakat, sünnî olan bu delikanlı, fârisîyi nasıl biliyor ve şiî olan Abdürrıza ile nasıl arkadaşlık edebiliyordu? Bu şehirde sünniler, şiîler ile görüşür ve kardeş gibi görünürlerdi. Bu şehrin sakinlerinin çoğu hem Arabî, hem de fârisî biliyorlardı. Türkçe bilenler dahi çoktu.

Necdli Muhammed, zâhiren sünnî idi. Sünnilerin çoğu, şiîlerin aleyhinde konuşmalarına ve hatta bir kısmı, şiîleri tekfir etmelerine rağmen, o hiç şiîleri rencide etmezdi. Necdli Muhammed, sünnilerin 4 mezhebinden birine tâbi olmayı icap ettiren, herhangi bir sebep görmüyordu ve (Allah’ın kitabında, bu mezhepler hakkında hiçbir delil yoktur) diyordu. Bu husustaki âyet-i kerimelerden tegafül ediyor ve hadis-i şeriflere ehemmiyet vermiyordu.

4 mezhep meselesine gelince: Sünniler arasından, Peygamberleri olan Muhammed aleyhisselâmın ölümünden bir asır sonra, şu 4 âlim zuhûr etti: Ebû Hanîfe, Ahmed bin Hanbel, Mâlik bin Enes, Muhammed bin İdris Eş Şâfiî. Bazı Halifeler de, sünnileri bu 4 alimden birini taklit etmeye zorladı. Bu 4 alimden başka hiç kimse, Kurân-ı Kerîmde ve sünnette ictihad edemez, yani ahkâm çıkaramaz dediler. Bu hareket, müslümanların ilim ve anlayış kapılarının kapanmasına sebep olmuştur. İslamın duraklamasına, bu ictihad yasağı sebep gösteriliyor.

Şiîler, mezheplerini yaymak için, bu yanlış sözlerden istifade etmişlerdir. Şiîler, Sünnilerin onda biri kadar yok idi. Şimdi çoğalmış ve sünniler kadar olmuşlardır. Bunun böyle olması tabiîdir. Zira ictihad bir silaha benzer, İslam fıkıhını, yani ahkâm bilgilerini geliştirir, Kurân-ı Kerîm ve sünnet anlayışını yeniler. İctihad yasağı da, çürümüş silah gibidir. Ahkamı belirli bir çerçevede bırakır. Bu ise, anlayış kapısını kapayıp, zamanın ihtiyaçlarına kulak tıkamaktır. Senin silahın çürük, düşmanınki mükemmel ise, er geç bir gün, o düşmana mağlub olmaya mahkumsun. Zannediyorum ki yakîn bir gelecekte, ehl-i sünnetin akıllıları ictihad kapısını açacaklardır. Bu işi yapmadıkları takdirde, birkaç asır sonra, onlar azınlık, şiîler ise ekseriyet olacaklardır.

[Ehl-i sünnetin 4 mezhebinin imanları, îtikatları, inandıkları şeyler, birbirlerinin aynıdır. Aralarında hiç fark yoktur. Ayrılıkları yalnız ibâdetlerdedir. Bu da, müslümanlara bir kolaylıktır. Şiîler ise, imanda 12 fırkaya ayrılmışlar, çürük silah olmuşlardır. Bunlar, (Milel ve Nihal) kitabında uzun yazılıdır.]

Kendini beğenmiş Necdli genç Muhammed, Kuranı ve sünneti anlama hususunda, nefsine uyardı. Sadece kendi zamanındaki âlimlerin ve 4 mezhep imâminın görüşlerini değil, Ebû Bekr, Ömer gibi sahabe büyüklerinin de görüşlerini hiçe sayardı. Kuranın bir ayetini onlara muhalif zannettiği zaman: Peygamber: (Ben size Kuranı ve sünneti bıraktım) demiştir. (Ben size Kuranı, sünneti ve sahabe ve mezhep âlimlerini bıraktım) dememiştir. Binaenaleyh, herkese farz olan, mezhep görüşlerine, sahabe ve âlimlerin söylediklerine ne kadar muhalif de olsa, Kurana ve sünnete tâbi olmaktır, derdi.

Abdürrızanın evindeki yemek sohbetinde, Necdli Muhammed ile yine orada misafir olan Kumlu Şeyh Cevad isminde, bir şiî âlim arasında şöyle bir münakaşa geçti:

Şeyh Cevad—Alinin müctehid olduğunu kabul ettiğin hâlde, niye şiîler gibi ona tâbi olmuyorsun?

Necdli Muhammed—Zira Ali de, Ömer ve başka sahabiler gibidir. Sözü huccet olamaz, ancak Kuran ve sünnet huccet olur. [Halbuki Ashâb-ı kirâmın hepsinin sözleri huccettir. Peygamberimiz, onlardan herhangi birine tâbi olmamızı emretti.]

Şeyh Cevad—Peygamberimiz, (Ben ilmin şehri, Ali de kapısıdır) dediğine göre, Ali ile diğer sahabilerin arasında bir fark olması lazım gelmez mi?

Necdli Muhammed—Alinin sözü huccet olsaydı, Peygamber, (Ben size Kuran, sünnet ve Aliyi bıraktım) demez miydi?

Şeyh Cevad—Evet öyle demiş sayılır. Zira, bir hadis-i şerifte, (Allah’ın kitabını ve Ehl-i beyti bırakıyorum) demiştir. Ali ise, Ehl-i beytin en büyüğüdür.

Necdli Muhammed, Peygamberin böyle söylediğini inkâr etti.

Şeyh Cevad da, Necdli Muhammedi, ikna edici delillerle susturdu.

Fakat Necdli Muhammed, itiraz ederek: (Siz Peygamberin, (Ben size Allah’ın kitabını ve ehl-i beytimi bırakıyorum) dediğini iddia ediyorsunuz. Peki Resûlullahın sünneti nerede kaldı?) dedi.

Şeyh Cevad—Resûlullahın sünneti, Kuranın izahıdır. Resûlullah, (Allah’ın kitabını ve ehl-i beytimi bırakıyorum) demiştir. Allah’ın kitabından, onun izahı olan sünneti de kasıt edilmiştir.

Necdli Muhammed—Ehl-i beytin sözleri Kuranın izahı olduğuna göre, hadislerle izaha ne lüzum olabilir?

Şeyh Cevad—Hazret-i Peygamber vefât ettiği zaman, Onun ümmeti, zamanının ihtiyaçlarına cevap verecek bir Kuran tefsirine, ihtiyaç duydular. İşte bundan dolayıdır ki hazret-i Peygamber ümmetine, asıl olan Kurana ve yeni zamanın ihtiyaçlarına cevap verecek, Kuranı tefsir eden Ehl-i beytine tâbi olmayı emretmiştir.

Bu münakaşa çok hoşuma gitti. Necdli Muhammed, yaşlı Şeyh Cevad karşısında, avcının elindeki serçe gibi, hareket edemez oldu.

Aradığımı Necdli Muhammedde bulmuştum. Zira, onun muasrı âlimlere saygısızlığı, 4 Halifeye dahi ehemmiyet vermeyişi, Kuranı ve sünneti anlama hususunda müstakil bir görüşe sâhip oluşu, onu avlayıp elde etmek için, en zayıf noktalarındandı. Bu mağrur genç nerede, o Türkiyede yanında okuduğum Ahmed efendi nerede! O âlim, selefleri gibi, dağa benziyordu. Hiç bir güç, onu yerinden oynatamazdı. Ebû Hanîfenin ismini zikretmek istediği zaman, kalkar abdest alırdı. (Buhârî) nâmindaki hadis kitabını eline almak istediği zaman, yine abdest alırdı. Sünniler, bu kitaba son derece îtimat ederler.

Necdli Muhammed ise, Ebû Hanîfe’yi çok hafife alırdı ve (Ben Ebû Hanîfeden daha iyi biliyorum) derdi. Ayrıca (Buhârî) kitabının yarısının batıl olduğunu iddia ederdi.

Ben, Necdli Muhammed bin Abdülvehhab ile çok yakın bir arkadaşlık kurdum. Dâima onu övüyordum. Bir gün ona: (Sen Ömer ve Aliden daha büyüksün. Peygamber şimdi hayatta olsaydı, onları değil seni kendine halife tayin ederdi. Ben, İslâmin senin elin üzerinde yenilenmesini ve yükselmesini umuyorum. İslamı cihana yayacak yegane [biricik] âlim sensin) dedim.

Abdülvehhab oğlu Muhammed ile Kuranı, sahabenin, mezhep imamlarının ve müfessirlerin tefsirlerine muhalif bir şekilde, tamamen kendi fikirlerimize göre tefsir etmeyi kararlaştırdık. Kuranı okuyor ve bazı âyetler üzerinde konuşuyorduk. Bundan maksadım, Muhammedi tuzağa düşürmek idi. Zaten o da, kendini inkılabcı olarak göstermek ve daha fazla itimatımı kazanmak için, görüş ve fikirlerimi memnuniyet ile karşılardı.

Bir kere, (Cihat farz değildir) dedim.

Allah, (Kâfirler ile harp edin) buyurduğu hâlde, nasıl farz olmasın? dedi.

— Ben, öyleyse Allah (Kâfirler ile ve münâfıklar ile cihat et) buyurduğu hâlde, niye Peygamber münâfıklarla cihat etmedi, dedim.

[Halbuki kâfirlerle 27 kere cihat yaptığı (Mevahibü ledünniye) de yazılıdır. Kılınçları İstanbul’da, müzede teşhir edilmektedir. Münâfıklar müslüman görünürlerdi. Gündüzleri Mescid-i nebevide Resûlullah ile namaz kılarlardı. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” onları bilirdi. Fakat hiç birine, sen münâfıksın demedi. Harp edip, onları öldürseydi, (Muhammed aleyhisselâm kendine îman edenleri öldürdü) denilirdi. Bunun için münâfıklarla (söz) ile cihat yaptı. Çünkü, farz olan cihat, beden ile mal ile ve söz ile yapılır. Yukarıdaki âyet-i kerime, kâfirlerle ve münâfıklarla cihat yapılmasını emrediyor. Bu cihatın, nasıl yapılacağı açıklanmıyor. Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem”, kâfirlerle cihatı, harp ederek, münâfıklarla cihatı, vaaz ve nasihat ederek yaptı.]

— O, (Peygamber dili ile onlarla cihat etmiştir) dedi.

— Ben, (Farz olan cihat, dil ile olanı mıdır?) dedim.

— O, (Resûlullah, kâfirlerle muharebe etmiştir) dedi.

— Ben, (Peygamber, kâfirlerle, kendini müdafea için cihat etti. Zira kâfirler Onu öldürmek istiyorlardı) dedim.

Evet mânâsında, başını salladı.

— Bir kere, ona (müt’a) nikahı câizdir dedim.

— O, (câiz değildir) dedi.

— Ben, (Allah, (Onlardan faydalandiğinize mukabil, kararlaştırılmış olan mehrlerini verin) , buyuruyor) dedim.

— O, (Ömer, Peygamber zamanında mevcûd olan 2 müt’ayı yasak etti ve onu yapanı cezalandıracağını bildirdi) dedi.

— Ben, (Sen hem, Ömerden daha iyi biliyorum diyor, hem de ona tâbi oluyorsun. Kaldı ki Ömer, Peygamber helal ediyordu, ben yasaklıyorum demiştir). Sen niye Kuran ile Peygamberin sözünü bırakıp, Ömerin sözünü tutuyorsun) dedim.

O cevap vermedi. Anladım ki ikna oldu.

O ân, Necdli Muhammedin canının kadın istediğini biliyordum, kendisi bekar idi. Ona, (Gel Müt’a nikahı ile birer kadın alalım. Onlarla eğleniriz) dedim. Başını sallayarak kabul etti. Bu fırsatı büyük bir ganimet bildim ve ona eğlencelik bir kadın bulmaya söz verdim. Benim gayem, onun insanlardan olan korkusunu kırmaktı. Fakat o, bu işin aramızda sır olarak kalmasını ve ismini dahi kadına söylemememi şart koştu. Alelacele, orada müslüman gençleri ifsad etmek için, Müstemlekeler nazırlığı tarafından gönderilen, hırıstiyan kadınların yanına gittim. Onlardan birine meseleyi anlattım. Kabul edince, ona Safiye ismini verdim. Necdli Muhammedi onun evine götürdüm. Evde sadece Safiye vardı. Necdli Muhammed için bir haftalık nikah akdini yaptık. O da kadına (Mehr) olarak biraz altın verdi. Ben dışardan, Safiye içerden, Necdli Muhammedi aldatmaya başladık.

Safiye, Necdli Muhammedi iyice eline aldı. Zaten, o da, ictihad ve fikir hürriyeti bahanesi ile İslamiyetin emirlerine karşı gelmenin nefsânî tadını duymuştu.

Müt’a nikahının 3. gününde, içkinin haram olmadığına dair uzun uzadıya onunla münakaşa ettim. O ne kadar haram olduğuna dair âyet ve hadis getirdiyse, hepsini iptal ettim ve en son, Yezid, Emevi ve Abbasi halifelerinin içki içtiği bir gerçektir. Hepsi dalâlette de, sen mi doğru yoldasın? Şüphesiz onlar, senden daha iyi Kuranı ve sünneti bilirlerdi. Kuran ve sünnetten, içkinin haram değil de mekruh olduğunu anlamışlardır. Yahudi ve hristiyanların kitaplarında da, içkinin mubah olduğu yazılıdır. Bütün dinler Allah’ın emirleridir. Hatta rivayete göre, Ömer, (Siz hepiniz vazgeçtiniz değil mi?) ayeti nazil oluncaya kadar, içki içmiştir. Şayed haram olsaydı, Peygamber onu cezalandırırdı. Peygamber onu cezalandırmadığına göre, içki helaldir) dedim. [Halbuki Ömer “radıyallâhu anh”, haram edilmeden evvel içerdi. Haram edilince, asla içmedi. Emevi ve Abbasi halifelerinden bazılarının alkollü içki içmesi, alkollü içkinin mekruh olduğunu göstermez. Kendilerinin fasık olduklarını, haram işlediklerini gösterir. Çünkü, casusun söylediği âyet-i kerime ve diğer âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler, alkollü içkinin haram olduğunu bildirmektedir. Riyadun-nasıhin’de diyor ki (Başlangıçta şarap içmek câiz idi. Hazret-i Ömer, Sad ibni Vakkas, sahabinin bir kısmı içerlerdi. Sonra, Bakara sûresinin 219. ayeti inerek, günahının çok olduğu bildirildi. Daha sonra, Nisa sûresinin 42. ayeti gelerek, (Sarhoş iken namaza yaklaşmayınız!) buyuruldu. Nihâyet, Mâide sûresinin 93. ayeti gelerek, şarap haram oldu. Hadis-i şerifte, (Çoğu sarhoş edenin, azı da haramdır) ve (Şarap günahların en büyüğüdür) ve (Şarap içen ile arkadaşlık etmeyiniz! Cenazesine gitmeyiniz! Ondan kız alıp vermeyiniz!) ve (Şarap içmek, puta tapmak gibidir) ve (Şarap içene, satana, yapana, verene, Allahü teâlâ lanet etsin) buyuruldu.)]

Necdli Muhammed: (Bazı rivayetlere göre, Ömer içkiyi su ile karıştırarak içiyormuş ve sarhoş etmez ise, haram değildir, diyormuş. Ömer’in görüşü doğrudur, çünkü, Kuranda deniliyor ki (Şeytan, içki ve kumar ile aranıza adavet ve buğz sokmak ve Allah’ın zikrinden ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçersiniz değil mi?). İçki sarhoş etmediği zaman, ayette bildirilen günahlara sebebiyet vermez. Binaenaleyh, içki sarhoş etmediği zaman, haram değildir) dedi.

Aramızda geçen bu içki ile alakalı münakaşayı Safiye’ye bildirdim ve ona çok kuvvetli bir içki içirmesini tenbih ettim. Sonra, dedi ki: (Senin dediğini yaptım, içkiyi içirdim, oynadı ve o gece birkaç sefer benimle beraber oldu.) İşte böylece, Safiye ile birlikte, Necdli Muhammedi iyice ele geçirdik. Müstemlekeler nazırı ile vedâlaştığım zaman bana: (Biz İspanyayı kâfirlerden [Müslümanları kastediyor] içki ve zina ile aldık. Yine bu 2 büyük kuvvet ile diğer bütün topraklarımızı da geri alalım), demişti. Bu sözünde ne kadar haklı olduğunu şimdi anlıyorum.

Bir gün Necdli Muhammed’e oruç meselesini açtım: (Kuranda, (Oruç tutmanız, sizin için daha hayırlıdır) deniliyor. Farz olduğu söylenmiyor. Öyleyse, oruç İslam dininde sünnettir, farz değildir) dedim. Bu teklifime itiraz edip, (Beni dinimden mi çıkarmak istiyorsun?) dedi. Ben de, ona: (Din, kalbin temizliği, ruhun selameti ve başkasının hakkına tecavüz etmemektir. Peygamber, (Din sevgidir) dememiş mi? Allah da, Kurân-ı Kerîmde, (Sana yakîn hâsıl oluncaya kadar Rabbine ibâdet et!), buyurmamış mı? Öyle ise, insana, Allah ile kıyamet günü hakkında yakîn hâsıl olup kalbi iyi, ameli de temiz olduğu zaman, insanların en faziletlisi olur) dedim. Bu sözlerime mukabil, (Hayır, doğru değildir) mânâsında, başını salladı.

Bir kere ona dedim ki: (Namaz farz değildir). (Nasıl farz değildir?) dedi. Cevaben, (Allah Kuranda, (Beni anmak için namaz kıl) , buyuruyor. Öyle ise, namazdan maksat, Allah’ı anmaktır. Binaenaleyh namaz kılmak yerine, Allah’ı anabilirsin) dedim.

O da, (Evet bazı kimseler, namaz vakitlerinde namaz yerine Allah’ı zikir ediyorlarmış) dedi. Ben de, onun bu sözüne çok sevinmiştim. Bu fikri ileri götürmeye çok çalıştım ve onun kalbini ele geçirdim. Sonra baktım ki namaza ehemmiyet vermiyor. Bâzen kılıp, bâzen kılmıyor. Bilhassa sabah namazlarını çok kaçırıyordu. Zira, gece ortasına kadar onunla konuşarak, uyumasına mâni oluyordum. Sabahları da, halsiz olduğu için, namaza kalkamıyordu.

Necdli Muhammedin omuzundan îman libasını yavaş yavaş indirmeye başladım. Bir gün, Peygamber hakkında da onunla münakaşa etmek istedim. (Bundan sonra, bu mevzularda, benimle konuşursan, aramız açılır ve seninle alakamı keserim) dedi. Bunun üzerine, bütün muvaffakıyetimin bir ânda zail olacağı korkusundan, Peygamber hakkında konuşmaktan vazgeçtim.

Sünnilik ve şiiliğin hâricinde, kendisine bir yol tutmasını telkin ettim. O da, bu fikrime ehemmiyet veriyordu. Zira mağrur birisiydi. Onun yularını Safiye sayesinde, ele geçirdim.

Bir kere de, (Peygamber Ashâbını birbirine kardeş yapmış, doğru mu?) dedim. (Evet), dedi. Bunun üzerine, (İslamın ahkamı geçici mi, devamlı mı?) dedim. (Devamlıdır. Zira Peygamber Muhammedin helalı kıyamet gününe kadar helal, haramı da kıyamet gününe kadar haramdır) dedi. Ben de (Öyleyse gel seninle kardeş olalım) dedim ve onunla kardeş olduk.

O günden sonra, ondan hiç ayrılmadım. Sefere çıktığında dahi beraberdik. Kendisine çok ehemmiyet verirdim. Zira, gençliğimin en kıymetli günlerini vererek ektiğim ağaç, meyvesini vermeye başlamıştı.

Londra’ya, Müstemlekeler nazırlığına her ay 1 rapor gönderirdim. Gelen cevaplar çok cesaret verici ve teşvik edici idi. Necdli Muhammed, kendisine çizdiğim yolda yürüyordu.

Benim vazifem ona, istiklal, hürriyet ve şüpheciliği aşılamaktı. İstikbâlinin çok parlak olacağını söyler ve onu çok överdim.
Bir gün, şöyle bir rüya uydurdum: (Dün gece Peygamberimizi rüyada gördüm. Hocalardan duyduğum sıfatlarını da söyledim. Bir kürsüde oturuyordu. Etrafında, hiç tanımadığım âlimler vardı. Siz girdiniz. Yüzünüz nur gibi parlıyordu. Peygamberin yanına vardığınızda, Peygamber yerinden kalktı ve her 2 gözünüzün arasını öptü. Ve sen benim adaşım, ilmimin varisisin, din ve dünya işlerinde, benim vekilimsin dedi. Sen dedin ki Ya Resûlallah! Ben ilmimi insanlara açıklamaktan korkuyorum? Peygamber cevaben, sen en büyüksen, hiç korkma dedi.)

Muhammed bin Abdülvehhab, rüyayı duyduktan sonra, sevincinden uçuyordu. Bir kaç defa doğru söyleyip söylemediğimi sordu. Ben de, her seferinde, yemin ederek, doğrudur dedim. O da, doğru söylediğime emin oldu. Zannediyorum ki o günden sonra, aşıladıklarımı açıklamaya, yeni bir mezhep kurmaya karar verdi.

5. FASL

Necdli Muhammed ile çok samimi olduğumuz bu günlerde, şiîlerin en çok sevdiği, aynı zamanda onların ilim ve rûhâniyet merkezi (Kerbela) ve (Necef) şehirlerine gitmek için Londradan emir geldi. Necdli Muhammed ile görüşmemize son vermeye, Basradan ayrılmaya mecbur oldum. Fakat, bu câhil ve ahlakı bozulan adâmin, ileride yeni bir fırka kuracağına ve İslamiyetin içerden yıkılmasına sebep olacağına ve bu fırkanın bozuk inanclarını hazırlamış olduğuma sevinerek, Basra’dan ayrıldım.

Sünnilerin 4., şiîlerin ise, 1. halifesi olan Ali Necefte defnedilmiştir. Necefe bir fersah, yani yürüyerek bir saat uzaklıktaki (Kufe) şehri, Alinin hilafet merkezi idi. Ali öldürülünce, oğulları Hasan ve Hüseyin, onu Kufenin hâricinde ve şu ânda Necef denilen yerde defnettiler. Sonra, Necef inkişaf etmeye, Kufe ise yıkılmaya başladı. Şiî din adamları Necefte toplandı. Evler, çarşılar, medreseler yapıldı.

İstanbul’daki Halife, bunlara ihsanda bulunuyordu. Çünkü:

1- İrandaki şiî hükümet, Necefteki şiîleri destekliyordu. Halife, onların işlerine karışsaydı, her 2 hükümet arasındaki münasebetler gerginleşir, hatta harp dahi vaki olabilirdi.

2- Necef havalisinde şiîleri destekleyen bir çok silahlı aşiret vardı. Silahları ve teşkilatları pek ehemmiyetli olmamakla beraber, halife, o aşıretlerle harbe girebilirdi.

3- Necefteki şiîler, Hindistan, Afrika ve bütün dünyadaki şiîlerin mercileri idi. Halife, bunlara dokunduğu zaman, bütün şiîler galeyana gelirdi.

Peygamberin torunu, yani kızı Fâtıma’nın oğlu Hüseyin bin Ali, Kerbela’da şehit edilmiştir. Irak ehli, Hüseyin’i Medine’den kendilerine halife seçmek için çağırdılar. O ve ailesi Kerbela toprağına vardıklarında Irak ehli caydılar. Şam’da oturan Emevi halifesi Yezid bin Muaviye’nin emri ile onu yakalamaya çıktılar. Hüseyin, ailesi ile birlikte, Irak ordusuna karşı ölünceye kadar, kahramanca muharebe etti. Irak ordusu gâlip geldi. O günden sonra, şiîler Kerbela’yı ruhani bir merkez olarak kabul ettiler ve her yerden gelip, orada toplanırlar ki bizim hristiyanlık dininde onun bir benzeri yoktur.

Kerbela, şiîlerin bir şehri olup içinde şia medreseleri vardır. O ve Necef, birbirini desteklerler. Bu 2 şehre gitmek emrini alınca, Basra’dan Bağdat’a, oradan da, Fırat nehrinin kenarında bulunan “Hulle” şehrine gittim.

Dicle ve Fırat Türkiye’den gelip, Irakı yararak Basra körfezine dökülürler. Irak’ın ziraat ve refahı, bu 2 nehre borçludur.

Ben Londra’ya döndükten sonra, Müstemlekeler nazırlığına gerektiği zaman, Irak’a tekliflerimizi kabul ettirmek için, bu 2 nehrin yataklarını değiştirecek bir plan yapmasını teklif ettim. Zira, su Iraktan kesilince, bizim isteklerimizi kabul etmeye mecbur olur.

Hulleden Necefe, Azerbaycanlı bir tüccar kıyafetinde gittim. Şiî din adamlarıyla arkadaşlık ve samimiyet kurdum ve onları aldatmaya başladım. Onların ders halkalarına katıldım. Sünnilerin çalıştıkları gibi, fen bilgilerine çalışmadıkları ve onlardaki güzel ahlaka mâlik olmadıklarını gördüm. Mesela:

1- Osmanlı hükümetine son derece düşmandılar. Çünkü, onlar şiî, Türkler sünnî idi. Sünnilere kâfir diyorlardı.

2- Şiî âlimleri, tıpkı bizim duraklama devrindeki papazlarımız gibi, kendilerini tamamen dini ilimlere vermiş, dünyevi ilimlerle çok az ilgileniyorlardı.

3- İslamiyetin hakikatinden, ulviyetinden ve fen ve teknikteki terakkîlerden haberleri yoktu.

Kendi kendime dedim ki şiîler ne zavallı insanlardır. Bütün dünya uyanık iken, bunlar uyuyorlar. Bir gün gelecek bir sel gelip onları götürecek. Bir kaç kere, onları halifeye isyan etmek için teşvik ettim. Beni maalesef dinleyen olmadı. Bâzıları, bana gülüyordu. Sanki onlara göre dünyayı yıkın diyordum. Çünkü onlar, Hilafete zapt edilmesi mümkün olmayan bir kale gibi bakıyorlardı. Onlara göre, ancak beklenilen Mehdi geldiği zaman, Hilafetten kurtulabilirlerdi.

Onlara göre, Mehdi, İslam Peygamberinin soyundan gelen ve hicri 255 senesinde gözlerden kaybolan, 12. imamlarıdır. O, şimdi hayatta imiş ve bir gün zuhûr edecek, zulüm ve haksızlıkla dolan bu dünyayı adalet ile dolduracakmış.

Hayret ediyorum! Şiîler nasıl olur da, bu hurafelere inanırlar. Bu, biz hristiyanların inandığı (Îsâ gelecek, dünyayı adalet ile dolduracak) hurafesine benziyordu.

Bir gün onlardan birisine: (İslam Peygamberinin yaptığı gibi, sizin de zulmü önlemeniz farz değil mi?) dedim. Cevaben dedi ki: (Allah Ona yardım ediyordu. Bunun için zulmü önlemeyi başardı). Dedim ki (Kuranda (Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, O da size yardım eder) ) yazılıdır. Siz de şahlarınızın zulmü karşısında kılıcınıza sarılırsanız, Allah size de yardım eder). Cevabı şuydu: (Sen bir tüccarsın, bunlar ise, ilmi mevzulardır, akıl erdiremezsin).

Emir-ül-müminin Alinin türbesi çok tezyin edilmiş. Güzel bir avlusu, altın kaplamalı büyük bir kubbesi ve 2 büyük minaresi vardı. Her gün bu türbeyi çok sayıda şiî ziyaret eder. Cemaat ile namaz kılarlar. Ziyaretçilerin her biri, önce eşiğine eğilir, onu öper. Sonra, kabre selam verirdi. Evvela, izin ister, sonra girerlerdi. Türbenin büyük bir avlusu ve bu avluda, din adamları ile ziyaretçiler için bir çok oda vardı.

Kerbela’da Ali’nin türbesine benzer, 2 türbe vardı. Birincisi Hüseyin’e, ikincisi ise, onunla beraber Kerbelada şehit olan kardeşi (Abbas) a aittir. Şiîler Necefte yaptıklarının aynını Kerbela’da da yapıyorlardı. Kerbela’nın iklimi Necefinkinden daha güzeldi. Etrafında güzel bahçeler ve akarsular vardı.

Irak seferimde kalbimi ferahlandıran bir manzara ile karşılaştım. Bazı hadiseler, Osmanlı hükümetinin sonunun yaklaştığını haber veriyordu. Zira, İstanbul hükümeti tarafından tayin edilen Vâli, câhil ve zalim bir adamdı. Canının istediği gibi hareket ederdi. Halk ondan râzı değildi. Sünniler, Vâli onların hürriyetlerini tahtid ettiği ve onlara kıymet vermediği için, şiîler ise, kendi aralarında velâyete lâyık olan, Peygamberin soyundan Seyyidler ve şerifler varken, bir Türk Vâli tarafından idare edilmekten rahatsızlardı.

Şiîlerin hâli, çok vahim idi. Pislik ve yıkıntılar içinde yaşıyorlardı. Yollar emniyetsizdi. Yol kesenler dâima kervanları gözlüyorlar. Beraberlerinde asker olmayınca, hemen saldırıyorlardı. Bunun için, hükümet onlarla birlikte bir müfreze asker göndermedikçe, kafileler sefere çıkamıyordu.

Şiî aşıretler arasında kavgalar çoktu. Her gün birbirlerini öldürüp yağmalıyorlardı. Cehalet korkunç bir şekilde yaygındı. Şiîlerin bu hâli, kilisenin Avrupayı istila ettiği zamanları bana hatırlatıyordu. Necef ve Kerbeladaki din adamları ve onlara bağlı bir ekalliyet hâricinde, her bin şiiden bir okur yazar çıkmıyordu.

İktisadi hayat tamamen çökmüş, insanlar fakr-u zaruret içinde kıvranıyorlardı. Devlet çarkı da, dönmez hâle gelmişti. Şiîler, hükümete hiyanet ediyorlardı.

Devlet ile halk, birbirlerine şüphe ile bakıyordu. Bunun için, aralarında yardımlaşma yoktu. Şiî din adamları, kendilerini sünnileri kötülemeye vermiş, dünya ilimlerinden elini eteğini çekmişlerdi.

Kerbelada ve Necefte 4 ay kadar kaldım. Necefte çok şiddetli bir hastalık geçirdim. Hatta, kendimden ümidi kestim. 3 hafta hasta kaldım. Bir doktora gittim. Bana bazı ilaçlar verdi. İlaçları içince sıhhatim düzelmeye başladı. Hastalığım müddetince, yerin dibinde bir odada kalıyordum. Benim ev sâhibim, rahatsızlığım sebebi ile az bir ücret karşılığında, ilaç ve yemek yapıyor ve bana hizmet etmekten büyük sevap bekliyordu. Zira, sözde ben Emir-ül-müminin Alinin ziyaretçisiydim. Hastalığımın ilk günlerinde, tabib sadece tavuk suyu içmemi söyledi. Sonra, etinden de yememe müsaade etti. 3. hafta pirinç çorbası yedim. İyileştikten sonra, Bağdat’a gittim. Necef, Hulle, Bağdat ve yoldaki müşahedelerimle alakalı 100 sayfalık uzun bir rapor hazırladım. Raporu Müstemlekeler nezaretinin Bağdat’taki mümessiline teslim ettim. Irakta mı kalacağım, yoksa Londra’ya mı döneceğim hususunda nazırlıktan emir bekledim.
Londra’ya dönmek istiyordum. Zira, uzun zaman gurbette idim. Vatanımı ve ailemi çok özlemiştim. Bilhassa, benden sonra hayata gözlerini açan oğlum Rasbutin’i görmek istiyordum. Bundan dolayı, raporumla beraber, nazırlıktan kısa bir müddet için bile olsa, Londra’ya dönmek için izin talep ettim. 3 senelik Irak seferimle alakalı intibalarımı şifahen anlatmak ve biraz istirahat etmek istiyordum.

Nazırlığın Iraktaki mümessili, kimse şüphelenmesin diye, kendisine fazla uğramamamı ve Dicle nehrinin kıyısındaki hanların birinde, bir oda kiralamamı tenbih etti ve (Londra’dan posta geldiği zaman, nazırlığın cevabını sana bildireceğim) dedi. Ben Bağdat’ta kaldığım zaman, Hilafetin merkezi İstanbul ile Bağdat arasındaki mânevî uzaklığı müşahede ettim.

Basra’dan Kerbela ve Necef’e gittiğimde, Necdli Muhammed, kendisine gösterdiğim yoldan sapacak diye, çok üzülüyordum. Zira o, çok mütehavvil ve çok asabi idi. Onun üzerinde inşa ettiğim bütün emellerimin zayi olacağından korkuyordum.

Kendisinden ayrılırken, İstanbul’a gitmeyi düşünüyordu. Bu fikrinden vazgeçmesi için, çok telkinde bulundum ve (Oraya gittikten sonra, seni tekfir edebilecekleri bir söz sarf eder ve seni öldürmelerinden çok endişe ediyorum) dedim.

Gayem başka idi. Oraya gittikten sonra, eğrilerini doğrultacak, Ehl-i sünnet îtikadına dönmesini sağlayacak derin âlimlerle görüşmesinden ve bütün emellerimin zayi olacağından korkuyordum. Çünkü, İstanbul’da ilim ve İslamın güzel ahlakı vardı.
Necdli Muhammedin, Basra’da kalmak istemediğini anlayınca, İsfahan ve Şiraz’a gitmesini tavsiye ettim. Çünkü, bu 2 şehir çok güzeldi. Halkı da, şiî idi. Şianın ise, Necdli Muhammed’e tesir etmek ihtimali yok idi. Çünkü, şiîlerde ilim ve ahlak noksandı. Böylece, onun, hazırladığım yoldan dönmeyeceğine emin oldum.

Ondan ayrılırken, kendisine, (Takıyeye inanıyor musun?) demiştim. Cevaben, (Evet inanıyorum. Zira sahabeden biri, müşrikler zulüm yaptığı ve anne ve babasını öldürdükleri zaman, (Takıye) edip, şirki izhar etmişti. Buna karşı Peygamber de, ona hiç bir şey söylememişti) dedi. Ben de, (Şiîler arasında, takıye edip, Sünnî olduğunu söyleme ki başına bir felaket getirmesinler. Onların memleketlerinden ve ulemasından istifade et! Onların adet ve mezheplerini öğren. Zira bunlar câhil ve inatcı kimselerdir) dedim.
Oradan ayrılırken, zekat olarak, bir miktar para verdim. Zekat, muhtaçlara dağıtılmak üzere alınan İslami bir vergidir. Ayrıca, binmesi için bir hayvan alıp, hediye ettim. Böylece ayrıldık.

Ayrıldıktan sonra, kendisiyle irtibatım kesildi. Bunun için, çok rahatsızdım. İkimiz de Basra’ya dönmek üzere ayrıldık, (Kim önce dönüp arkadaşını bulamazsa, bir mektup yazıp, Abdürrıza’ya bıraksın) dedik.

İngiliz kâfiri, İslam beldesinde,
ahmakları bularak, hem besler, hem de,
İslama hücum yollarını öğretir,
İslamiyete uyana gerici denir.
Çıplak gezmek, içki şehvet moda olur.
din kardeşliği, sevişmek unutulur.
İslam düşmanları, köpekleri besliyor,
bunları, müminlerin başına geçiriyor.
Hepsi, İslamiyete, ahlaka saldırıyor.
Allahü teâlâ da, cezalarını veriyor.
Çünkü, Kurân-ı Kerîmde Rabbimiz vaat ediyor,
(İslamiyeti elbet, koruyacağım) diyor.
Müslümanlara da: (Düşmana aldanmayın,
çok çalışıp, ondan üstün olun) buyuruyor.

6. FASL

Bir müddet Bağdat’ta kaldım. Sonra, Londra’ya dönmek için emir geldi. Ben de döndüm. Londra’da sekreter ve bazı nezaret mensubları ile görüştüm. Onlara uzun seferimde yaptıklarımı ve müşahedelerimi anlattım. Irakla alakalı malumatlarıma çok sevindiler ve memnuniyetlerini bildirdiler. Daha önce gönderdiğim raporu da görmüşlerdi. Safiye de, benim raporuma mutabık bir rapor yollamış. Yine öğrendim ki her seferimde, nazırlığın adamları, beni takip etmişler. Onlar da, gönderdiğim raporlara ve sekretere anlattıklarıma mutabık raporlar vermişler.

Sekreter, Nazır ile görüşmem için bana vakit verdi. Nazırı makâmında ziyaret ettiğimde, beni İstanbul’dan döndüğüm seferten farklı bir şekilde karşıladı. Kalbinde, müstesna bir yer işgal etmiş olduğumu anladım.

Nazır, Necdli Muhammedi elde ettiğime çok memnun oldu. (O, nazırlığımızın aradığı bir silah idi. Ona her nevi sözü ver. Bütün mesain, sadece onu elde etmek için olsa dahi değer) dedi.

Ben de: (Necdli Muhammed için çok endişeli idim. Zira fikrinden dönmüş olabilir) dedim. (Kalbin rahat olsun. Ondan ayrıldığında sâhip olduğu fikirlerden dönmemiştir ve İsfahan’da nazırlığımızın casusları, onunla görüşmüşler, nazırlığa onun bozulmadığını haber vermişlerdir) dedi. Kendi kendime dedim ki: (Necdli Muhammed nasıl sırlarını başkasına anlatabilir)? Bunu nazıra sormaya cesaret edemedim. Fakat, sonra Necdli Muhammed ile görüştüğümde anladım ki İsfahan’da Abdülkerim isminde bir adam onunla görüşmüş ve (Ben Şeyh Muhammedin [Beni kasıt ediyor] kardeşiyim. Sizin hakkınızda ne biliyorsa hepsini bana söyledi) diyerek, Necdli Muhammedi aldatmış ve onun sırlarını öğrenmiş.

Necdli Muhammed bana: (Safiye benimle İsfahana geldi ve 2 ay daha, onunla müt’a nikahı ile yaşadık. Abdülkerim de, benimle Şiraz’a geldi ve Safiye’den daha güzel ve daha cazib Asiye isminde bir kadın daha buldu. O kadınla da müt’a nikahı ile hayatımın en neşeli dakikalarını geçirdim) dedi.

Daha sonra öğrendim ki Abdülkerim, İsfahan havalisinden Celfa’da oturan, nazırlığın hristiyan bir ajanıdır. Asiye ise, Şiraz yahudilerinden olup nazırlığın başka bir ajanıdır. Dördümüz, Necdli Muhammedi ileride kendisinden bekleneni en güzel bir şekilde yapabilecek sûrette yetiştirdik.

Ben, hadiseleri Nazıra, sekreter ve tanımadığım 2 Nezaret mensubunun huzurunda anlatınca, Nazır bana: (Sen nazırlığın en büyük madalyasını hak ettin. Zira sen, nazırlığın en mühim ajanları arasında birincisin. Sekreter sana, vazifende yardımcı olacak bazı devlet sırları söyleyecek) dedi.

Sonra, ailemle görüşmek için, bana on günlük izin verdiler. Ben de, doğru evime gittim. Bana çok benzeyen oğlumla en tatlı dakikalar geçirdim. Oğlum bazı kelimeleri konuşuyordu ve o kadar güzel bir yürüyüşü vardı ki o yürürken, sanki benim vücudumdan bir parça yürüyor gibiydi. Bu 10 günlük izinim çok sevinçli ve neşeli geçti. Sevincimden sanki uçacaktım. Vatanıma ve aileme kavuşmaktan, büyük bir haz duydum. Bu on günlük izin içinde, beni çok seven ihtiyar halamı da ziyaret ettim. Halamı ziyaret etmem çok iyi oldu. Zira, ben 3. sefere çıktıktan sonra, hayata vedâ etmişti. Onun vefâtına çok üzülmüştüm.

Bu 10 günlük izin, bir saat gibi çabuk geçti. Böyle, neşeli günler, bir saat gibi geçtiği hâlde, elemli günler insana asırlar gibi geliyor. Necefteki hastalık günlerimi hatırladım. O kederli günler, bana seneler gibi gelmişti.

Nazırlığa, yeni emirleri almak için gittiğimde, karşımda, güler yüzü ve uzun boyu ile sekreteri gördüm. O kadar sıcak elimi sıktı ki bundan, bana olan sevgisi zâhir oluyordu.

Bana: (Nazırımızın ve müstemlekelerle vazifeli heyetin emri ile sana çok mühim 2 devlet sırrı söyleyeceğim. İlerde, bu 2 sırdan çok istifaden olacaktır. Bu 2 sırrı, kendilerine tam îtimat edilen, birkaç kişiden başka kimse bilmez) dedi.

Elimden tutarak, Nazırlığın bir odasına götürdü. Bu odada çok cazib bir şeyle karşılaştım: Yuvarlak bir masanın etrafında 10 adam oturuyordu. Onların 1.si, Osmanlı padişahının kıyafetinde idi. Türkçe ve ingilizce biliyordu. 2.si, İstanbul’daki Şeyhulİslâmın kıyafetinde idi. 3.sü, İran Şahının kıyafetinde idi.4.sü, İran sarayındaki vezirin kıyafetinde idi. 5.si, şiîlerin tâbi olduğu Necefteki en büyük âlimin kıyafetinde idi. Bu son 3 kişi, farsça ve ingilizce biliyorlardı. Bu adamların her birisinin yanında, onların söylediklerini yazmak için, birer katib bulunuyordu. Bu katibler aynı zamanda, bu adamlara, casusların İstanbul, İran ve Necefteki onların asılları olan 5 kişi hakkında topladıkları malumatı bildiriyorlardı.

Sekreter: (Bu 5 kişi, oralardaki 5 kişiyi temsil ederler. Onların ne düşündüklerini anlamak için, asılları gibi yetiştirdik. Biz İstanbul, Tahran ve Neceftekilerle alakalı elimize geçen bilgileri, bunlara bildiriyoruz. Bunlar da, kendilerini oradakilerin yerinde kabul eder. Biz onlara soruyoruz, onlar da bize cevaplandırıyor. Bizim tesbitimize göre, buradakilerin cevapları, oradakilerin cevaplarına %70 mutabıktır.

İstersen, tecrübe mahiyetinde bir şeyler sorabilirsin. Nasılsa, daha önce Necef alimi ile görüşmüştün) dedi. Ben de peki dedim. Zira, daha önce, Necefteki şianın en büyük alimi ile görüşmüş ve ona bazı hususlar sormuştum. İşte, onun benzerinin yanına yaklaştım ve dedim ki: (Hocam, sünnî ve mütaassıb olduğu için, hükümete harp açmamız câiz olur mu?) Biraz düşündükten sonra, (Hayır, sünnî olduğu için hükümete harp açmamız câiz değildir. Zira, bütün müslümanlar kardeştirler. Ancak onlar, ümmete zulüm ve işkence yaparlarsa harp açabiliriz. Biz onu yaparken, emr-i bil mâ’rûf ve nehy-i ani’l-münker şartlarına uygun olarak hareket ederiz. Zulmü bıraktıkları zaman, elimizi onlardan çekeriz) dedi.

Ben, (Hocam, yahudi ve hristiyanların necis olmaları ile alakalı görüşünüzü alabilir miyim?) dedim. (Evet onlar necistirler. Onlardan uzak durmak lâzımdır) dedi. (Niçin) dedim. Cevaben, (Bu, hakarete karşı misillemede bulunmaktır. Zira onlar, bizi kâfir bilirler ve Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı tekzib ederler. Biz de, buna karşı misillemede bulunuyoruz) dedi. Ona dedim ki: (Hocam, temizlik imandandır değil mi? Öyleyse niçin, (Sahn-ı şerif) [Hazret-i Alinin türbesinin etrafı], cadde ve sokaklar temiz değildir? Hatta, ilim medreseleri bile temiz sayılmaz). Cevaben: (Evet, hakikaten temizlik imandandır. Fakat ne yapalım, şiîler, temizliğe ehemmiyet vermeyince, böyle olur) dedi.

Nazırlıktaki bu adâmın cevapları, Necefteki şiî aliminin cevaplarına tıpa tıp mutabık idi. Bu adâmın Necefteki âlime bu kadar uygunluğu, beni hayretler içinde bıraktı. Bir de üstelik bu adam farsça biliyordu.

Sekreter: (Şayed sen diğer 4 kişinin asılları ile de görüşmüş olsaydın, şimdi onlarla da görüşebilir ve onların da asıllarına ne kadar mutabık olduğunu görebilirdin) dedi. Ben dedim ki: (Şeyhulİslâmın da nasıl düşündüğünü biliyorum. Çünkü, benim İstanbul’daki hocam Ahmed efendi, Şeyhulİslamı bana iyice anlatmıştı.) Sekreter: (O zaman buyur, onun da numunesi ile görüşebilirsin) dedi.
Şeyhulİslâmin benzerinin yanına yaklaştım ve ona dedim ki: (Halifeye itaat etmek farz mıdır?), (Evet vâcibdir. Allaha ve Peygambere itaat etmek farz olduğu gibi, bu da vâcibdir) dedi. (Bunun delili nedir?) dedim. Cevaben dedi ki: (Cenâb-ı Allah’ın bu ayetini duymadın mı? (Allaha, Onun Peygamberine ve sizden olan ulül emre itaat ediniz) . Ben, (Allah bize, askerine Medine’yi yağmalamayı helal eden ve Peygamberimizin torunu Hüseyin’i öldüren halife Yezide ve içki içen Velide itaat etmeyi emreder öyle mi?) dedim. Cevabı şuydu: (Oğlum, Yezid Allah tarafından Emir-ül-müminin idi. Hüseyin’i öldürmeyi emretmedi. Sen, şiîlerin yalanlarına inanma! Kitapları iyi oku! Hata yaptı. Sonra tövbe de etti. Medine-i münevvereyi yağmalamayı helal edişinde isabet etmiştir. Çünkü, Medine halkı azıp bagi olmuş ve itaati bırakmıştı. Velide gelince, evet o fasık idi. Halifenin yaptıklarını taklit değil, İslamiyete uygun olan emirlerine itaat etmek vâcibdir.) Bunları hocam Ahmed efendiye de, daha önce sormuş ve az bir fark ile aynı cevapları almıştım.

Sonra, sekretere dedim ki (Bu benzer kimseleri hazırlamanın hikmeti nedir?) Bana: (Biz bu usûl ile sultanın ve şiî olsun, sünnî olsun, müslüman âlimlerinin düşünce kabiliyetlerini öğreniyoruz. Siyasi ve dini mevzularda, onlar ile mücadele etmemize yardımcı tedbirler bulmaya çalışıyoruz. Mesela, düşman askerlerinin hangi taraftan geleceğini bilirsen, ona göre hazırlanır ve askerlerini uygun yerlere yerleştirirsin ve onu perişan edersin. Fakat, onun ne taraftan saldıracağını bilmezsen, askerlerini her tarafa gelişigüzel dağıtır ve mağlub olursun. Aynen öyle, müslümanların, dinlerinin ve mezheplerinin hak olduğuna dair getirecekleri delilleri bilirsen, onların delillerini çürütebilecek karşı deliller hazırlaman mümkün olur ve o karşı delillerle onların akidelerini sarsabilirsin) dedi.

Sonra, adı geçen temsili 5 adamın askerlik, maliye, meârif ve dini sahalarla alakalı aralarında geçen mütalaa ve planların neticelerini ihtiva eden, 1.000 sayfalık bir kitap verdi. (Okuduktan sonra getirirsin) dedi. Ben de, kitabı alıp eve götürdüm. 3 haftalık tatilim içinde, baştan sona kadar dikkat ile mütalaa ettim.

Kitap, çok hayret edilecek cinstendi. Zira, ihtiva ettiği mühim cevaplar ve ince mütalaaları sahih gibiydi. Kanaatimce, temsili 5 adamın cevapları da, asıllarının cevaplarına %70’ten fazla mutabık idi. Zaten sekreter de, daha önce, cevapların %70 nisbetinde isabetli olduğunu söylemişti.

Bu kitabı okuduktan sonra, devletime olan itimatım biraz daha arttı ve Osmanlı İmparatorluğunun bir asırdan daha az bir zaman içinde yıkılması planlarının hazırlandığını yakinen anladım. Sekreter, bana dedi ki: (Buna benzer diğer odalarda, şu ânda sömürdüğümüz veya sömürmeyi planladığımız devletler için de, böyle masalar vardır.)

Sekretere, (Bu kadar titiz ve muktedir adamları nerden buluyorsunuz?) dedim. Cevaben: (Bütün dünya ülkelerindeki ajanlarımız, devamlı bize malumat veriyorlar. Gördüğün bu temsiller, işlerinde mütehassıstırlar. Tabiîdir ki sen falanca adâmın bildiği bütün özel bilgilerle donatılırsan, onun gibi düşünebilir ve onun verdiği hükümleri verebilirsin. Zira, artık sen, onun numunesi mesabesindesin) dedi.

Sekreter, sözüne devam ederek, (Bu, Nezaretimizin sana söylememi emrettiği 1. sır idi.

2. sırrı da 1 ay sonra, 1.000 sayfalık kitabı iade ettiğinde söyleyeceğim) dedi.

Ben kitabı, kısım kısım baştan sonuna kadar itina ile okudum. Bu sayede, Muhammedilerle alakalı malumatım arttı. Onların nasıl düşündüğünü, onların zayıf noktalarını, kuvvetli noktalarını, ayrıca, kuvvetli noktalarını zayıf nokta haline getirmenin usûllerini iyice öğrenmiş oldum.

Kitaptan alınan parçalar için tıklayınız

7. FASIL

Birinci sırrın tadını tattıktan sonra, 2. sırrı da öğrenmek için, can atıyordum. Nihâyet bir gün sekreter, söz verdiği 2. sırrı da açıkladı. 2. sır, bir asırlık bir zaman içinde İslamı yok edip unutturmak gayesi ile nazırlıkta bu iş için çalışan yüksek rütbeli ingilizlere mahsus hazırlanmış, 50 sayfalık bir plan mecmuası idi. Bu planlar 14  maddede toplanmıştı. Müslümanların eline geçme tehlikesine karşı, tedbir olarak, bu planları çok gizli tutuyorduk. O planlar şunlardır:

1- Buhara’yı, Tacikistan’ı, Ermenistan’ı, Horasan ve etrafını istila etmek için, rus çarı ile çok iyi bir ittifak ve yardım anlaşması kurmamızdır. Yine, Rusya ile hududu olan Türk topraklarını da istila etmek için, ruslarla bir anlaşma yapmamız lâzımdır.

2- İslam alemini, hem içerden, hem de dışarıdan yıkmak için, Fransa ve Rusya ile işbirliği yapmamız lâzımdır.

3- Türk-İran hükümetleri arasına çok şiddetli fitne ve ihtilaflar sokup, her 2 tarafta milliyetçilik ve kavmiyet fikirlerini kuvvetlendirmemiz lâzımdır. Ayrıca, birbirine komşu bütün müslüman kabile ve milletlerin arasına ve müslüman memleketler arasına fitne ve düşmanlık sokmamız lâzımdır. Kaybolmuş olanları dâhil, bütün bozuk mezhepleri ihya edip, canlı tutmak ve birbirine düşürmek lâzımdır.

4- İslam memleketlerinden bazı parçaları gayr-ı müslimlerin eline vermek lâzımdır. Mesela: Medine’yi yahudilere, İskenderiye’yi hristiyanlara, İmareyi saibeye, Kermanşahı Aliyi ilahlaştıran nusayrilere, Musul’u yezidilere, İran körfezini hindulara, Trablus’u dürzilere, Karsı ermenilere ve alevilere, Maskatı haricilere vermek lâzımdır. Sonra, bunları, para, silah ve gerekli bilgilerle takviye etmek icap eder ki bunlar İslâmin vücudunda birer diken olsunlar. İslam iyice yıkılıp kayboluncaya kadar, bunların yerlerini genişletmek lâzımdır.

5- Müslüman Osmanlı ve İran hükümetlerini, mümkün mertebe, birbirleriyle hiç anlaşamayan ufak mahalli devletlere bölmeyi planlamak lâzımdır. Hindistan’ın şimdiki hâli gibi. Zira, şöyle bir nazariye vardır: (Parçala, hüküm edersin) ve (Parçala, mahvedersin).

6- İslâmın bünyesinde, tahrif edilmiş din ve mezhepler ihtas etmek lâzımdır ve icad edeceğimiz bu dinlerin her birisinin bir memleketin insanlarının heva ve hevesine uygun olması için, çok ince bir plan yapmalıyız. Şianın memleketinde 4 din icad edeceğiz: 1- Hazret-i Hüseyin’i ilahlaştıran bir din, 2- Cafer-i Sâdıkı ilahlaştıran bir din, 3- Mehdiyi ilahlaştıran bir din, 4- Ali Rıza’yı ilahlaştıran bir din. 1.si Kerbelaya, 2.si İsfahana, 3.sü Samarra’ya, 4.sü de Horasana muvafıktır. Aynı zamanda sünnilerin de, mevcûd 4 mezheplerini, birbirinden ayrı 4 bağımsız din haline getirmeliyiz. Bunu yaptıktan sonra, Necd’de yeni bir İslam fırkası kurup, aralarında kanlı çekişmeler ihdas edeceğiz. 4 mezhebin kitaplarını imha edeceğiz ki bu fırkalardan her biri, sadece kendilerini müslüman kabul edip, diğerlerini, öldürülmesi lazım olan kâfirler bilsinler.

7- Zina, livâta, yani homoseksüellik, içki ve kumar ile müslümanların arasına fitne ve fesad tohumları saçılacak. Bunun için, bu memleketlerde yaşayan gayr-ı müslimler kullanılacaklardır. Onlardan bu gayeyi gerçekleştirmek için, muazzam bir ordu teşkil etmemiz lâzımdır.

8- İslam memleketlerinde fâsid liderler, zalim kumandanlar yetiştirmeye, bunları hükümetin başına geçirerek, İslamiyete uymayı yasaklıyan kanunlar çıkarmaya Âzami ehemmiyet vermek lâzımdır. Onları kullanıp, nazırlığın yap dediğini yapacak, yapma dediğini yapmayacak duruma getirmeliyiz. Onların vasıtası ile müslümanlara ve İslam memleketlerine isteklerimizi kanun zoru ile cebr ederek yaptırmalıyız. İslamiyete uymayı suç, ibâdet yapmayı gericilik haline getirmeliyiz. Müslüman memleketlerdeki hükümet adamlarını, mümkün olduğu kadar aslı gayrimüslimlerden seçtirmeliyiz. Bunu yapmak için, bazı ajanlarımızı sûreten müslüman, din adamı şekline sokup, isteklerimizi icra etmek için, yüksek makâmlara getirmeliyiz.

9- Mümkün mertebe arabinin öğretilmesine mâni olacaksınız. Arabinin haricindeki dilleri, mesela: Fârisîyi, Kürtçeyi ve Peştucayı yayacaksınız. Arap memleketlerinde, ecnebi lisanları, ihya edecek ve Kuran ile Sünnetin lisanı olan fasih arabiyi yok etmek için, mahalli lehçeleri neşredeceksiniz!

10- Devlet adamlarının etrafına adamlarımızı yerleştirip, onların vasıtası ile nazırlığımızın arzularını tatbik etmek için, onları bu devlet adamlarının müsteşarları haline getirmeliyiz. Bu işin en kolay yolu, köle ticaretidir: Köle ve cariye olarak göndereceğimiz casusları, evvela layıkı ile yetiştireceğiz. Sonra, müslüman devlet adamlarının yakınlarına, mesela onların çocuklarına, hanımlarına ve onların indinde hatırı sayılır insanlara satmalıyız. Sattığımız bu köleler, tedrici olarak, devlet adamlarına yaklaşacaklardır. Onların anneleri ve mürebbiyeleri olup bileziğin bileği ihâtâ ettiği gibi, onlar da, müslüman devlet adamlarını ihâtâ edeceklerdir.

11- Misyonerliğin sahasını genişletip, her sınıf ve mesleğe bilhassa doktor, mühendis, muhasebeci vs. gibi mesleklere sokmalıyız. İslam memleketlerinde kilise, mektep, hastahane, kütüphane ve hayır cemiyetleri ismi altında propaganda, neşriyat merkezleri açmalı ve bunları, İslam memleketlerinin dört bir bucağına yaymalıyız. Milyonlarca hristiyan kitaplarını meccanen dağıtmalıyız. İslam tarihinin yanında, hristiyan tarihini, devletler hukukunu da neşretmeliyiz. Kilise ve manastırlara rahib ve rahibe ismi altında casuslarımızı yerleştirmeliyiz. Bunları vasıta olarak kullanıp, hristiyan hareketlere rehberlik yapmalarını temin etmeliyiz. Müslümanların her hareket ve fikirlerini öğrenip bize aktarmalarını temin etmeliyiz. İslam tarihini bozup, tahrif edecek ve müslümanların ahval ve dinlerini iyice öğrendikten sonra, onların bütün kitaplarını imha edecek, İslam ilimlerini yok edecek, profesör, ilim adamı, araştırmacı gibi isimler altında, bir hristiyan ordusu kurmalıyız.

12- Kız, erkek, bütün İslam gençliğinin kafasını karıştırıp, İslamiyet hakkında şüphe ve tereddüte düşmelerini temin etmeliyiz. Mektep, kitap, mecmua [spor kulübleri, sinema filmleri, televizyon] ve bu iş için yetiştirilmiş elemanlarımızın vasıtası ile onların ahlaklarını sıfıra indirmeliyiz. Yahudi, hristiyan ve bütün gayrimüslim gençleri, onları avlamak için, birer tuzak olarak yetiştirmek için, gizli cemiyetler açmalıyız!

13- Dahili harp ve ayaklanmaları teşvik etmeli ve kendi aralarında ve gayrimüslimler ile dâima mücadele halinde olmalarını temin etmeliyiz ki kuvvetleri zail olsun, terakkîleri imkansız olsun. Fikri takatları, mali kaynakları yok olsun. Genç ve faal olanları ortadan kalksın. Sulh ve huzur, yerini ihtilale bıraksın.

14- İktisadları tahrib edilecek, gelir kaynakları ve ziraat sahaları bozdurulacak, su bendleri yıktırılacak, nehirler kurutulacak, insanlar namaz kılmaktan, çalışmaktan nefret ettirilecek ve tembellik yaygınlaştırılacaktır. Tembeller için, oyun yerleri açılacak. Uyuşturucu madde, içki yaygın bir hâle getirilecektir.

[Yukarıda saydığımız maddeler, çok güzel bir şekilde harita, resim ve şekillerle açıklanmıştır. Bu 14 maddenin yardımı ile koca Osmanlı Devletini yıktılar. Yeni kurdukları devletlerin idaresini, İskoç masonlarının ellerine verdiler. Bunlar da, (Müstemlekeler nezareti) nin bu 14 maddesini anayasa yaparak, İslamiyete saldırmaya devam ediyorlar.]

Bana bu muhteşem vesikanın bir kopyasını verdiği için, sekretere teşekkür ettim.

Londrada 1 ay daha kaldıktan sonra, tekrar Necdli Muhammed ile görüşmek üzere, Iraka gitmek için nazırlıktan emir aldım. Sefere çıkarken, sekreter bana: (Necdli Muhammed hakkında bir ihmalkarlık yapmayasın! Casuslarımızın gönderdikleri raporlardan anlaşıldığı vech ile Necdli Muhammed, planlarımızı gerçekleştirmek için, çok münasib bir ahmaktır.

Necdli Muhammed ile açık konuş! İsfahan’da ajanlarımız, onunla açıkça konuşmuş, o da, isteklerimizi bir şart ile kabul etmiştir. Onun şartı şudur: Fikir ve görüşlerini açıklayınca, kendisine saldırması muhakkak olan, devlet adamlarından ve âlimlerden kendini korumak için, kâfi derecede mal ve silahla takviye edilmesi, memleketinde kendisine küçük de olsa, bir beylik kurulmasıdır. Nazırlık da, bu şartları kabul etmiştir) dedi.

Bu haberin verdiği sevinçle, az daha uçacaktım. O zaman, sekretere bu hususta, ne yapmam icap ettiğini sordum. Cevabında, (Necdli Muhammedin tatbik etmesi için, nazırlık ince bir plan hazırlamıştır, şöyle ki:

1- Bütün müslümanları, tekfir edip, onları öldürmenin, mallarını ellerinden almanın, namuslarına tecavüzün, erkeklerini köle, hanımlarını cariye yapıp, köle pazarlarında satmanın helal olduğunu söyleyecek.

2- Mümkünse, Kabenin bir put olduğu için, yıkılmasının lazım olduğunu belirtecek. Hac ibâdetini ortadan kaldırmak için, kabileleri hacılara saldırtıp, mallarını ellerinden almaya ve onları öldürmeye teşvik edecek.

3- Müslümanları, Halifeye itaat etmekten menetmeye çalışacak. Onları Halifeye karşı isyan etmeye teşvik edecek ve bu iş için, ordular hazırlayacak. Her vesile ile Hicaz eşrafı ile harp etmenin ve onların nüfuzlarını azaltmanın lazım olduğunu yayacak.

4- Mekke, Medine ve diğer İslam memleketlerinde bulunan türbe, kubbe ve mukaddes yerlerin put ve şirk olduklarını söyleyerek, yıkılmalarının lazım olduğunu ilan edecek. Mümkün mertebe, Muhammed Peygambere, Halifelerine ve bütün mezhep büyüklerine hakaret olunmasına vesile olacak.

5- İslam memleketlerinde mümkün mertebe ihtilal, zulüm ve anarşiyi temin edecek.

6- Hadislerde yapılmış olduğu gibi, ilave ve noksanlıklarla, tahrif edilmiş bir Kuran neşretmeye çalışacak.

Sekreter, yukardaki 6 maddelik planı söyledikten sonra: (Bu büyük program seni korkutmasın. Çünkü vazifemiz, İslamiyeti yok etme tohumunu atmaktır. Bu işi tamamlayacak nesller gelecektir. İngiliz hükümeti, sabır etmeyi ve adım adım yürümeyi adet edinmiştir. Büyük ve baş döndürücü İslam inkılabını yapan Muhammed Peygamber de, sadece bir insan değil miydi? İşte bizim Necdli Muhammed de, Peygamberi gibi, bu inkılablarımızı gerçekleştirmeye söz verdi) dedi.

Bir kaç gün sonra, Nazır ve sekreterden izin aldım, aile ve dostlarıma vedâ ettim. Basra’ya doğru yola çıktım. Evden çıkarken, küçük oğlum: (Baba çabuk dön!) dedi. Gözlerim yaşardı. Teessürlerimi hanımımdan gizleyemedim. Yorucu bir seferden sonra, nihâyet geceleyin Basra’ya vardım. Abdürrıza’nın evine gittim, uyandırdım. Beni görünce, çok sevindi. Beni ağırladı. O gece, orada kaldım. Sabahleyin bana (Necdli Muhammed bana uğradı ve sana bu mektubu bırakarak gitti) dedi. Mektubu açtım. Memleketi olan Necd’e gittiğini ve adresini yazıyordu. Ben de hemen oraya doğru yola çıktım. Son derece meşakkatli bir yolculuktan sonra, oraya vardım. Necdli Muhammedi evinde buldum. Fakat, çok zayıflamıştı. Kendisine hiçbir şey söylemedim. Sonra, evlendiğini duydum.
Biz aramızda, benim onun kölesi olduğumu ve beni bir yere gönderdiğini, şimdi de avdet ettiğimi, herkese söylemek için anlaştık. Beni böyle bildirdi.

Necdli Muhammedin yanında 2 sene kaldım. Davetini ilan etmek için bir program hazırladık. Nihâyet, hicri 1143 [m. 1730] senesinde, onun azmini kuvvetlendirdim. O da, kendine yardımcı topladıktan sonra, kapalı bazı cümlelerle davetini kendine çok yakın olanlara anlattı. Sonra, davetini günbegün genişletti. Onu düşmanlarından korumak için, etrafına muhafızlar koydum. Ve onlara istedikleri kadar mal ve para verdim. Necdli Muhammed’in düşmanları tecavüz etmek istediği zaman, muhafızların gayretlerini arttırıyordum. Ve onları manen destekliyordum. Daveti yayıldıkça, muhalifleri çoğalıyordu. Kendisine fazla hücum yapıldığı zaman, davetten vazgeçmek istiyordu. Fakat, onu yalnız bırakmıyor ve azmini kuvvetlendiriyordum. Ona, (Ey Muhammed, Peygamber senden daha fazla eziyet gördü. Biliyorsun, bu şeref yoludur. Her inkılabcı gibi, biraz meşakkate tahammül etmelisin!) diyordum.

Biz dâima düşmanların hücumuna uğrayabilirdik. Onun muhaliflerine karşı, parayla aldığım casuslar koydum. Düşmanları ona bir zarar yapmak istediğinde, onlar beni haberdar ediyor, ben de, zararlarını tesirsiz hâle getiriyordum. Bir sefer, düşmanların onu öldürmek istedikleri haberini aldım. Hemen, onların hazırladıklarına mâni olmak için, gerekli tedbirleri aldım. İnsanlar, düşmanlarının Muhammed’e böyle bir şey yapmak istediklerini duyunca, onlardan nefret etmeye başladılar. Böylece, kazdıkları kuyuya kendileri düştüler.

Necdli Muhammed, planın her 6 maddesini icra edeceğini bana vaat etti ve (Şimdilik, bunlardan ancak bir kısmını yerine getirebilirim) dedi. Bu sözünde haklı idi. O zaman, hepsini yapması gayr-ı mümkün idi.

Kabenin yıktırılmasını çok zor buluyordu. Ayrıca, onun bir put olduğunu açıklamaktan da vazgeçti. Tahrif edilmiş bir Kuran neşretmeyi de reddetti. Bu hususta, en çok Mekkedeki Şeriflerden ve İstanbul’daki hükümetten korkuyordu. Bana, (Bu 2 hususu açıkladığımız takdirde, kuvvetli bir ordunun hücumuna maruz kalacağız) dedi. Onun mazeretini kabul ettim. Zira, doğru söylüyordu. Şartlar müsait değildi.

Birkaç sene sonra, müstemlekeler nezareti, Der’iye emri Muhammed bin Süudu da safımıza çekmeye muvaffak oldu. Bana bunu haber vermek ve her 2 Muhammedin arasında muhabbet ve muaveneti tesis etmek için, bir haberci gönderdi. Müslümanların kalplerini ve itimatlarını, dini yoldan temin için, Necdli bizim Muhammedden, siyasi yoldan temin için de, Muhammed bin Süuttan istifade ettik. Tarih ispat etmiştir ki dine istinat eden devletler daha uzun ömürlü ve daha nüfuzlu ve heybetli olurlar.

Böylece, devamlı, kuvvetlendik. Der’iye şehrini merkez yaptık. Din olarak da, yeni (VEHHABİLİK) dinini tesis ettik. Nazırlık, yeni vehhâbî hükümeti gizlice destekliyor ve takviye ediyordu. Yeni hükümet, Arapçayı ve çöl muharebesini çok iyi öğrenmiş 11 ingiliz zabitini, köle ismi altında satın aldı. Planları, bu subaylarla beraber hazırlıyorduk. Her 2 Muhammed de, gösterdiğimiz yolda yürüyorlardı. Nazırlığın hususi bir emri olmadığı zaman, mevzuları biz karara bağlıyorduk.

Hepimiz aşiret kızları ile evlendik. Müslüman kadının kocasına bağlılığı çok hoşumuza gitti. Şimdi, vaziyet iyi gidiyor.

Tenbih: Bu kitabı dikkat ile okuyan, İslâmin en büyük düşmanının, ingilizler olduğunu anlayacak, şimdi bütün dünyadaki müslümanlara saldıran vehhâbîliği, ingilizlerin kurduğunu ve onları beslemekte olduğunu iyi öğrenecektir. İlmi, aklı ve vicdanı olan ingilizler de, ingilizlerin bu alçak düşmanlıklarından nefret eder.

Her memlekette bulunan mezhepsizlerin, vehhâbîliği yaymaya çalıştıklarını işitiyoruz. Hatta, Hempherin itiraflarının, hayal mahsulü olarak başkaları tarafından yazıldığını söyleyenleri var. Fakat, bu sözlerine bir vesika gösterememektedirler. Vehhâbîlerin kitaplarını okuyarak, onların aslını, iç yüzünü öğrenen büyük İslam alimi Habîb Alevî bin Ahmed Haddad, (Misbahu’l-enam) kitabında, ingilizlere satılmış olan Muhammed bin Abdülvehhabın Hempher ile beraber hazırladıkları, âdi, alçak yazılarına vesikalarla cevap vermektedir. Bu kitap 1216 [m. 1801] da yazılmıştır. İngilizler, ne kadar, çalışırlarsa çalışsınlar, hakiki müslüman olan Ehl-i sünneti yok edemeyecekler, kendileri yok olacaklardır. Çünkü, Allahü teâlâ, İsra sûresinin 81. âyetinde, bozuk yolda olanların da, zuhûr edeceklerini, fakat hak yolda olanların karşısında, bunların mağlub olarak, yok olacaklarını müjdelemektedir.

SONSÖZ

Hülâsa, (Din) demek, Allahü teâlânın râzı olduğu şeyleri ve yapılması lazım olan ibâdetleri ve dünyada ve ahirette saadete kavuşmayı öğretmek için, Allahü teâlâ tarafından Peygamberlere bildirilen ahkâm demektir. İnsanların, noksan akılları ile söyledikleri evham ve hayallere din denmez. Akıl, dinin emir ve yasaklarını anlamaya ve bunlara uymaya yarar. Emir ve yasaklardaki esrarı ve bunların hakikatlerini, sebeplerini anlayamaz. Bunların üzerinde fikir yürütemez. Bu hikmetler, Allahü teâlânın, Peygamberlere bildirmesi ile ve Evliyânın kalplerine ilhâm ve tecellî olunması ile öğrenilir. Bu da, ancak Allahü teâlâ tarafından ihsan olunur.
Şimdi, dünya ve ahiret saadetine kavuşmak ve Allahü teâlânın rızasını kazanmak için, müslüman olmak lâzımdır. Müslüman olmayana kâfir denir. Müslüman olmak için, Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğuna iman etmek [inanmak] ve ibâdet etmek lâzımdır. İbadet, bütün sözlerini ve işlerini Muhammed aleyhisselâmın dinine uydurmak demektir. İbadetleri hiçbir menfaat düşünmeyerek, yalnız Allahü teâlânın emri olduğu için, yapmak lâzımdır. Ahkâm-ı İslâmiyye, Kurân-ı Kerîmde ve hadis-i şeriflerde bildirilmiş olan ahkâm [emirler ve yasaklar] demek olup fıkıh, yani İlm-i hâl kitaplarından öğrenilir. Ahkâm-ı İslamiyeyi yani her müslümanın yapması ve sakınması emredilen ahkamı, öğrenmek, erkeklere de, kadınlara da farz-ı ayndır. Bunlar, insanları, ruhi ve bedeni hastalıklardan muhafaza eden devalardır. Tıb, sanat, ticaret ve hukuk bilgilerini öğrenmek için, liselerde ve üniversitelerde, senelerce çalışıldığı gibi, İlm-i hâl kitaplarını ve Arabî lisanını öğrenmek için de, senelerce çalışmak lâzımdır. Bunları öğrenmeyenler, ingiliz casuslarının ve bunlara aldanmış ve satılmış olan din adamı şeklindeki münâfıkların ve zalim, hâin devlet adamlarının yalanlarına, iftirâlarına aldanarak, dünyada ve ahirette felaketlere, azaplara sürüklenirler.

Kelime-i şehâdeti söylemeye ve inanmaya iman denir. Söyleyen ve mânâsını bilip inanan kimseye mümin denir. Kelime-i şehâdet (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh)dür. Mânâsı, (Allahtan başka ilah [mâbud] yoktur ve Muhammed aleyhisselâm, Onun kulu ve bütün insanlara gönderdiği resûlüdür). Ondan sonra hiç Peygamber gelmiyecektir, demektir.

Merakıl-felah kitabının Tahtavi haşiyesinde, kaza namazları sonunda diyor ki (Allahü teâlânın, yalnız var olduğuna inanmak kâfi değildir. Şeriki var diyen kâfirler de, var olduğuna inanıyor. Mümin olmak için, hem var olduğuna, hem de, [bir, diri, kadir, âlim, irâde sâhibi gibi] sıfatları olduğuna, her şeyi gördüğüne ve işittiğine ve Ondan başka yaratıcı olmadığına da inanmak lâzımdır). Muhammed aleyhisselâmın, (Resûl=Peygamber) olduğuna inanmak demek, her sözünün, Allahü teâlâ tarafından Ona bildirilmiş olduğuna inanmaktır. Allahü teâlâ, (İslamiyet) i, yani îman ve amel bilgilerini Kurân-ı Kerîm vasıtası ile Ona bildirdi. Yapmak için olan emirlere (Farz) denir. Yasaklara (Haram) denir. İkisine birden (Ahkâm-ı İslâmiyye) denir. Bir insan, müslüman olur olmaz, insanlar arasına yayılmış olan İslam bilgilerini öğrenmesi, ona hemen farz olur. Bunları öğrenmeye ehemmiyet vermezse, öğrenmeye lüzum yok derse, imanı gider, kâfir olur. Kâfir olarak ölen bir kimsenin, ahirette hiç affolunmıyacağı ve Cehennemde ebedî, sonsuz yanacağı âyet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde, açıkça bildirilmiştir. İmanı gidene (Mürted) denir. Kurân-ı Kerîme ve hadis-i şeriflere, doğru olarak inananlara Ehl-i sünnet denir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, her şeyi açık olarak bildirmedi. Bazılarını kapalı olarak bildirdi. Kurân-ı Kerîme ve hadis-i şeriflere inanıp da, bazı yerlerine, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi mânâ vermeyenlere (Mezhepsiz) denir. Mezhepsizlerden, yalnız kapalı bildirilmiş olan îman bilgilerine yanlış mânâlar verene (Bidat ehli) veya (Sapık) müslüman denir. Açık bildirilmiş olanlara yanlış mânâ verene (Mülhid) denir. Mülhid, kendini müslüman bilir ise de, kâfirdir. Bidat sâhibi kimse, kâfir değildir. Fakat, muhakkak Cehennemde çok azap görecektir. Ehl-i sünnet âlimlerinin hak yolda olduklarını, üstünlüklerini bildiren kitaplar arasında, Sudanlı, faziletli Muhammed Süleyman efendinin (Mahzen-ül-fıkıh-il-Kübrâ) kitabı çok kıymetlidir. Müslüman olmadığı hâlde, müslüman görünerek, açık bildirilmiş olan bilgilere, kendi aklına, fen bilgilerine göre bozuk mânâlar vererek, müslümanları aldatan kâfirlere (Zındık) denir.

Ehl-i sünnet âlimleri, ahkâm-ı İslamiyyenin kapalı bildirilmiş olan kısımlarından, bazılarını, farklı anladılar. Böylece, amelde, yani ahkâm-ı İslamiyeye uymakta, 4 ayrı mezhep meydana geldi. Bunlara, Hanefi, Maliki, Şâfiî ve Hanbeli mezhepleri denir. Bu 4 mezhebin imanları aynıdır. İbadet yapmakta biraz farklıdırlar. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Her müslüman, dilediği mezhebi seçerek, bunu taklit eder. Her işini, seçtiği mezhebe göre yapar. Müslümanların, 4 mezhebe ayrılmaları, Allahü teâlânın rahmetidir. Müslümanlara büyük merhametidir. Bir müslüman, kendi mezhebine göre ibâdet yaparken, bir zahmet, bir meşakkat hâsıl olursa, başka bir mezhebi taklit ederek, bu işi kolayca yapar.

İbâdetlerin en mühimmi namazdır. Namaz kılanın, müslüman olduğu anlaşılır. Namaz kılmayanın, müslüman olduğu şüphelidir. Bir kimse, namaza ehemmiyet verir, fakat özrü olmadığı hâlde, tembellikle terkederse, Maliki Şâfiî ve Hanbeli mezheplerinde, mahkemece katl olunur. Hanefide, namaza başlayıncaya kadar hapis olunur ve acele kaza etmesi emrolunur. (Dürr-ül-münteka) ve (İbni Âbidin) de ve (Kitab-üs-salât) da diyor ki (5 vakit namazı, özürsüz terketmek ve vaktinde kılmamak, birbirinden ayrı 2 büyük günahtır. Terkettiği için kaza etmek, vaktinde kılmadığı için, hac veya tövbe etmek lâzımdır). Kaza etmeyenin tövbesi zaten kabul olmaz. Her gün, 5 farz namazından evvel ve sonra kılınan (revatib sünnetler) yerine de kaza kılıp, büyük günahtan kurtulmak lâzımdır. Farz borcu varken, hiçbir sünnetinin ve nâfile namazlarının, sahih olsalar bile kabul olmayacağı, yani, Allahü teâlânın vaat ettiği sevaplara, faydalı şeylere kavuşamayacağı, muteber kitaplarda yazılıdır. Namazı özür ile fevt etmek, kaçırmak, (günah) olmaz ise de, kılamadığı farzları da, acele kaza etmesi, 4 mezhepte de lâzımdır. Ancak, Hanefide, nafaka temini için çalışacak zaman kadar ve revatib sünnetleri ve hadis-i şeriflerde bildirilmiş olan nâfile namazları kılacak zaman kadar geciktirmesi câiz olur. Yani, kazaları, bu sebeplerle geciktirmemesi, iyi olur. Özür ile fevt edilmiş farz borcu olanın, revatib sünnetleri ve nâfileleri kılması, diğer 3 mezhepte câiz değildir, haramdır. Özür ile fevt edilmiş namazlar ile özürsüz terkedilmiş namazları birbiri ile karıştırmamalıdır. Aynı olmadıkları, Dürrü’l-muhtar’da, İbni Âbidin’de, Dürrü’l-münteka’da, Merakıl-felah’ın Tahtavi şerhinde ve (Cevhere) de açık yazılıdır. [Köyde, yolda, namaz kılmak için kıble cihetini bilmek lâzımdır. Bunun için, güneş gören bir toprağa bir çubuk dikilir. Yahut bir ipin ucuna anahtar, taş gibi bir şey bağlanıp sarkıtılır. Takvim yaprağında yazılı (Kıble saati) vaktinde, çubuğun, ipin gölgesi kıble istikâmetini gösterir. Gölgenin güneşe karşı tarafı kıble ciheti olur.]

13 Eylül 1996 günü İstanbul’da çıkan (Türkiye) gazetesinde diyor ki:

Batılı İslam düşmanları yeri geldiğinde, kaba kuvvet ile yeri geldiğinde çeşitli oyunlarla elde ettikleri İslam devletlerini, İslam milletlerini asırlarca sömürdüler. Bu ülkelerin, yer üstü, yer altı ne kadar servetleri varsa bunları alıp götürdüler. Ayrıca mânevî yönden hem dinlerini, hem de dillerini, örf ve adetlerini kaybettirdiler. Bu İslam düşmanı sömürgeci devletlerin başını İngiltere çekiyordu.
İngiliz sömürgelerinin en önemlisi, Hindistan idi. İngilizlere dünya hakimiyetini temin eden, onun, nihâyetsiz tabiî servetleridir. Sadece I. dünya harbinde, İngiltere bu ülkeden, 1,5 milyon asker ve bir milyar rupye nakdi para almıştır.

Bunların çoğunu Osmanlı Devletini parçalamak için kullanmıştır. Barış zamanında ise, İngiltere’nin muazzam sanayiini yaşatan, ingiliz ekonomisini ve maliyesini takviye eden Hindistan’dır.

Hindistan’ın diğer sömürgelerine nazaran çok önemli olmasının 2 sebebi vardı: Birincisi, dünyayı sömürmelerine en büyük mâni olarak gördükleri İslamiyetin Hindistan’da yayılması ve burada müslümanların hâkim olmasıdır. İkincisi, Hindistan’ın tabiî zenginlikleridir. Hindistan’ı elde tutabilmek için, Hindistan yolu üzerinde bulunan bütün İslam ülkelerine saldırmış, fitne ve fesad tohumları ekerek, kardeşi kardeşe kırdırmış ve bu ülkelere hâkim olarak, bütün tabiî zenginliklerini ve milli servetlerini hep kendi memleketine taşımıştır.

Osmanlı imparatorluğundaki hareketleri titizlikle takip etmek ve çeşitli siyasi oyunlarla Osmanlıları Ruslarla harbe sokarak, Hindistan’a yardım elini uzatamayacak hâle getirip, parçalamak ve yok edip, işgal etmek, ingiliz siyasetinin esâsı idi.

İngilizler, Osmanlı-Rus harbi sırasında, Hindistan’ı, İngiltere krallığına bağlı bir devlet ilan ettiler. Meşhur masonlardan Mithad Paşanın Osmanlı devletini harbe sokması, İslamiyete yaptığı zararların en büyüğü oldu. Sultan Abdülaziz Hanın şehit edilmesi de, İngilizlerin oyunu idi.

İngilizler, kendi yetiştirdikleri adamları Osmanlı devletinde önemli makâmlara getirmişlerdi. Bu devlet adamları, ismi Osmanlı, fikri ve zikri İngiliz idiler. Bunların en meşhurlarından Mustafa Reşid Paşa son sadrazamlığında, 6 günlük sadrazam iken, 28.10.1857 de İngilizlerin Hindistan müslümanlarına yaptığı büyük Delhi katliâmını tebrik etti. Daha önce de, Hindistan’daki İngiliz zulmüne karşı ayaklanan müslümanları bastırmak için, İngiltereden gelen yardımın Mısır’dan geçirilmesi için Osmanlılardan izin istediler. Bu izin de, yine masonlar vasıtası ile verildi.

Hindistan’da İngilizler halkı dinden uzaklaştırmak için İslam dininin temeli ve en bariz vasfı olan bütün medrese ve çocuk mekteplerini kapattılar. Halka liderlik yapabilecek bütün âlimleri ve din adamlarını şehit ettiler.

İngilizler, hâkim oldukları bütün İslam memleketlerinde yaptıkları gibi, İslam âlimlerini, İslam kitaplarını, İslam mekteplerini yok ettiler. Tam din cahili bir gençlik yetiştirdiler.

Sömürdükleri yerleri idare edenlerin adları, Ahmed, Mehmed, Mustafa, Ali gibi müslüman isimleri idi. Fakat İslamiyet ile ilgileri sadece bu isim benzerliğinden ileri gitmiyordu. Bunların göstermelik parlamentoları olmuş, fakat hiçbir zaman bağımsız olmamışlar, hep ingilizlerin emri ile hareket etmişlerdir.

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler