İşbu Hucec-i Kat’iye kitabı, aynı ismi taşıyan Arapça kitabın tercümesidir. Yemenli Abdullah bin Sebe ismindeki bir yahudi, İslamiyeti öğrenmek isteyen gençleri aldatmak için, müslüman olduğunu bildirmektedir.
[HUCEC-İ KAT’İYE kitabı Bağdatlı Ebülberekat Abdullah Süveydi “rahmetullâhi aleyh” tarafından Arabî diliyle yazılmıştır. 1905’de Mısır’da basılmış, 1980’de İstanbul’da ofset baskısı yapılmıştır. Allame Abdullah Süveydi tarafından yapılan Türkçe tercümesi, 1908’de Mısır’da Kürdistan matbaasında basılmıştır. Süveydi Abdullah efendi, 1104 yılında Bağdat’ta tevellüd etti. 1137’de hac vazifesini yaptıktan sonra, Abdülgani Nablüsi’den ve İstanbullu Ali efendiden de icazet aldı. Bağdat’ta yıllarca ders verdi. Birçok kıymetli kitap yazdı. 30. dedesi; Abbasi halifelerinden Ebû Cafer Abdullah Mensur’dur.] İran hükümdarlarından Nadir şah İran ve Buhara âlimlerini toplayarak, Sünni ve Şiî fırkalarından hangisinin doğru olduğunun anlaşılmasını emretmiş ve Süveydi’yi o meclise reis yapmıştı. Bu mecliste konuşulanları bildiren (HUCEC-İ KAT’İYE) kitabı çok kıymetlidir. Bu mecliste kendisi, Şiî âlimleri ile uzun konuşma sonunda, Ehl-i sünnetin haklı olduğunu ispat etmiştir. Şahın hoşuna giderek, kendisini tebrik etmiştir. 1760 senesi Şevvalin 11. Cumartesi günü vefat etmiştir. Maruf-i Kerhi hazretlerinin türbesi yanında medfundur.
İrandaki Safevi hükümdarlarının 9.su ve sonuncusu olan şah Hüseyin Safevi, 1729’da, Efganlılar tarafından öldürülünce, Acemistan karıştı. Şahın oğlu II. Tahmasib âciz ve eğlenceye düşkün olduğundan, Nadir adındaki veziri idareyi eline aldı. Efganlıları İran’dan çıkardı. Başşehirleri olan İsfehan’ı geri aldı. Bağdat valisi Ahmed paşa zamanında Bağdat’ı kuşattı. 8 ay sonra, İstanbul’dan gelen topal Osman paşanın ordusu İran askerini kaçırdı.
Nadir şah hicri 1148’de İran şahı oldu. Delhi’yi aldı. Çok kan döktü. Efganistan’ı, Buhara’yı aldı. (Şahenşah) ismini aldı. Osmanlı devletine sefirler gönderip, Ehl-i sünnet fırkası ile İmamiye fırkasından hangisinin doğru olduğunun ilim yolu ile anlaşılmasını istedi. Büyük bir ordu ile Bağdat ve Musul üzerine yürüdü. Alamayıp Necef’e çekildi.
Şiîlerle Sünniler arasında, birbirine uymayan inanışları ortadan kaldırmak, doğru olana sarılarak 2 fırkayı birleştirmek için emir verdi. 2 taraf âlimleri toplandı. Hepsinin karşısında Abdullah Süveydi efendi ilim, akıl ve senetlerle uzun konuşmalar sonunda, Şiîleri cevapsız bıraktı. 2 tarafın soru ve cevapları (HUCEC-İ KAT’İYE) ismi ile bir kitap halinde neşredildi.
Abdullah Süveydi efendi diyor ki: Bağdat valisi Ahmed paşa, beni istemiş. Gidince, Paşanın ağalarından Ahmed ağa beni karşıladı. Paşa seni Nadir şaha göndermek istiyor dedi. Sebebini sordum. Şah Ehl-i sünnetten bir âlim istemiş. Şiî fırkasının doğru olup olmadığını anlamak için, Şiî âlimleri ile tartışma yapacaksın. Şiilik doğru ise, 5. mezhep olarak ilan edilecek, dedi.
—Ey Ahmed ağa! Sen bilmez misin ki acemler inatcı olur. Dediğinden dönmez. Benim sözümü kabul ederler mi? Hele şahları, zalim ve mağrurdur. Onların fırkalarının bozuk olduğunu gösteren vesikaları nasıl söyleyebilirim? Onlarla nasıl konuşulabilir? Delil olarak söyleyeceğim hadislere zaten inanmıyorlar. Din kitaplarını kabul etmiyorlar. Âyet-i kerimelere, işlerine gelecek şekilde mânâlar veriyorlar. Abdest alırken, mest üzerine meshetmenin caiz olduğunu onlara nasıl ispat edebilirim? Bu iş, sünnet-i seniyye ile caiz olmuştur. Bunu gösteren hadis-i şerifi, 70’ten ziyade ashâb haber verdi. Bunlardan biri de, hazret-i Ali’dir “kerremallahü vecheh” desem, bunun caiz olmadığını bize 100’den ziyade sahabi haber vermiştir, derler. Sizin hadis zannettiğiniz sözler, mevdudur, sonradan uydurulmuştur desem, onlar da bana böyle söyler. (Ne derseniz, biz de, onu söyleriz) derler. İşte, bunun için paşa hazretlerinden rica ederim. Beni afv buyursun dedim.
—Buna imkan yok. Bu iş için paşa seni seçti. Emrine itaat lazımdır. Sakın karşı gelme dedi.
Ertesi sabah Ahmed paşa ile uzun uzun konuştuk. Sonunda (Haydi bakayım, Cenab-ı Hak, diline ve delillerine kuvvet versin! Görüşmelerde, inatcı ve kibrli görünürlerse, sözü kısa kesersin. Fakat, onları cevapsız da bırakma! Hakkı kabul ederler, insaflı konuşurlarsa, çekinmeyerek bildiklerini hep söyle! Sakın mağlub olma! Şimdi Nadir şah Necef’tedir. Çarşamba günü oraya var!) dedi. Birkaç kişi yola çıktık. Yollarda, vereceğim cevapları, göstereceğim delilleri düşünüyordum. Yolda rastladığım kimseler, şahın 70’e yakın Şiî müftü topladığını söylediler.
Kendi kendime düşündüm. Onların karşısında söylemekten çekinmek doğru olmaz. Fakat, sözlerimi, şaha değiştirerek bildireceklerinden korkulur. En iyisi, mecliste şahın bulunmasını isterim. Necef’e 2 saatlik yol kalmıştı. Biri gelip, (Ne duruyorsunuz? Şah sizi bekleyor) dedi. Şah, her misafirini, böyle yolda çağırır mı, dedim. Hayır. Senden başka kimseyi böyle acele istememiştir, dedi. Bu söz üzerine, kendime (Şahın maksadı, İmamiye fırkasını zorla bana kabul ettirmektir. Beni sıkıştıracak, belki de zorlayacak. Fakat ben, ne aldanırım, ne de korkarım. Öldürüleceğimi bilsem, doğruyu söylemekten çekinmem. Müslümanlar 2 kere, çok sıkıştı. Birisi, Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” vefatında idi. Bu zaman, Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallâhu anh” imdada yetişip, feraha kavuşturdu. İkincisi, Harun reşid’in oğlu halife Memun Şiî fırkasını severdi. Kur’ân-ı Kerîme mahluk derdi. Ahmed ibni Hanbel “rahmetullâhi aleyh” müslümanları bu fitneden kurtardı. Şimdi de, 3. fitnenin uyanmakta olduğu görülüyor. Benim kusurum, duraklamam, bu fitnenin kıyamete kadar uzamasına sebep olur. Yani, İslamın yükselmesi ve küçülmesi birer sebebe bağlıdır. Şimdi, bu fitnenin ortadan kalkmasına ben sebep olacağım) dedim. Gayret ve sebat etmeye karar verdim. Ölümü bile gözüme aldım.
Karşıdan 2 bayrak göründü. Yaklaşınca, saltanat çadırlarını gördüm. Şahın çadırı, büyük, yedi direk üzerine kurulmuştu. Binlerce nöbetçi asker vardı. Birisi bizi karşıladı. Ahmed paşayı, beyleri isimleri ile sordu. Böyle tanıdık gibi sormasından şaşırdım. (İranın Osmanlı devletinde elçisi idim. Ahmed paşa hazretlerine de hizmet etmiştim. Adım, Abdülkerim beydir) dedi. 9 kişi daha geldi. Bunlar gelince, Abdülkerim bey saygı ile kalktı. Büyüklerden olduklarını anladım. Selamlaştık. Şahın huzuruna buyurun! diyerek, büyük çadırın perdesini kaldırdılar. Bir aralıktan geçip, şahın odasına girdik. Nadir şah, beni görünce, yüksek sesle (Abdullah efendi, merhaba! İleri gel) dedi. 10 adım kadar ilerledik, tekrar (ileri gel!) dedi. Daha gittim. Aramızda 2-3 metre uzaklık kaldı. Oturuyordu. Uzun boylu olduğu anlaşılıyordu. Başında, boynunda, kolunda çok süslü şeridler vardı. Kibirli, gururlu idi. Yorgun, ihtiyar görünüyordu. Sakalı siyaha boyanmış, ön dişleri düşmüştü. Açık yay gibi kaşları ile gözleri pek güzeldi. Heybetli, fakat sevimli bir zât idi. Onu görünce, gönlümde korku kalmadı. Yine türkçe olarak (Ahmed han ne hâlde, nasıldır?) dedi. İyidir, afiyettedir, dedim.
[O zaman, Osmanlı tahtında, 24. padişah olan sultan I. Mahmud han vardı. Fakat, bundan önceki sultan III. Ahmed han hayatta idi.
Sicill-i Osmani kitabı, 1. ciltte diyor ki Ahmed paşa, Eyubi Hasan paşanın oğludur. 1129’da Konya, 1130’da Basra ve 1136’da, babasının vefatında Bağdat valisi, sonra İran üzerine serasker oldu. 1149’da, yine Bağdat valisi oldu. 1160 Zilkade ayında vefat etti. Bağdat’ta 2 defa valiliği 22 sene sürmüştür.]
—Seni ne için istediğimi biliyor musun, dedi.
—Hayır, dedim.
—Biliyorsunuz ki benim memleketlerim 2 kısımdır. Biri Türkistan ile Efgan’dır. Bunlar, İranlılara kâfir diyorlar. Emrimdeki insanların birbirlerine kâfir demesi uygun değildir. Seni, kendime vekil ediyorum. Onlarla, benim yerime görüşeceksin. Hangi tarafın doğru olduğunu ispat edeceksin. Şu ayrılığı ortadan kaldıracaksın. Toplantı yerinde her gördüğünü, işittiğini bana haber ver! Ahmed hana da bildir, dedi.
Huzurundan çıkmamıza izin verdi. İtimadü’d-devle, yani baş vezirin yanında misafir olmamı ve öğle namazından sonra, Mollabaşı yani diyanet işleri reisi ile buluşmamı emretti. Oradan, sevinerek çıktım. Yemek için, İtimadın yanına götürdüler. İtimad, oturduğu yerde selamımı aldı. Kalkmadı, saygı göstermedi. Ben oturunca, o kalktı, safa geldiniz dedi. Ev sahibi, misafir oturduktan sonra kalkarmış. Fakat, bunu bilmediğim için, önce sıkılmıştım. Hatta şahın emri ile kaldırılması lazım olan küfürlerin birincisi olarak, din alimine saygısızlık yaptı diyerek İtimadın cezalandırılmasını istiyecektim. Fakat adetlerini öğrenince, saygı gösterdiğini anladım. Yemekten sonra, molla başıyı görmek üzere, hayvanlara binip, yola çıktık. Yolda karşıma, bir Efganlı geldi. Selam verdi. Sen kimsin, dedim. Ben Efgan müftüsü molla Hamzayım, dedi. Arabî bilir misin, dedim. Evet, dedi. (Şah emretti ki acemlerin küfür olan inanışlarını, bozuk işlerini düzelteceğim. Fakat, küfür olan bir şeyde inat ederler, bazı inanışlarını saklarlar ise, ne yaparım? Bunların iç yüzlerini bilmiyorum. Sen biliyorsan söyle! Ona göre davranayım) dedim.
—Şahın sözüne güvenme! Seni, yalnız konuşmak için, molla başıya gönderdi. Konuşmalarda, uyanık davran, dedi.
—Onların insafsızlığından korkarım, dedim.
—Yok. Ondan korkma! Şah konuşmaların, kendisine değiştirilmeden bildirilmesi için adım başına, güvendiği adamları dizdirdi. Şaha, yanlış bir şey bildirilmesine imkan yoktur, dedi.
Molla başının çadırına yaklaştım. Çıkıp, yürüyerek karşıladı. Kısa boylu idi. Beni üst yanına oturttu. Söz arasında, bugün Efgan müftüsü Hâdi hocayı gördüm. Bir ilim deryasıdır, dedi. Hâdi hoca Buhara kadısı idi. Çok âlim idi. (Bahrül-ilim) denirdi. Benden 4 gün önce gelmiş. Yanında, Buhara âlimlerinden 6 kişi varmış. Molla başı:
—Kendisine, Bahr-ül-ilim adını nasıl yakıştırmış? İlimden hiç haberi yoktur. Ona, imam-ı Alinin “radıyallahü teâlâ anh” 1. halife olacağını gösteren 2 vesika versem, cevabını bulamaz. Yalnız o değil, Ehl-i sünnet âlimlerinin hepsi bir araya gelse, bir şey söyleyemezler, dedi.
Öyle cevap verilemeyecek delilleriniz nedir, dedim.
1-Önce, size sorarım ki hazret-i Peygamber “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” Ali ibni Ebû Talib “radıyallahü teâlâ anh” için (Musa’nın yanında Harun nasıl idi ise, sen de, benim yanımda öylesin. Yalnız, şu fark var ki benden sonra Peygamber gelmiyecektir) buyurdu. Bu hadisi, siz de bilirsiniz, dedi.
—Evet. Hem de meşhurdur, dedim.
—İşte bu hadis, hazret-i Peygamberden sonra, imam-ı Alinin halife olacağını gösteriyor, dedi.
—Nasıl gösteriyor, dedim.
—İmam-ı Ali’nin Peygamber yanındaki yeri, Harun’un Musa yanındaki yeri gibi gösteriliyor. Yalnız (Ancak benden sonra Peygamber gelmez) diyerek, burada ayrıldığı bildiriliyor. Bunun için, hazret-i Ali’nin, birinci halife olması lazımdır. Harun’un eceli gelmeseydi, Musa’dan sonra, halifesi olurdu, dedi.
—Sözünüzden açıkça anlaşıldığına göre, mantık bilgisinde, bu sözlerden genel hüküm çıkar imiş. Genel olduğunu neresinden çıkarıyorsunuz?
—İstisnalarda, izafet, genel mânâ bildirir.
—Harun “aleyhisselâm”, Musa “aleyhisselâm” gibi Peygamber idi. Halbuki hazret-i Ali’nin, önce de, sonra da Peygamber olmadığını siz de biliyorsunuz. Bundan başka, Harun “aleyhisselâm”, Musa “aleyhisselâm”ın öz kardeşi idi. Halbuki hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh”, Resûl-i ekremin “sallallâhü aleyhi ve sellem” öz kardeşi değildir. Genel olan şeyin ise, istisna ile ayrılması, mantık ilminde, zan gösterir. Onun için, sözün hükmünü, mânâsını, bir menzile bir yer için aramak lazım olur. Bunun için de, hadis-i şerifteki menzile kelimesinin sonundaki (t) harfi, bir tek mânâsını bildiriyor. (Harun’un yerinde) izafeti, izafetlerin çoğunda olduğu gibi, izafet-i ahdiyyedir. Yani genel mânâ bildirmez. (Ancak) kelimesi de (Fakat) demektir. O hâlde, sözün mânâsı, kati değil zannî oldu. Böyle sözlerde, belli olmayan bir şey, başka bilgiler yardımı ile anlaşılır. Yani (menzile) ile (Harun) arasındaki bağlantı, Harunun yalnız, Beni İsrail için halife olduğunu gösterdiği gibi, hazret-i Alinin “radıyallahü teâlâ anh” de Tebük gazasında Medine-i münevverede halife bırakıldığını gösterir, dedim.
—Halife bırakmak, onun üstün olduğunu bildiriyor. Birinci halife olması lazım gelir, dedi.
—Öyle ise, Abdullah ibni ümm-i Mektumun “radıyallahü teâlâ anh” da halife olması lazım gelir. Çünkü, Resûl-i ekrem “sallallâhü aleyhi ve sellem” Onu ve başkalarını da, Medine-i münevverede, halife, yani kendi yerine vekil bırakmıştı. Şu hâlde, halifelikte birinciliği, buna ve başkalarına vermeyip de, hazret-i Aliyi “radıyallahü teâlâ anh”, ayırmanızın sebebi nedir? Bundan başka, yerine vekil bırakılmak, üstünlüğe sebep olsaydı, Ali “radıyallâhu anh” (Beni kadınlarla, çocuklarla, zavallılarla birlikte mi bırakıyorsun?) diyerek üzülmezdi. Fahr-i âlem “sallallâhü aleyhi ve sellem” efendimiz de, Alinin “radıyallâhu anh” gönlünü almak için (Sen benim yanımda Harunun Musa yanındaki yeri gibi olmayı beğenmiyor musun?) buyurmazdı, dedim.
—Ehl-i sünnetin usûl bilgisine göre, sebebin ayrı olmasına değil, sözün genel olmasına bakılır.
—Vesika olarak, sebebin ayrı olmasını ele almıyorum. Ancak, hadis-i şerifteki belli olmayan bir şeyin, yalnız, (Hususi) olduğunu gösteren bir işaret olduğunu söylüyorum, dedim. Sustu.
Bundan başka, bu hadis-i şerif, zaten senet olarak gösterilmez. Çünkü, söz birliği ile bildirilmiş değildir. Kimi sahih, kimi Hasan, kimi de zayıf hadistir, dedi. İbnülcevzi ise, mevdu olduğunu bildirmektedir. [Ebülferec Cemaleddin hafız Abdurrahmân bin Aliyülcevzi “rahmetullâhi aleyh” büyük hadis alimidir. 508 de Bağdatta tevellüd, 597 [m. 1201] de orada vefat etti. Yüzden fazla kitap yazdı. Mugni adındaki tefsiri meşhurdur.] Bununla, imam-ı Ali’nin “radıyallahü teâlâ anh” 1. halife olması, nasıl anlaşılır ki delilin meşhur nass olması lazımdır, dedim.
—Evet öyledir. Delilimiz, yalnız bu değildir. (Ali’ye, müminlerin emri olarak selam veriniz) hadisi delildir. Bundan Alinin Peygamber olduğu anlaşılmasa bile birinci halife olmasına diyecek yoktur, dedi.
—Bu hadis-i şerif, bizce mevdudur. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında, böyle bir sahih hadis yoktur, dedim. Düşündü. Birdenbire:
—Başka bir delil söyleyeceğim ki mânâsını çevirmeye imkan yoktur. (Geliniz! Çocuklarınızı ve çocuklarımızı çağıralım!) ayeti delilimdir dedi.
—Âli-i İmrân sûresi 61. ayeti olan bu âyet-i kerime, nasıl delil olur dedim.
—Necrandan, hıristiyanlar, Medineye gelip inanmayınca, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” bunlara, (Gelin, içimizden yalancı olana, Allahtan lanet isteyelim) buyurdu. Ve Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyini alıp meydana çıktı. Duaya çıkan, çıkmayanlardan elbet daha üstündür, dedi.
—Bu dediğiniz, menkıbedir. Üstünlüğü göstermez. Çünkü Ashâb-ı kiramdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” her birinin bir menkıbesi vardır ki başkalarında bulunmaz. Tarih okuyanlar, bunu iyi bilir. Bundan başka, Kurân-ı azimüşşan Arabî dil ile indi. Mesela, 2 aşıret arasında harp başlamak üzere iken, biri (Ben aşıretimdeki yiğitleri alıp çıkacağım. Sen de seçilmiş, kahramanlarını alıp çıkmalısın) derse, bu söz, ikisinin de aşıretinde, meydana çıkanlardan başka, yiğit adam bulunmadığına delil olamaz. Duada, akraba ve yakınları ile birlikte bulunmak kalbin kırıklığı ve duanın çabuk kabul olması içindir, dedim.
—Bu, sevgisinin çokluğunu gösterir, dedi.
—Bu cibilli, tabii, yaratılışta bulunan bir sevgidir. İnsanın kendi kendini, çocuklarını sevmesi gibidir. Bunda üstünlük aranmaz, dedim.
—Başka bir şey daha var. Peygamber “sallallâhü aleyhi ve sellem” hazret-i Aliyi kendisi ile beraber saymiştir dedi.
—Sen daha, usûl ilmini ve belki de arabiyi bilmiyorsun! Delil sandığın (enfüs) kelimesi, cem’i kıllettir. Cem olan (na) ya bağlanmıştır. Cem’in cem karşısında bulunması ise, birlerin binlere bölünmesine sebep olur. Mesela bölük bindi demek, bölükteki erlerin hepsi atlarına bindi demektir. Birden çok olana cem denir. Nur sûresi 26. ayeti olan (Bunlar onların dedikleri gibi değildir) kelamında, hazret-i Aişe “radıyallâhu anha” ile Safvan “radıyallâhu anh” bildirilmektedir. Bunun gibi, Tahrim sûresi 4. ayetindeki (kalpleri), cem olduğu hâlde, mantık ilmine göre, ikiyi gösteren zamire bağlanınca 2 kalp olmuştur. Bunlar gibi Hasan ve Hüseyin “radıyallâhu anhüma” için cem olarak (çocuklarımız) ve hazret-i Fâtıma “radıyallâhu anha” yalnız bulunduğu hâlde, cem halinde (kadınlar) denilmesi, mecazdır. Bu âyet-i kerime, eğer, hazret-i Ali’nin 1. halife olacağını gösterseydi, Hasan, Hüseyin ve Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin de, sıra ile halife olmaları lazım olurdu. Halbuki hazret-i Fâtıma halife olamaz, dedim.
—Benim bir delilim daha var. Mâide sûresi 58. âyetinde meâlen, (Elbet, sizin veliniz, sahibiniz, Allahü teâlâ ve Onun Resûlü ve iman edenlerdir) buyuruldu. Tefsir âlimleri söz birliği ile bildiriyor ki hazret-i Ali “radıyallâhu anh” namazda iken, bir fakire yüzüğünü sadaka verince, bu âyet-i kerime nazil oldu. Âyet-i kerimedeki (inne-ma) yalnız o demektir. Yani, ona mahsustur. Velî kelimesi de, tasarrufa, idareye en elverişli demektir, dedi. Ve, siz Sahabe-i kiramı nasıl bilirsiniz? dedi.
—Âdil, özü, sözü doğru biliriz dedim.
2—Kur’ân-ı Kerîmdeki pekçok âyetler, Ashâbı azarlamaktadır dedi. Münafık olduklarını, Resûlullaha, elem, acı verdiklerini bildiren âyetler çoktur. Mesela, Tevbe sûresi 59. ayeti ve Mücadele sûresi 8. ayeti ve Münafıkun sûresi 1. ayeti ve Muhammed sûresi 16. ve 20 ve 29. ve 30. âyetleri bunlardandır, dedi. Bundan başka, Tevbe sûresi 102. ayeti ve Feth sûresi 11. ve 12. ve 15. âyetleri ve Hucurat sûresi 4. ayeti gösteriyor ki Medine’de bazı münafıklar o kadar gizli çalışıyorlardı ki ahaliye değil, Fahr-i âlem efendimize bile sezdirmiyorlardı. Enfal sûresinde, (Resûlullaha karşı gelenler, meşhur Bedr gazasından cayarak, düşmanı görmeden önce geri dönenler, müminlerin, canlarına minnet bildikleri o günün şerefinden kaçanlar, hep onlardır) buyuruluyor. Bunun içindir ki gizli şeyleri bilen Allahü teâlâ “celle celalüh”, Enfal sûresi 6. âyetinde münafıkların kötü niyetlerini açığa çıkarmaktadır. Huneyn gazasında kaçanlar ve çok sayıda olmalarına güvenerek, Âli-i İmrân sûresi 10. ve 116. ayetlerinin inmesine sebep olanlar, yine bu münafıklardandır. Bunlar, Uhud faciasında, Fahr-i kainat hazretlerini düşmanların eline bırakıp dağa kaçtılar. Mübarek yüzünün yaralanmasına ve 2 dişinin şehit olmasına ve kısraktan düşmesine sebep oldular. Hatta yardım istediğinde, duymamazlıktan geldikleri için, Âli-i İmrân sûresi 153. âyet-i kerimesi ile Allahü teâlâ tarafından azarlandılar. Tebük’teki meşhur hareketlerinden dolayı da, Tevbe sûresinin 39. âyet-i kerimesi ile tektir ve tehdid edildiler.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki hazret-i Peygamberin Ashâbı isyan ederler, Ona karşı gelirlerdi. Firar ettiklerini bildiren âyet-i kerime, birkaçının değil, hepsinin kaçtığını göstermektedir. Çünkü, Tevbe sûresinin 43. ayeti, azaplarını ve azarlandıklarını açıkça bildirmektedir. Fahr-i âlem “sallallâhü aleyhi ve sellem”, onların geri dönmelerine izin verdiği için, Tevbe sûresi 44. âyet-i kerimesi ile o Nebiy-i zişanın da azarlanmasına sebep oldular. Bunlardan başka, hicretin 5. yılının 11. ayındaki Ahzab yani Hendek gazasında, Ahzab sûresi 13. ve 15. âyetleri ile ve daha nice ayetlerle tektir edildiler ve kötülendiler. Böyle kimselere nasıl olur da, âdil denir? Onların işleri ve sözleri, din işlerinde nasıl senet olur? Onlara inanmak, güvenmek, akla da, ilme de uygun değildir dedi.
—Ashâb-ı kiramı “aleyhimürrıdvân” kötülemek için, vesika olarak bildirdiğin âyet-i kerimelerin hepsi, münafıklar için gelmiştir. Bunda, kimsenin şüphesi yoktur. Hatta, Şiîler de, böyle olduğunu söz birliği ile söylemektedir. Münafıklar için geldikleri bilinen bu âyet-i kerimeleri, âyetler ile meth-u sena edilen Ashâb-ı kirama “aleyhimürrıdvân” bulaştırmaya kalkışmak, böylece, O büyükleri lekelemek istemek, adalete ve insafa sığmaz. Önceleri, münafıkların sayısı çoktu. Sonra, azalmaya başladı. Fahr-i âlem “sallallâhü aleyhi ve sellem” efendimizin, ömr-i şerifinin sonuna doğru, münafıklar, doğru olan müminlerden ayırt edildi. Allahü teâlâ, Âli-i İmrân sûresi 179. âyet-i kerimesi ile tayyipleri habislerden ayırt etti. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” efendimiz hazretleri, (Ocaktaki ateş, demri, pislikten ayırttığı gibi, Medine de, insanların iyisini, kötüsünden ayırıyor) buyurdu. [Yani demircilerin kullandığı ocak, yüksek fırınlar, demirdeki curufu, gang denilen kötü maddeleri ayırttığı gibi, Medine şehri de, insanların kötüsünü iyisinden ayırır buyurdu.] Bunun için münafıkları bildiren âyet-i kerimeleri Ashâb-ı kirama yüklemek, nasıl doğru olur? Âli-i İmrân sûresi 110. âyetinde meâlen, (Siz ümmetlerin en hayırlısı, en iyisi oldunuz) buyuruldu. Bu âyet ile Allahü teâlânın meth-u sena buyurduğu kimseler, nasıl olur da, münafıklarla bir tutulur?
Allahü teâlâ, Ashâb-ı kiramı, birçok âyet-i kerime ile övdü. Tövbe sûresi 59. âyetinin (Havaric) kabilesinin reisi (İbni zıll Huvaysıra bin Zuheyr) için geldiğini bütün tefsirler yazıyor. Bu âyet-i kerimeyi Sahabe-i kirama “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yüklemek, ilim adamına yakışmaz. Buhari-i şerif kitabında, bunu açıklayan yazıları burada söylemek yerinde olur. Ebû Said-i Hudri “radıyallâhu anh” diyor ki Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” efendimizin yanında idim. Mübarek nurlu yüzünü görmekle lezzet alıyordum. Kendisi, Huneyn gazasında kâfirlerden alınan ganimet mallarını dağıtıyordu. Beni Temim aşiretinden Huvaysıra kapıdan içeri girdi. (Ya Resûlallah! Adaleti gözet!) dedi. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” (Sana yazıklar olsun! Ben adalet yapmazsam, kim yapar? Adalet üzere olmasaydım, çok zarar ederdin!) buyurdu. O sırada, Ashâb-ı kiramdan Ömer-ül-Fâruk “radıyallâhu anh” ayağa kalkıp, (Şu cahili öldürmeye müsaade buyur) dedi. (Bırakınız! Çünkü, bu adamın arkadaşları vardır. Sizin gibi namaz kılarlar. Sizinle birlikte oruç tutarlar, Kur’ân-ı Kerîm okurlar ise de, Allahü teâlânın kelamı boğazlarından aşağı inmez. Bunlar, ok yaydan çıktığı gibi, dinden dışarı çıkarlar. Okuna ve hedefe ve şişeye bakınca, hiçbirini göremez. Halbuki ok şişeye varmış, delmiş, kanı akıtmıştır. Bunların içinde bir kimse olacaktır ki rengi siyahtır. 2 kolundan biri hayvan memesi gibidir. Durmadan damlar) buyurdu. Ebû Said-i Hudri diyor ki hazret-i Ali “radıyallâhu anhüma” halife iken, haricilerle muharebe etti. Esirler arasında, böyle bir adam gördük. Tam, Resûlullah efendimizin bildirdiği gibi idi. Bu âyet-i kerimenin inmesine sebep, münafıklardan Ebülhavat adında birisinin (Ey arkadaşlar! Sahibinize niçin bakmıyorsunuz! Size mahsus olan eşyayı, koyun çobanlarına vererek adalet yaptığını göstermek istiyor) demesidir denildi.
Mücadele sûresi 8. ayeti de, yahudiler ve münafıklar için inmiştir. Çünkü bunlar, müminlerden gizli olarak, aralarında toplanır ve göz, kaş işaretleri ile Ashâb-ı kiramı aldatmaya çalışırlardı. Müminler, bunların başlarına ağır bir felaket geldiğini, acılarını kimseye duyurmamak için gizli konuştuklarını sanarak bunlara acırlardı. Fakat, böyle gizli konuşmaların uzun zaman sürmesi, bunların içlerini ortaya çıkardı. Ashâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, kötü niyet ile yapılan bu gizli toplantılara son verilmesi için, Fahr-i âlem “sallallâhü aleyhi ve sellem” efendimize şikayet ettiler. Böyle toplantılara son verilmesini emir buyurdu. Fakat, münafıklar dinlemedi, hiyanetlerine devam ettiler. Bunun üzerine, Mücadele sûresi 8. âyetinde, meâlen (Gizli toplantı yapmaları yasak edilenleri görmedin mi? Bunlar, yasak edildiği hâlde, yine gizli toplandılar. Günah, düşmanlık ve Resûlullaha karşılık için toplanıyorlar) buyuruldu. Bunların yasak emrini dinlemeyip, yine toplanmaları, Resûlullaha karşı gelmektir.
Mücadele sûresi 8. âyetinde meâlen, (Sana selam verdikleri zaman, Allahü teâlânın, seni selamladığı gibi vermiyorlar) buyuruldu. Bu âyet-i kerimede yahudiler azarlanmaktadır. Yahudiler, Resûlullahın yanına geldikleri zaman, (Size selam olsun) yerine, (Size sam olsun) derlerdi. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” de (Size de olsun!) buyururdu. Emin olmak, korkusuz olmak demek olan selam yerine, ölüm demek olan sam derlerdi. Böylece, yaratılmışların, geçmiş, gelecek bütün insanların en üstünü olan Fahr-i kainatı aldatacaklarını sanırlardı. Kendisinden ayrıldıktan sonra, aldattıklarını, eğer gerçekten Peygamber olsaydı, bu kötülüklerinden dolayı, kendilerine azap gelmesi lazım olduğunu söylerlerdi. Bunun içindir ki bu ayetin sonunda, (Hesaplarının sonu Cehennem azabıdır) buyuruldu. (Buhari) kitabında diyor ki yahudiler, Peygamberimiz “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimizin huzuruna geldikleri zaman, kötü adetlerine göre, şüpheli, bozuk selamlarını söylerlerdi. Aişe “radıyallâhu anha” bunu anlayıp öfkelendi. Resûlullah efendimiz, öfkelenmenin yeri olmadığını, (Size de olsun!) dediğini, duâsının kabul buyurulduğunu söyledi.
Münafıkun sûresi 1. âyetinde, (Münafıklar, sana geldiği zaman) kelamı, Abdullah bin Selul ve arkadaşlarını göstermektedir. Ashâb-ı kirâm ile hiçbir alakası yoktur.
Muhammed sûresi 16. âyetinde meâlen, (Onlardan, seni dinleyenler, yanından çıktıkları zaman…) buyuruldu. Bu âyet-i kerime de, münafıklar için gelmiştir. Münafıklar, Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” yanında bulunup, sözlerini işitirler ise de, anlamak istemezlerdi. İmam-ı Mukatil tefsirinde diyor ki Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” hutbede, münafıklara nasihat verirken, onlar anlamamazlıktan gelerek, Abdullah ibni Abbas’tan sorarlar, (Bu ne demek istiyor) derlerdi. Abdullah ibni Abbas “radıyallâhu anhüma” bazen bana sorarlardı diye, bunu haber veriyor. Adalet sahibi olan Allahü teâlâ, sâdık olan, canla başla hizmet eden müminleri, münafıklardan ayırarak, Muhammed sûresi 16. ayetini gönderdi. Bu âyet-i kerimede meâlen, (Onların kalplerini Allahü teâlâ mühürledi…) buyuruldu. Ashâb-ı kiramı da, bundan sonraki âyet-i kerimede hidayet ve necat ile müjdeledi. Said bin Cübeyr “radıyallâhu anh” diyor ki Muhammed sûresi 20. âyetinin, (Kalplerinde hastalık olanları gördün) meali, münafıkları açıkça göstermektedir. Çünkü, 3 türlü kalp vardır: Biri, müminin kalbidir. Temiz ve sevgi ile Allahü teâlâya bağlıdır. İkincisi kasi ve ölü kalptir. Kimseye acımaz… Üçüncüsü, hasta olan gönüldür. Hastalık, münafıklık hastalığıdır. Allahü teâlâ, bu 3 kalbi de, Hac sûresi 51. âyetinde bildiriyor. Bu 3’ten, 2’si azaptadır. Biri, kurtulucudur. Müminin kalbi selimdir. Allahü teâlâ, kalb-i selimi meth ve sena buyuruyor. Şura sûresi 88. âyetinde meâlen, (O gün, mal ve çocuklar fayda vermez. Yalnız, kalb-i selim ile gelen faydalanır) buyuruldu.
Beni Anber kabilesi kâfir idi. Bunları, Ashâb-ı kirâm hazretlerinin sırasına koymak, akıl ile de, ilim ile de pek yanlıştır.
Bedr gazasına gelince, sizin de, bizim de, kitaplarımızda açıkça bildirildiği üzere, Enfal sûresinin 1. âyetinde bildirildiği gibidir.
Huneyn gazvesindeki dağılmak da, kaçmak değildir. Bir tedbir, bir harp oyunu idi. Her savaşta, ilerleme olduğu gibi, bazen çekilme de olur. Bununla beraber, bu dağılanlar, Ashâb-ı kiramın büyükleri değildi. Birkaç ay önce, Mekkenin fethinde, azad edilmiş olan esirlerdi. Sonunun zafer olacağı belli idi. Hatta bu çekilmenin zafere yol açtığı, Tevbe sûresi 27. âyetinin, (Sonra, Resûlüne ve müminlere sekine indirdi) meal-i şerifi ile bildirilmektedir. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” bunu bildiği için, o gün dağılanlara, sonra hiçbir şey söylemedi. Hiçbirine darılmadı. Bizim dil uzatmamız, doğru olur mu? Şiî fırkasının âlimlerinden Ebülkasım şiinin (Kitabüşşerayi) risalesinde (Ölüm ve helak tehlikesi olduğu zaman muharebeden kaçmak caizdir) denildiğine göre, Huneyn gazasında çekilen Ashâba “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” dil uzatmamak lazım gelmez mi?
Uhud gazasındaki firar ise, yasak edilmeden önce idi. Allahü teâlânın bunları afv buyurduğu, Âli-i İmrân sûresi 155. âyetinde bildirilmektedir.
Âli-i İmrân sûresi 153. âyet-i kerimesinden önceki (Allahü teâlâ, sizi affetti) mealindeki müjdenin, bu sonraki âyete bağlı bulunduğunu her tefsir bildirmektedir.
Tevbe sûresi 39. âyetinde meâlen, (Ey iman edenler! Cihata gidiniz denildiği zaman, size ne oldu?) buyuruldu. Bu meal, Ashâb-ı kiramı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” kötülemek, azarlamak değildir. Gevşek davrandıkları, kendilerine haber verilmektedir. Hepsine bildirilmektedir. Bunların arasından hazret-i Alinin “radıyallâhu anh” ayırt edileceği bildirilmemiştir, dedim. Molla başı söz alıp:
3—Hilafetinin kabulünde anlaşmazlık olan kimsenin halife olması doğru olur mu? Beni Haşim, Ashâb-ı kiramın büyüklerinden idi. Halifeyi, uzun zaman sonra zor ile kabul etmişlerdi. Böyle halife kabul edilir mi?
—Hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” halifeliğini bütün Sahabe “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, söz birliği ile kabul etti. İnad etmeyen herkes bunu böyle bilir. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” ile yanında bulunan birkaç Sahabinin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, sonra biat etmeleri, kabul etmediklerinden değildi. Kendileri çağrılmadığı, seçimde bulunmadıkları içindi. Zaten, birkaç kişinin ayrı kalması, çoğunluğun seçmesini değiştiremezdi. Değiştirseydi, hazret-i Alinin “keremallahü teâlâ vecheh” halife olduğu, halife seçildiği zaman değiştirirdi ve onun halifeliği doğru olmazdı, dedim.
4—Molla başı, sözü değiştirerek, Ebû Bekr, hazret-i Fâtımanın hakkını zor ile elinden aldı. (Biz, Peygamberler miras bırakmayız. Bizim bıraktıklarımız, sadaka olur) hadis-i şerifini ileri sürerek, onun hakkını vermedi. Hayber muharebesinde, Cebrâil “aleyhisselâm”, İsra sûresi 26. âyetinin (Sana yakın olana, hakkını ver!) meal-i şerifindeki emri getirince, Peygamber efendimiz (Yakın olan kimdir?) buyurdu. Yakın olan, Fâtımadır denilmişti. Bunun üzerine, Fâtımaya (Fedek) denilen hurma bahçesinin verildiğini Ümm-i Eymen ve Esma bint-i Umeys ve Ali ibni Ebû Talib haber vermiştir. Bu şahitler varken, kendinin haber verdiği bir hadis ile elinden alması, zulüm değil de ya nedir? Halleri, işleri böyle olan bir halifeyi kabul etmek İslamiyete uygun olur mu, dedi.
—Hazret-i Fâtıma’nın Fedek hurmalığını istemesi, 2 sebeple olabilir: Hurmalık bana miras kaldı, der. Yahut, önceden bana verilmişti. Benim mülküm idi, der. Sizin bu sözünüzden, mülkü olduğu için istediği anlaşılıyor. Fedek bahçesinin Fâtıma “radıyallâhu anha” hazretlerine önceden verilmiş olduğunu, Onun mülkü olduğunu, Ehl-i sünnet âlimlerinden hiçbiri bildirmemiştir. Hiçbir İslam kitabında da yazılı değildir. Bütün kitaplar, bu hurmalığı, babasından miras kaldığı için istediğini yazmaktadır. (Buhari-i şerif) kitabında açıkça bildirilen bu vak’a, (elinden zor ile alındı) şeklinde, nasıl değiştiriliyor? Hadis-i şerifler, böyle değiştirmeye meydan bırakmayacak kadar açıktır. Çünkü, Fedek hurmalığı, Peygamber efendimizin elinde idi. Vefat edince halifesi olan Ebû Bekrin idaresine geçti. Hazret-i Fâtıma miras olarak istedi. O da, hadis-i şerife uygun cevap verdi. Resûlullahın akrabasını, kendi akrabasından daha üstün tuttuğunu yemin ederek bildirdi. Bunlar (Buhariy-i şerif) kitabında yazılıdır. Bu hadis-i şerifi, yalnız Ebû Bekr haber verdi demek, pek yanlıştır. Bu hadis-i şerifi, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Abdurrahmân, Abbas ve Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” efendimizin mübarek zevceleri de haber vermiştir. Buhari-i şerifte yazılıdır.
İmam-ı Muhammed bin İsmail Buhari buyuruyor ki İshak bana dedi ki bu hadis-i şerifi, Mâlik bin Enes’ten işittim. O da, İbni Şehab-i Zühri’den işitmiş. Ona da, Mâlik bin Evs haber vermiş. Ben, Mâlik bin Evse “radıyallâhu anh” gidip sordum. Bana dedi ki öğleden evvel evimde oturuyordum. Hazret-i Ömerin adamı geldi. Halife seni istiyor, dedi. Halifenin huzuruna gittim. Halife bir serir [kanepe, sıra] üzerinde oturuyordu. Kanepede döşek yoktu. Bir yastığa dayanmıştı. Selam verdim. Oturdum. Bana dedi ki sizin aşıretinizden birkaç kişi geldi. Kendilerine para verilmesini emrettim. Bu parayı almak ve onlara dağıtmak için, sizi istedim. Alınız, dağıtınız! Halifeye, beni mazur buyurmasını, bu emri başkasına yaptırmasını istirham ettim. Fakat, israr ettiler. Reddedemedim. O sırada, odacı gelerek, Osman, Abdurrahmân, Zübeyr, Sad ibni Ebû Vakkas “radıyallâhu anhüm” içeri girmek için izin istediklerini söyledi. İzin verdi. Girdiler. Oturdular. Biraz sonra, hazret-i Ali ve Abbas “radıyallâhu anhüma” da içeri girmeye izin istiyorlar, denildi. İzin verildi. Geldiler. Oturdular. Hazret-i Abbas, söze başlayıp, Ali “radıyallâhu anh” ile Allahü teâlânın Resûlullaha ihsan ettiği (Beni Nadr) malından dolayı hâsıl olan anlaşmazlığın giderilmesini istiyoruz dedi. Önce gelenlerin de rahat etmeleri ve razı olmaları için, bu işin görüşülmesini istedi. Önce halife söze başlayıp, yeri ve gökleri yaratan ve her an varlıkta durmalarına izin veren Allahü teâlânın uluhiyet ve izzeti hakkı için sizden sorarım ki Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, (Biz Peygamberler miras bırakmayız! Bıraktıklarımız sadaka olur) buyurdu mu? Bu hadis-i şerifi söylediğinden haberiniz var mı, dedi. Önce gelen Osman ve arkadaşları, evet, haberimiz var, söyledi, dediler. Halife sonra, Aliyye ve Abbasa dönerek, aynı soruyu tekrarladı. İkisi de, evet biliyoruz, dedi. O hâlde, bu işte verilecek hükmü dinleyebilirsiniz: Cenab-ı Rabbül’âlemin “teâlâ ve tekaddes” bu malı ganimet olarak vermiştir. Bunu yalnız Habîb-i ekremine ihsan ettiğini ve bu salahiyeti başkasına bahşetmediğini, Haşr sûresi 6. ayeti göstermektedir. Fahr-i kainat efendimiz, bugün mevcut olan kısmı kalıncaya kadar, hepsini sarf etmiş ve İslamiyete uygun olarak dağıtmıştır. Çoluk çocuğunun meşru ihtiyaçlarını o ganimetlerden ayırır, fazla kalanı beyt-ül-maldan hakkı olanlara verirdi. Siz ne dersiniz? Resûlullah böyle yapmaz mı idi? Halifenin bu sualine, orada bulunanlar, hep birden evet öyledir, dediler.
Halife hazretleri sözüne devam ederek: Resûlullah vefat edince, Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallâhu anh” idareyi eline aldı. Resûlullahın yaptığını, o da, öylece yaptı. Ölünceye kadar, öyle idare etti ki idaresinde hiçbir kusur yok idi. Şimdi siz ikiniz beni konuşturmaya, benden sormaya geldiniz. Sualiniz bir olduğu gibi işiniz de birdir. Sen hazret-i Abbas! Kardeşinin oğlu Alinin hakkını, hazret-i Ali de, zevcesinin babasından kalan hakkını sormaya geldiniz. Size, kendinizin, işittik dediğiniz (Biz miras bırakmayız…) hadis-i şerifini anlattım. Sonra, Resûl-i ekrem efendimizin haklı halifesi olan Ebû Bekr-i Sıddıkın yaptığını bildirdim. Halife olduğum gün, bu işin idaresini ikinize bırakmıştım ve bu işi önceki gibi idare etmenizi size şart eylemiştim. Hazret-i Osmanın ve arkadaşlarının yanında, hazret-i Ali ile Abbas’ın sualine karşı, bu şart ile verilmiş olduğunu bildirdi. Şimdi siz, buna uymayan bir iş yapmaya izin istemek için gelmiş iseniz, yeri ve gökleri yaratanın büyüklüğüne yemin ederim ki Allahü teâlânın ve Onun Resûlünün rızalarına uymayan bir işin yapılmasına izin vermem. İdaresinden âciz iseniz, bana geriye veriniz! Sizin ihtiyaçlarınızı temin ederim, dedi. Urve Tebn-i Zübeyrden burası soruldukta, Mâlik bin Evs “radıyallâhu anhüma”den böylece işitmiş olduğunu tekrar bildirdi. Sonra, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” efendimizin mübarek zevcesi Aişe “radıyallâhu anha” hazretlerinden gelen bir haberi de şöyle anlattı: Bir gün, ezvac-i tahirat “radıyallâhu anhünne” ganimetten kendilerine düşen hisse miktarlarını, o zaman halife olan babamdan sorup anlamak için, beni babama gönderdiler. (Cenab-ı Haktan korkmuyor musunuz? Resûlullah efendimizin, (Biz Peygamberlerin mirası olmaz) hadis-i şerifi, sizin hisseniz olmadığını gösteriyor. Bu hadis-i şerifi hatırlar mısın?) buyurdu. Bu red cevabını alınca, hatırladım ve geri döndüm.
Meydanda olan bu kadar deliller varken, cahilce inat edenlerin, kötü düşünceli kimseler olduklarını anlatmak için, Buhari kitabındaki hadis-i şerifi, olduğu gibi bildirdim. Bu hadis-i şerifi, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” efendimizden, hazret-i Ebû Bekr “radıyallâhu anh” işitmiştir. Kendisi için, en sağlam bir delildir. Çünkü bir şeyi öğrenmek, 3 yol ile olur: Birincisi, his etmek, duymak. İkincisi, herkesten işitmek. Üçüncüsü, Resûlullahtan işitmektir. Hazret-i Fâtıma’nın, bu hadisi işitmemesi, bunun yok olmasını göstermez. Hazret-i Ali ile Abbas’ın tasdik etmesi ve hazret-i Aişe’nin ezvac-ı Peygamberiyi ikna ederek haklarını istemekten vazgeçmeleri, bunda hiç şüphe bırakmaz. Hazret-i Fâtıma 2 kadın şahit getirdi demeniz de doğru değildir. Hazret-i Ali ile Ümm-i Eymeni “radıyallahü teâlâ anhüm” şahit göstermişti. Yalnız Ümm-i Eymen kadındır. Böyle olduğu, Şiî âlimlerinden İbnül-Mutahhir Hasan bin Yusuf Hulli’nin (Nehcülhak) kitabında da yazılıdır. Bu ise, İslamiyete uygun bir iddia olmaz. Çünkü, hazret-i Ali “radıyallâhu anh” bir yahudiye karşı zırh için dava açmıştı. Hazret-i Hasan ile kendi kölesi Kanber’i şahit göstermişti. Hakim olan kadı Şüreyh, oğlun babasına şahitliği caiz olmayacağı için, bu davayı reddetmişti. İmam-ı Ali “radıyallâhu anh” halife olduğu hâlde, İslamiyetin ve aklın emrine uyarak, razı olmuştu.
[İbni Mutahhir-i Hulli, İmamiye fırkası âlimlerindendir. Yüzlerce kitap yazmıştır. Kadı Şüreyh, hazret-i Ömer tarafından “radıyallahü teâlâ anhüma” Kufe kadısı yapılmıştı. Burada, 60 seneye yakın hakimlik yaptı. 87 de, yüz yaşında vefat etti. Bunu, kadı Şüreyk ile karıştırmamalı. Kadı Şüreyk, İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin arkadaşı idi. Halife Mensur tarafından Kufe kadısı yapılmıştı.].
Bütün bu vesikalar hiçe sayılarak, halife Ebû Bekr-i Sıddık’ın “radıyallahü teâlâ anh”, Fedek hurmalığını zorla aldığı düşünülürse, hazret-i Ali “radıyallâhu anh” halife olunca, her şey elinde ve emrinde iken, bu hurmalığı, niçin hazret-i Hasan ile Hüseyin’e teslim etmedi? 3 halifenin yaptıklarını değiştirmedi. Hazret-i Ali’nin, hurmalığı, 3 halifenin yaptığı gibi idare etmesi, Ebû Bekr tarafından zulüm ile alınmadığını açıkça göstermektedir, dedim. Molla başı söz alarak:
5—Resûlullahın emrini reddetmeye kalkışan kimsenin halife olması sahih olur mu?
—Olamaz, dedim.
—Resûlullah efendimizin gönderdiği Ebû Hüreyreyi “radıyallâhu anh” döven ve aldığı emri yapmasına mâni olan Ömerin hilafeti nasıl sahih oldu? Resûl-i ekrem “sallallâhü aleyhi ve sellem” Ebû Hüreyreye mübarek nalınlarını verdi. (Bunlarla git! Kelime-i şehâdete inananların Cennete gireceklerini müjdele!) buyurdu. Ebû Hüreyre, bu emri yapmaya giderken, Ömer “radıyallâhu anhüma” karşısına çıktı. Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun, dedi. Ebû Hüreyre yapacağı vazifeyi söyleyince, göğsüne vurup, yere düşürdü ve geri döndürdü. Ebû Hüreyre çok gücendi. Geri dönüp, Resûlullaha anlattı. Hafız [hadis ilminde derin âlim olana hafız denir] Muhammed bin Ebû Nasır Hamidi Endülüsi Maliki’nin (El-Cem’u beynessahihayn) kitabında yazılı olduğu gibi, Ebû Hüreyre diyor ki Ebû Bekr ve Ömer ile Resûlullahın yanında oturuyorduk. Fahr-i kainat kalkıp gitti. Gelmedi. Merak ettik. Aramaya çıktık. Ben önde gidiyordum. Ensardan Beni Neccarın duvarına kadar geldim. Dolaşarak kapısını arıyordum. Rebianın, küçük bir kapıdan içeri girdiğini gördüm. Ben de girdim. Resûlullahı içerde gördüm. Beni yanına çağırdı. Mübarek nalınlarını verdi. (Bunlarla git! Her karşılaştığına, kelime-i şehâdete iman edenlerin Cennete gireceklerini müjdele!) buyurdu. Emirlerini yapmak için sokağa çıktım. Önce, Ömer karşıma geldi. Nereye gidiyorsun, dedi. Müminlere müjde vermeye gittiğimi anlattım. Bana vurdu. Geri dön dedi. Ağlayarak döndüm. Resûlullaha anlatırken, Ömer de geldi. Dinledi. Resûlullah, Ömere ne yaptığını sordu. O da, anam babam sana feda olsun ya Resûlallah! Ebû Hüreyre’yi, nalın-ı şerifinizle gönderip (kalbinde, kelime-i şehâdete iman bulunanlara Cenneti müjdele) dediniz mi, dedi. Resûlullah efendimiz de, (Evet) buyurdu. Ömer (Aman ya Resûlallah! Bunu yapmayınız! Bunu işitenlerin, buna güvenerek, farzları, vâcipleri yapmakta gevşek davranmalarından korkarım. Onları kendi hallerine bırakın!) dedi. Resûlullah da (Pek iyi, bırakınız!) buyurdu. Ömer’in bu hareketi, dikkat edilirse, Allahın ve Resûlünün “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” emirlerini reddetmek olmuyor mu? Böyle yapmak, emirlere karşı gelmek değil midir? Böyle bir adamın halife olması, müslümanların işlerinin bunun eline bırakılması nasıl caiz olabilir, dedi.
—Hazret-i Ömer’in “radıyallahü teâlâ anh” böyle yapması, Resûlullahın emrini reddetmek değildir. İtaatsız olmayı göstermez. Resûlullaha düşüncesini, görüşünü bildirmiştir. Düşüncesi, ya kabul buyurulur veya kabul olunmaz. Resûlullahın son emri beklenir. Resûlullaha karşı (Anam babam sana feda olsun ya Resûlallah!) diyerek, pek edeble, çok yumuşak, saygı ile söylemesi, emrini yapmaya hazır olduğunu açıkça göstermektedir. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, hazret-i Ömer’i, bu işinden dolayı hiç paylamamış, müslümanlar için iyi olduğunu görerek kabul buyurmuş, Ebû Hüreyreye, (Nalınları bırak ve öyle söyleme!) diye emretmiştir.
Böyle işleri yalnız hazret-i Ömer yapmış değildir. Ashâb-ı kiramın çoğu da yapmıştı. Peygamber efendimiz de, çoğunu kabul buyurmuştu. Buhari ve Müslim kitaplarında diyor ki Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” efendimiz, (Dünyaya gelen her insan için Cennette veya Cehennemde yer ayrılmıştır) buyurdu. Dinleyenlerden biri, ya Resûlallah! Öyle ise, ibadet yapmasak da, Allahü teâlâ bize hangisinde yer ayırmış ise, oraya gitsek olur mu? dedi. Resûlullah efendimiz bu kimseye (İbadetlerinizi bırakmayınız. Çünkü, Cennete gideceklere, Cennete götürecek işler yaptırılır. Cehenneme gidecekler de, Cehenneme götürecek işleri yapar) buyurdu. Sonra, Velleyli sûresi 5. ayetini okudu. İşte, hazret-i Ömerin konuşması, Resûlullahın bu cevabına benzemektedir. Hatta, hazret-i Ömer, bu konuşmasını, Resûlullahın bu hadis-i şerifine dayanarak yapmıştır. Yani, ya Resûlallah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”! Cahillere bu gibi müjdeleri söylemenin uygun olmadığını sizden öğrendik. Çokları, kelime-i şehâdete güvenerek, farzları, vâcipleri yapmayı, İslamiyete yapışmayı gevşetmesinler demek istedi. Hazret-i Ömer’in düşüncesinin ancak bu olduğu kabul buyurularak iyi karşılanmiştir.
Hazret-i Ali “radıyallâhu anh” da, böyle, saygısızlık sanılan sözleri çok söylemiştir. Hatta, Nevasıb fırkası, bu sözlerini alarak, kendisine dil uzatmaktadırlar. Abdülhamid Naci, bu sözleri vesikaları ile kitabında yazarak, imam-ı Ali’yi küçültmeye kalkışmiştir. Endülüs âlimlerinden Ali bin Ahmed ibni Hazm (Tafsil) kitabında ve Şiî âlimlerinden şerif Mürtada (Tenzihül enbiya) kitabında bunlara cevap verip, Naci’yi reddetmişlerdir. Eğer istersen bunlardan, sana çok misal veririm dedim. Molla başı, bir şey demedi. Başka bir suale geçti:
6—Kendisine Emir-ül-müminin adını veren bir kimsenin, Allahü teâlânın ve Onun Resûlünün helal ettiği bir şeyi, haram etmesi doğru mudur?
—Nasıl şeydir o? dedim.
—Ömer, Allahın ve Resûlünün helal ettiği hatta Kitap ve Sünnet ile bildirilmiş olan (Müt’a nikahı)nı haram ve yasak etti. Bu ise, Allahü teâlânın emrine karşı gelmekten başka ne olabilir? Böyle yapan kimseye müslüman denilebilir mi? Bu, emir-ül-müminin olabilir mi? dedi.
—Molla başıya dedim ki hadis âlimlerinden ibni Mace’nin meşhur olan (Müsned) kitabında bildirildiğine göre, Ömer “radıyallâhu anh” halife iken, (Fahr-i âlem “sallallâhü aleyhi ve sellem” müt’a nikahını bize, 3 kere helal, 3 kere de haram etti. Vallahi, evli bulunan kimsenin, müt’a nikahı ile bir kadını kapattığını işitirsem, onu taş ile recm ederek, yani öldürünceye kadar taşa tutarak, İslamiyetin emrini yerine getiririm), demiştir. Bu söz, müt’a nikahını, hazret-i Ömerin yasak ettiğini göstermiyor. Çünkü, bu sözü, müt’a nikahını, Resûlullahın yasak ettiğini, Onun yasakladığı şeyi yaptırmayacağını gösteriyor. Abdullah ibni Abbas hazretlerinden başka, Ashâb-ı kiramın hepsi, halifenin bu sözünü destekledi. Ondan başka hiç kimse buna karşı bir şey söylemedi. Abdullah ibni Abbas da, sonra sözünden dönerek, haram olduğu, Ashâb-ı kiramın söz birliği ile anlaşılmış oldu. Buhari kitabı, hazret-i Aliden gelen haberi bildirirken diyor ki hazret-i Ali, Abdullah ibni Abbas’a, (Sen yanılıyorsun. Fahr-i âlem efendimiz, müt’a nikahını yasak etti) dedi. İmam-ı Alinin bu sözü üzerine, Abdullah da, sözünden dönmüş, müt’a nikahının sonradan haram buyurulduğunu söylemiştir. (Müt’a nikahı) , nikah ve izdivac kelimelerini kullanmadan, para karşılığı, bir kadın ile belli bir zaman evli olmaktır.
Bundan başka, büyük hadis alimi, Süleyman bin Ahmed Taberani ve Süleyman bin Davud Tayalisi kitaplarında diyorlar ki Said bin Cübeyr bildiriyor: Abdullah ibni Abbas’a dedim ki (Ben, hiçbir zaman, müt’a nikahına helal diyemem. Siz de, helal dememeli idiniz. Çünkü, böyle demenizden ne gibi zararlar doğacağını biliyor musunuz? Sizin böyle, caiz demeniz, her yere yayılır da, herkes, bu sözünüzü, müt’a helal imiş diye, vesika olarak kullanırlar). Abdullah, bu sözüme karşı (Bu sözümle, müt’a nikahının, her zaman herkese helal olacağını bildirmek istemedim. Ancak, zaruret olunca, zararı gidermek için caiz olur, dedim. Allahü teâlâ, zaruret olunca, zararı giderecek kadar leş, kan, domuz eti yemeye izin verdiği kadar, müt’a nikahının da caiz olacağını düşünerek söyledim) dedi. Bunlardan anlaşılıyor ki Abdullah ibni Abbas da, müt’a nikahına her zaman, herkese caizdir dememiştir. Her haram olan şeyler gibi, zaruret olursa, zararı götürecek kadar caiz olur demiştir. Hadis alimi Ebû Bekr Ahmed bin Hüseyin Beyheki Abdullah ibni Abbasın “radıyallahü teâlâ anhüma” bu sözden döndüğünü açıkça bildirmektedir. Yine Taberani ve Beyheki bildiriyorlar ki Abdullah ibni Abbas (Müt’a nikahı önce helal idi. Fakat, (Analarınız, size haramdır) mealindeki âyet-i kerime geldikten sonra, haram edildi. Müminûn sûresi (Ancak zevceleriniz ve sahip olduğunuz cariyeleriniz helaldir) mealindeki âyet-i kerimesi, müt’a nikahının haram edildiğini kuvvetle bildiriyor. Çünkü, bu ayetten yalnız zevcelerin ve cariyelerin helal olup başkalarının haram olduğu anlaşılmaktadır) demiştir.
Müt’a nikahının haram olduğunu, hazret-i Ali de içinde olmak üzere, birçok Sahabi-i kirâm bildirmiştir. Buhariyi şerif kitabında (Hazret-i Ali “radıyallâhu anh” Abdullah ibni Abbas’a, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, Hayber gazasında, müt’a nikahını ve eşek eti yemesini yasak etti, buyurmuştur) yazılıdır. Bundan başka, (Müslim-i şerif) kitabında ve İbni Macenin kitabında, Peygamber efendimizin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” (Ey müslümanlar! Kadınlar ile müt’a nikahı yapmanıza izin vermiştim. Fakat, şimdi bunu, Allahü teâlâ haram etti. Kimin yanında böyle kadın varsa, onu salıversin ve ona vermiş olduğu malı geri almasın!) buyurduğu yazılıdır. Buhari ve Müslim’in (Sahih) adındaki kitaplarında da, (Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” efendimiz müt’a nikahını 3 kere helal etti. Sonra, 3 kere de haram etti) yazılıdır.
Molla başıya dedim ki müt’a nikahı ile alınan kadın bir erkeğe varis olur mu? Bu kadının, bu erkekten olan çocuğu da, bu adama varis olur mu? Molla başı cevap vererek:
—Yok varis olmazlar, dedi.
—Öyle ise, bu kadın zevce değildir. Cariye de değildir. Allahü teâlânın “celle celalüh” (Müminler, zevcelerinden ve cariyelerinden başka olan kadınlardan sakınırlar) mealindeki âyet-i kerimesine ne buyuruyorsunuz, dedim. Yani, bu âyet-i kerime, yalnız zevce ile cariyeyi helal ediyor. Bu ikisinden başka hiçbir kadınla bir araya gelinemeyeceğini açıkça bildiriyor. Kendisine zevce de, cariye de denilemeyen, müt’a nikahı yapılmış bir kadınla buluşmanın helal olduğunu iddia etmek, Kur’ân-ı Kerîmin şu açık olan emrine karşı durmak olmaz mı? Bu ise, dalalet, doğru yoldan ayrılmak için inat, boş yere bile bile uğraşmak değil midir?
Bundan başka, siz akla ve ilme uymayan, hiçbir yoldan kabul olunamayan şeyler söylüyorsunuz. Mesela, âlimlerinizden Ali ibnil’al adında bir adam, kadının bir gecede on iki adamla buluşmasının caiz olduğunu ve hâsıl olacak çocuğun, piyango çekilerek, bu adamlardan, hangisine çıkarsa onun çocuğu sayilacağını yazmıştır. Din-i İslamı yıkacak, bundan daha büyük kötülük, düşmanlık olur mu? Molla başı, bu sözümün karşısında dona kaldı. Düşündü, düşündü. Yakayı kurtaracağını sanarak, başka bir soruya geçti. Dedi ki:
7—İmama yani halifeye tabi olmak, her sözüne uymak, herkese vâciptir. Uyulması vâcip olan kimsenin de, günahsız, hatasız olması lazımdır. Zaten, imamın masum olduğu iki tarafın söz birliği ile söylenmektedir. Aklı olan herkes de, böyle söyler. Çünkü, imam demek (Kendisine uyulan kimse) demektir. Giyilen gömleğe rida denildiği gibi, kendisine uyulan kimseye imam denilir. İmamın yanlış bir şey söyleyeceği veya yapacağı düşünülürse, o zaman, buna güvenilemez. Herkesi felakete, uçuruma sürükliyecek veya Allahın emirlerine uymayacak bir şey söylemesi, yapması umulur. İmama uymayı Allahü teâlâ emrettiği için, imam şaşmaz değilse Allahü teâlâ, yanlış olabilecek şeye uymayı emretmiş olur. Bu ise, akla da, dine de sığmayan bir şeydir.
—İmamın masum, şaşmaz olması söz birliği ile lazımdır, demeniz ve bu da, İslamiyetin emri demek olduğunu iddia etmeniz, büsbütün yanlış, bozuk bir davranıştır. Çünkü Şiîler, İcmaa, söz birliğine zaten kıymet vermiyorsunuz. İcma, delil olamaz, İslamiyetin emrini bildiremez diyorsunuz. İnandığınıza göre, icma, delil-i şeri değil imiş. Bunun için, yukarıdaki icmaa dayanan davanız, itikadınıza, imanınızın esasına uymamaktadır. Yok eğer, söz birliği demeniz, Şiîlerin de, bu söze katıldığını anlatmak ise, imamiye fırkasının ortaya çıkmasından önce olan bütün İcmaların çürük, bozuk olması lazım gelir. Hatta, hazret-i Alinin “kerremallahü teâlâ vecheh” halife seçildiği zaman, Şiilik bulunmadığı için, bu seçimdeki söz birliğinin batıl, bozuk olması, haksız halife olması lazım gelir. Hatta, daha ince düşünürsek, hazret-i Muaviye’nin “radıyallahü teâlâ anh” hak üzere, doğru halife olduğu anlaşılır. Çünkü, hazret-i Muaviye’nin halifeliği Şiî fırkası da içinde bulunmak üzere, hazret-i Hasan ve bütün müslümanlar tarafından tanınmıştı. Evet imam kendisine uyulan kimse demektir. Fakat, bunun masum, şaşmaz olacağını gösteren hiçbir delil yoktur. Buna delil gösterilmek istenirse, aşağıdaki 5 yol ile kolayca red olunur.
I.: Emrin ve hakimin yalnız sözlerine uymak vâciptir. Sözüne uyulan kimsenin, işlerinde şaşmaz olduğuna inanmak lazım gelmez.
II.: Şiî fırkasına göre, müftü, masum, yani şaşmaz değildir. Halbuki müftünin sözlerini dinlemek herkese vâciptir.
III.: Adalet üzere olduğu görülen herkesin şahit olmasını hakim kabul eder. Şahitlerin sözü ile hakim karar verdiği için şahitlerin masum olması lazım gelmez.
IV.: Sahibinin, haram olan şeylerden başka olan her emrine, kölesinin itaat etmesi lazımdır. Böyle olduğu için, efendisinin masum olması lazım gelmez.
V.: Namazın her yerinde, cemaatin imama uyması vâciptir. İmam bu namazını bir dünya menfeati için veya rükuu ve secdeleri Allahtan başkası için yapmış ise de, cemaatin, buna uyması lazımdır.
Bu 5 yerde, uyulan kimsenin masum olması lazım değildir. Molla başı söz alıp:
—Tabi olmak, uymak demekle, biz bunları düşünmedik. Az ve çok kuvvetli olan şeylere söylenebilen tabi olmak mânâsını düşündük. En kuvvetlisi, Resûlullah efendimizin (Gadır-i Hum) denilen yerde, yanında bulunanlara, (Ben size, kendi canınızdan daha evla değil miyim?) buyurdu. Evet ya Resûlallah, dediler. (Öyle ise, ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlası olmalıdır!) buyurdu. Tabi olmak demek, işte böyle mevlası olmaktır. Sizin yukarda saydığınız 5 örnekte bildirdiğiniz gibi, tabi olmak, genel manaya alınırsa, yine, sizin dediğiniz gibi olmaz. Çünkü, amirlere ve hakimlere uymak vâcip ise de, yalnız masum olan imamın [yani halifenin] tayin ettiğine vâciptir. Böyle olmayanlara uymak vâcip olmaz. Şiîlerin, müftülere uymak lazımdır demesi, bunların şahsına uymak demek değildir. Kendileri, masum olan imam tarafından tayin edilmiş olduğu içindir. Onun vekili olduklarından, onların emri, imamın emri demektir. Yoksa, müftünin, kendi sözlerine uymak lazım gelmez.
Başkalarına uymak ise, yalnız yapılması caiz olan sözlerine uymak, Allah tarafından emredildiği için, lazımdır. Halbuki imama [yani halifeye] uymak, yukarda bildirilenlerden daha umumidir. Bunun için, bunlara benzetilemez, dedi.
—Tabi olmak, uymak deyince, şüpheli şeyler anlaşılmaz. Bu kelime, mütevati sözlerdendir. Çünkü, uymak demek, tabi olanın, uyduğu kimsenin arkasında gitmesi demektir. Bir kimse, bir büyüğe uyarsa, o kimseye (tabi) ve O büyük zata (metbu) denir. Tabiin metbuuna uymasının az ve çok olması ve uyduğu zamanın da kısa ve uzun olması, uymayı değiştiriyor ise de, bu değişenler (uymak) işinin özünü değiştirmez. Bunun mütevati olmasını bozmaz. Çünkü, usûl âlimleri de, başkaları da, söz birliği ile diyor ki teşkiki hâsıl eden başkalık, ancak, işin özünde olan başkalıktır. Zaman ve azlık, çokluk başkalığı değildir.
Uymak sözünden, eğer (iktida) mânâsını anlayorsanız, bu da mütevatidir. Çünkü, iktida, her işte uymaktır. Kendi kendine bir şeyi az veya çok yaparsa, iktida etmiş olmaz. Her ne kadar, işin bir kısmında uymaya da, iktida etmek denirse de, işin hepsinde iktida etmiş sayılamaz. Bunlardan anlaşılıyor ki sizin tabi olmak sözünüzün en kuvvetli kısımlarından birisi de (uyulanın, tabi olan tarafından, çok sevilmesi) olduğunu söylemeniz yanlıştır, boş yere kürek çekmektir. Çünkü, bu mânâ, hiçbir bakımdan, tabi olmak değildir. Hele, sizin bildirdiğiniz mânâ, (Birinizin beni sevmesi, kendini ve çocuğunu ve ana babasını ve bütün insanları sevmesinden daha çok olmadıkça, bu kimse, tam bir iman etmiş olmaz) hadis-i şerifinde bildirilen Resûlullah efendimizi sevmek gibi olan, İslamiyetin emrettiği, ihtiyari olan muhabbetten değildir. Siz ise, bu hadis-i şerifteki sevmeyi, halife seçmek sandınız ve halifeleri Resûlullah efendimize benzettiniz ki böyle benzetmek, her bakımdan bozuktur, dedim. Molla başı sustu. Başka söze geçti.
8—Resûlullah efendimizin ümmetine çok şefkatli olduğu, onların haklarını, düzenlerini korumaya uğraştığı, herkesin bildiği şeydir. Bunu anlatmaya lüzum yoktur. İşte bu şefkatinden dolayı, Medine şehrinden çıkıp, başka yere giderken yerine, birisini kordu. Böyle iken, vefatından sonra, milyonlarca ümmetinin işlerini çevirecek, ihtiyaçlarını karşılayacak bir imam ve vekil ayırmayıp, bunları kıyamete kadar başı boş bırakması nasıl olabilir? Halbuki sahih kitaplarınızda yazılı (Gadır-i Hum) hutbesinden ve başka haberlerden anlaşılıyor ki (Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, hem açıkça, hem de işaret ile yerine hazret-i Aliyi vasiyet buyurmuştur. Hatta, imam tayin etmek, Rabbül’âlemin üzerine vâcip olduğundan, vefat edeceği zaman, bu mühim işin yapılması için ve inatcıların bu vazifeden kaçınmalarını önlemek için, bir vasiyet yazmak diledi. Kağıt, kalem istedi. Yanında bulunanlardan Ömer, ayak takımlarının bile söyleyemeyeceği birkaç kırıcı ve aşağılayıcı sözü Resûlullaha karşı söyleyerek, bu düşüncesinden vazgeçirmiştir) dedi. [Hum, Mekke’nin dışında bir kuyunun ismidir. Gadır-i Hum, bu kuyuya yakın, Mekke ile Medine arasında bir yerin ismidir.]
—İmam tayin etmenin, Rabbül’âlemin üzerine vâcip olduğunu söylemeniz Mutezile fırkasının, (yapılmaması hikmeti bozan şeyleri, Allahü teâlânın yapması vâciptir) demelerine benzemektedir. Bu sözleriniz bozuktur, yanlıştır. Çünkü, biz biliyoruz ki Allahü teâlânın bütün işleri hikmete uygun, hep faydalı ise de, herhangi bir şeyin yapılması hikmete uygun ve faydalı göründüğü için, Allahü teâlânın o şeyi yapması vâcip olamaz. Kur’ân-ı Kerîmde (Ona yaptıklarından dolayı bir şey sorulmaz. Onun kulları, yaptıklarından sorulacaktır) mealindeki âyet-i kerime, sözünüzün bozuk olduğunu açıkça gösteriyor. İmam tayin edilmesi, Allahü teâlâ üzerine vâcip olsaydı, insanların hiçbir zaman imamsız kalmaması lazım gelirdi. İmamın, herkesçe tanınması, kuvvet, iktidar sahibi olması, imamlık şartlarını taşıması, kötü işleri, çirkin adetleri kaldırabilmesi, iyi işleri yaptırabilmesi, müslümanları zararlardan koruyabilmesi lazımdır. Siz, yeryüzü imamsız kalamaz dediğiniz hâlde, yalnız imam bunlar olabilir dediğiniz ve bunların imam yapılması, Allahü teâlânın üzerine vâciptir sandığınız o masum imamların aralarına hazret-i Aliyi de karıştırdığınız hâlde, hiçbirisinin imamlık şartlarını taşımadığını söylüyorsunuz. Hepsinin sıkıntı içinde, zulüm görerek, güçsüz, kuvvetsiz yaşadıklarını, bir şey yapamayıp, tesirsiz kaldıklarını bildiriyorsunuz. Böyle âciz, başkalarının kuvveti karşısında hareketsiz, onlara itaat etmeye mecbur bir kimseyi imam yapmakta nasıl bir fayda ve hangi hikmet düşünülebilir?
Siz bu sözünüzde inat ve ısrar etmekle, Allahü teâlâyı, haşa, zayıf, âciz yapmış oluyorsunuz. Çünkü, kendi üzerine vâcip olan bir şeyi yapamamış oluyor. Allahü teâlâ, böyle uygunsuz sözlerden uzaktır.
Bu sözünüz, şöyle de reddedilebilir: Hikmete uygun ve faydalı olmak, her zaman lazım mıdır, değil midir? Hikmete uygun olmak, her zaman daha iyi değildir derseniz, bizim sözümüze gelmiş olursunuz. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” vefat edeceği zaman, yukarıda saydığınız hikmetler yok idi diyebiliriz. Çünkü, hikmetin olup olmaması birdir denilince, varlığı, yokluğundan daha iyi olamaz. Yok eğer, her şeyde hikmetin bulunması daha iyidir derseniz, bu hikmet, ya Allahü teâlânın kendisinde bulunur veya bulunmaz. Kendisinde bulunmaz ise, Allahü teâlâdan başka bir şeyin Allahü teâlâyı mecbur edeceği anlaşılır. Bu ise, olamaz. Hikmet, Allahü teâlânın kendisinde ise, bu söz, bir mahlukun Allahü teâlâda yerleşeceğini gösterir. Bu ise, hiç olamaz.
Görülüyor ki imam tayin etmek, Allahü teâlâ üzerine vâciptir demeniz, büsbütün yanlıştır, boş sözdür. Evet ehl-i hakkın, yani Ehl-i sünnetin dediği gibi, İslam dinini korumak, suçluların cezalarını vermek, herkese hakkını ulaştırmak ve emr-i maruf ve nehy-i anilmünker yapmak için, insanların bir imama, başkana ihtiyaçları olduğu için tayin etmek, bize vâciptir. Yoksa, Allahü teâlâya vâcip değildir. Bunun için, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” vefat edince, Ashâb-ı kirâm “aleyhimürRıdvân” toplanarak, Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallâhu anh” efendimizi söz birliği ile imam yaptı. Böylece, İslam dininin bir sarsıntı geçirmesi önlenmiştir.
72 bidat fırkasının en kötüsü, şiîlerle vehhâbîlerdir. Mutezile fırkası, aklın güzel veya çirkin demesini esas tutuyor. Allahü teâlânın yarattığı şeylerin güzel veya çirkin olmasının seçimini, şiîler gibi akla bırakıyor. Güzel olduğu anlaşılanları, Allahü teâlâ, yaratmaya mecburdur, diyor. Allahü teâlânın, insan aklının güzel dediği şeyleri yaratmaya mecbur olduğunu söylemek kadar çirkin, bozuk söz yoktur. Sizin sözünüz de, buna benziyor. Bir şeyin güzel veya çirkin olduğunu akıl anlayamaz. Bunu İslamiyet bildirir. İslamiyetin emrettiği şeyler doğru ve güzeldir. Avrupalılar ve amerikalılar, İslamiyete uygun akıl ile yaptıkları işlerde muvaffak oluyorlar. Müslümanlar, İslamiyete uymayan akıl ile yaptıkları işlerde başarısız oluyorlar. İslamiyet deyince, Ehl-i sünnet anlaşılır. Masonlar, bu hâli görünce, İslamiyet terakkiye manidir yaygarasını basıyorlar. Yukarıda uzun anlatıldığı gibi, Allahü teâlâ, dilediğini yaratır. Bir şeyi yaratmaya mecbur değildir. Onun dilediği ve emrettiği şeylerin hepsi hikmete uygundur, faydalıdır. Hiçbirisi çirkin değildir. Mutezile fırkasına göre, vâcip demek, yapılmadığı zaman, yapmayana ceza lazım gelen iş demektir. Buna göre, yapmadığı için kötülenemeyecek olan bir kimseye (yapması vâciptir) denilemez. Cenab-ı Hakk’ın bir şeyi yaratması vâciptir demek, o şeyi yaratmazsa, Allahü teâlâyı kötülemek, cezalandırmak lazım olur demektir. Bu ise, Cenab-ı Hakk’ın kusurlu, noksan olduğunu, ancak o işi yaratınca tamamlanacağını, cezalanmaktan kurtulacağını söylemek olur. Allahü teâlâya karşı bundan büyük bir cesaret, Onun kemal sıfatlarına uymayan bundan daha çirkin bir söz olamaz. Bu bozuk sözünüz, daha nice cevaplarla da geri çevrilebilir. Bu sözünüz, Yaratanı, yarattıklarına benzetmek, onlar gibi ölçmek oluyor. Bu ise, hiçbir yol ile olamaz. Allahü teâlâ hiçbir şeye benzemediği gibi, hiçbir şey de hiçbir bakımdan Ona benzemez. Bundan başka, masum imam bulundurmak, Allahü teâlâ üzerine vâcip olursa, her asırda bir Peygamber göndermesi, her şehirde bir masum imam bulundurması, her hakimi âdil, doğru eylemesi vâcip olmak lazım olur. Evet, iyi kötü herkes, Allahü teâlânın, insanları rehbersiz, imamsız olarak başı boş bırakmasını, cahil, sapık, karanlıkta yuvarlanmalarını doğru bulmaz.
Bunun için, Allahü teâlâ saadet, huzur yolunu gösteren bir kitap ve bunun kıymetini anlayacak kadar, bir akıl vermiştir. Allahü teâlânın, masum imamı, zamanın sahibini her zaman gönderdiğini, kullarının işlerini, Onun eline bıraktığını söylerseniz, bu da çok bozuk, pek gülünç olur. Çünkü, bin seneden beri, çocukları, torunları, yakınları öldüğü hâlde ve Şiîler çoğaldığı hâlde, insanları irşad etmek, gafletten uyandırmak için ve İslamiyeti yaymak için meydana çıkmayıp da gizli kalan masum bir imam, nasıl faydalı olabilir? Herkese doğru yolu göstermek, hakları, sahiplerine ulaştırmak ve nice işleri yapmak vazifeleri olduğu, nasıl söylenebilir? Böyle inanmak kadar, şaşkınlık ve hatta sapıklık olur mu? Allahü teâlâ, birini doğru yola kavuşturmazsa, ona kimse doğru yolu gösteremez.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki Allahü teâlâ hiçbir şeyi yapmaya veya yapmamaya mecbur değildir. Sizin Nehcülbelaga kitabınızda yazılı olduğu gibi, hazret-i Ali “radıyallâhu anh” Sıffin muharebesinde, hutbe okurken bunu açıkça bildirmiştir. Şöyle ki (Sizin işlerinizi idare ettiğim için, üzerinizde hakkım vardır. Benim üzerimde ve birbirinizin üzerlerinizde de haklarınız vardır. Bir kimsenin vereceği hak olunca, başkasından alacağı hak da olur. Alacağı hak olup da, vereceği hak olmayan kimse, ancak Allahü teâlâdır. Çünkü O, her şeyi yapabilir. Her işi, adl iledir. Allahü teâlânın kulları üzerinde olan hakkı, kendisine ibadet, itaat etmeleridir. İhsan ederek, buna karşılık sevap verir) buyurdu. Bu hutbeye dikkat ederseniz, bu sözlerinizin hazret-i Alinin sözlerine uygun olmadığını görürsünüz.
Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” efendimiz, hazret-i Alinin halife yapılmasını vasiyet etti demeniz de yanlıştır. Ashâb-ı kirâm farzları yapmaya memur oldukları gibi, Resûlullahın emirlerini de yapmaya memur idi. Buna uymadıkları, bu emri sakladıkları söylenmiş olmaktadır. Böyle çok kimsenin, bozuk bir işte söz birliği yapması ise, olacak şey değildir. Hadis-i şeriflere de uymadığı için, doğru bir söz olamaz.
Şiî âlimlerinden ibni Ebû Asım ve Elkainin, Enes bin Malikten bildirdikleri hadis-i şerifte (Allahü teâlâ, benim ümmetimi, dalalet üzerinde söz birliği yapmaktan korudu) buyuruldu. Hadis alimi Hakim Uyeyne’nin “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirdiği hadis-i şerifte (Allahü teâlâ, bu ümmeti, dalalet üzerinde toplamaz) buyuruldu. (Allahın eli, cemaat iledir) hadis-i şerifinde el (kudret, yardım) demektir. Bunlar gibi, daha nice hadis-i şerifler gösteriyor ki ümmet-i Muhammediye, hiçbir zaman dalalet üzerinde söz birliği yapamaz. Böyle olmadığını söylemek, bu hadis-i şeriflere inanmamak olur.
Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” efendimizin, vasiyet yazmak için, kağıt kalem istediğini söylüyorsunuz. Bu sözünüz, daha önce bildirdiğiniz (Gadır-i Hum) vasiyetinin, doğru olmadığını gösteriyor. Böyle bir vasiyet etmiş olsaydı, bir daha vasiyet yazmaya lüzum görmezdi. Bundan da anlaşılıyor ki Resûlullahın Gadır-i Hum denilen yerde okuduğu hutbesinde, söylediğini ileri sürdüğünüz vasiyetin aslı ve esası yoktur. Doğrusu şudur ki hazret-i Ali ve bütün Haşim oğulları da birlik olduğu hâlde, Ashâb-ı kiramın hepsi “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în” hazret-i Ebû Bekri, söz birliği ile halife seçmiştir. Bu söz birliği yukarıdaki hadis-i şeriflere göre, bunun halifeliğinin doğruluğunu, sizin sözlerinizin de, yanlış ve bozuk olduğunu açıkça göstermektedir. Böyle bir vasiyet olsaydı, hazret-i Ali, kendi hakkını elinden aldıkları için 3 halife zamanında, bu hakkının kendisine geri verilmesini ister, vermeyenlere karşı harekete geçerdi. Nasıl ki halife seçildiği zaman, din ve dünya işlerini çevirmek için, İslamiyetin emri ile kendisine itaat etmeyenlere karşı kılıcını çekerek, bunlarla boğuştu. Herkesin bildiği gibi, nice şehirlerin yıkılmasına, binlerle müslüman kanının dökülmesine sebep olan muharebeleri yapmıştı. Kendisine itaat etmeyenlere karşı böyle şiddet gösteren, böyle güçlü, şerefli bir Zâtın, İslamiyetin kendisine vermiş olduğu hakkın elinden zorla alındığını görüp de susması ve hatta, üstelik bu hakkın kime verilmesi daha iyi olacaktır diye görüşen kurula üye olarak katılması, düşünülebilir mi?
Eğer, haşa, Şiî kitabının dediği gibi, hazret-i Ali “radıyallâhu anh” bu hakkını aramaktan adamları az olduğu için, istemeyerek susmuş denilirse, Allahü teâlânın ve Resûlullahın kendisine vermiş olduğu vazifenin icaplarını yerine getirmekten korktuğu için, Allahü teâlânın emrini yapmamış, Ona isyan etmiş demek olur. Halbuki Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” amcasının oğlu ve damadı ve Allahın arslanı olan Hazret-i Ali “keremallahü vecheh” hazretleri, değil yalnız Arabistandan, belki bütün dünyadan, herkim olursa olsun, böyle utanç verici ve lekeleyici bir korkaklığı kendine bulaştırmayıp, ölümü göze alacağı herkesin bildiği bir şeydir. Bunun için siz, emirül-müminin hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” efendimize böyle kötü, çirkin bir hâli yakıştırıyorsunuz. Böyle söylemek, onu sevdiğinizi bildirmiş olmuyor, Ona düşmanlık etmiş oluyorsunuz. Her türlü şüpheden ve aybdan temiz olan O yüce imamı böyle bir kusurdan uzak görmeyi ve burada bildirmeyi, üzerime borç bilirim.
Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” vasiyet yazmak için kağıt kalem istediği zaman, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bunu önledi demeniz de, bu Zâtın böyle bir iş yapacağına, kesin bir delil, senet bulunmadığı için, doğru değildir. Çünkü, Buhari kitabının Megazi kısmında, Abdullah ibni Abbas diyor ki Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” efendimizin hastalığı perşembe günü arttı. (Bana kağıt getiriniz! Size kitap yazacağım. Benden sonra, yoldan hiç ayrılmayasınız) buyurdu. Orada olanlar, konuşmaya başladı. (Peygamberin yanında yüksek sesle konuşmak lâyık değildir) buyurdu. Acaba sayıklıyor mu? Kendisinden, bunu sorunuz, denildi. Yine Abdullah dedi ki Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” hasta idi. Yanında birkaç kişi vardık. (Size kitap yazacağım. Benden sonra, yoldan çıkmayasınız) buyurdu. Birkaçımız dedi ki ağrısı arttı. Yanımızda Kur’ân-ı Kerîm var. Allahın kitabı bize yetişir. Uyuşamadık. Birkaçımız, getirelim, yazsın da, bundan sonra, yolu şaşırmayalım dedi. Kimisi, başka şey söyledi. Sözler çoğalınca, (kalkınız!) buyurdu.
İşte yeryüzünde Kur’ân-ı Kerîmden sonra en kıymetli ve en güvenilen kitabımız olan (Buhari) nin bildirdiğine göre, sözü yapmak istemeyen belli bir kişi değildir. Birkaç kişi idi. Çünkü, Buharide (söylediler) diyor. Bundan, cevap verenlerin çok kişi olduğu anlaşılıyor. Burada, yalnız hazret-i Ömeri “radıyallahü teâlâ anh” dile alıp, onu kötülemeye kalkışmak, doğru değildir. Eğer dil uzatmak denilirse, orada bulunanların, hepsini kötülemek lazım olur. Bunların arasında Ali ve Abbas “radıyallâhu anhüma” da vardır. Bunlar da, kötülenmiş olur. Burada, Şiîler hazret-i Ali ile Abbası nasıl savunurlarsa, biz de, hazret-i Ömer’i öyle savunuruz.
Gadır-i Hum’da söylenilen hutbeyi, hadis âlimleri başka başka bildiriyor. Her ne olursa olsun, bu hutbe, sizi haklı çıkarmaz. Bundan başka, Mâide sûresinin (Rabbinden sana indirilen emirleri bildir! Bunu yapmazsan, Peygamberlik vazifesini yapmamış olursun! Allahü teâlâ, seni insanlardan korur), mealindeki 70. ayeti Gadır-i Hum’da geldi demeniz de yanlıştır. Çünkü, bu sözünüz, Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” (haşa) Allahü teâlânın emrini Ashâbına bildirmediğini düşündürür. Bu hutbede, bu emri bildirmek istemediği ve bundan dolayı, Allahü teâlânın, kendisini affetmesini, Cebrâil “aleyhisselâm”dan dilediğine göre, bu emri yapmakta Ashâbından çekindiği anlaşılır. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” efendimizin bu gibi şeylerden masum olduğu şüphesizdir.
2. olarak deriz ki Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” vefatına yakın olan bu hutbesine kadar, Allahü teâlânın Onu, insanlardan korumadığını ortaya koyar. Halbuki Allahü teâlânın Habîbini koruduğu, bu hutbesinden çok önce biliniyordu. Bu sözünüz bilinen bir şeye uymadığı için de, yanlış oluyor.
3. olarak deriz ki Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” o güne kadar kâfirlerden korkmakta olduğu ve Ashâb-ı kiramdan da, kâfirler gibi korktuğu anlaşılır. Halbuki Ashâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” efendilerimizin kendi canlarını, ana babalarını Resûlullahın uğrunda feda etmekten hiçbir zaman çekinmedikleri, çeşitli haberler ile bilinmektedir. Bunların, kâfirler gibi Resûlullahı korkutmak için toplanmaları akla da, din bilgilerine de uyacak bir şey değildir. Resûlullah efendimizin, ilk zamanlarında, yalnız olduğu ve karşı gelenlerin ve Kureyş kâfirlerinin, zulümlerinin pekçok olduğu anlarda, hiç korkmadan, çekinmeden (Emrolunanları bildir!) âyet-i kerimesine uymakta, kahramanca nasıl uğraştığı bilindiği hâlde, Mekke alındıktan, her yerden bölük bölük gelip müslüman olanlar çoğaldıktan ve Haşim oğulları ile Abdülmuttalib oğulları gibi pehlivanların hepsi müslüman olduktan sonra ve İzacae sûresi ile fethler, zaferler müjdelendikten sonra, Gadır vak’ası zamanında, Muhacirlerin ve Ensarın topluluğunda ve Haşim oğullarının çok bulunduğu anda, Allahın emirlerini bildiremeyecek kadar korku gösterdiğini söylemek, üstün sıfatlarla süslenmiş olan o Nebiy-i muhtereme yakışmayacak, çok çirkin, çok iğrenç bir iftira olur. Hele Ashâb-ı kiramdan korktuğunu söylemek, Âli-i İmrân sûresinin (Siz ümmetlerin en hayırlısı, insanların seçilmişisiniz) mealindeki 110. ayetine inanmamak olur. Hiçbir bakımdan doğru olamaz.
4. olarak deriz ki Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz, Allahü teâlâya, emirlerini Ashâbına bildirmekte, karşı geldikten sonra Medineye gelip, hasta olunca, birkaç gün, Allahın imam yapmasını emrettiğini söylediğiniz hazret-i Aliyi, arkada bırakıp da, namaz kıldırmak için, kendi yerine hazret-i Ebû Bekri imamlığa geçirmesi, Allahü teâlânın emrini 2. defa yapmamak olur. Hazret-i Aliyi halife yapmalarını, Ashâbına bildirmesi, Gadır-i Humda gelen âyet-i kerime ile emredildikten sonra, yine Ebû Bekri imam yapması karşısında, bu ayetin sandığınız gibi, orada değil, büyük âlimlerin söz birliği ile bildirdikleri gibi, (Arefe) de indiği ve Ashâb-ı kirâm için değil, Kureyş müşrikleri için inmiş olduğu anlaşılmaktadır. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” hazret-i Alinin birinci halife olacağını bilseydi, bunu elbette bildirirdi. Bunu bildirmesinde hiç korku da yoktu. Çünkü, bütün Mekke halkı ve hele Haşim oğulları ve Abdülmuttalib oğulları, hazret-i Alinin akrabası ve yakınları olduğundan, bu haberden sevinecekler, kimseye korku, zarar gelmiyecekti.
Bütün bunlardan başka, taassupu, inatı bırakıp, tarafsız ve insaflı olarak, bu hutbeye ve içindeki kelimelere ve bayağı cümlelerine iyi dikkat edilirse, bu sözlerin, fesâhat ve belâgatta biricik olan o Peygamberin mübarek ağzından çıkması şöyle dursun, Arap edebiyatını bilen herhangi bir kimsenin bile söylemiş olması mümkün değildir. Bundan da anlaşılıyor ki bu sözlerin hepsi, yabancıların uydurma ve iftiralarıdır. Bu sözler arasında bulunan (Ben, kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır) hadis-i şerif bile olsa, yine dediğiniz gibi, hazret-i Alinin imam olacağını göstermez. Çünkü, mevla sözünün birçok mânâsı vardır. Kamusta 20 kadarı yazılıdır. Böyle kelimelerin, hangi manaya kullanıldığı da, bir delil, bir işaret ile anlaşılır. İşaretsiz, delilsiz bir mânâ vermek doğru olmaz. Bütün manaları veya birkaçını vermek doğru olur mu, olmaz mı belli değil ise de, çokları doğru olmaz demiştir. Biz, uyumsar davranarak doğru olur diyelim. Mevla kelimesine sevici ve yardım edici mânâlarını vermekte, biz de, sizinle birlikteyiz. Fakat, başka manaları vermeyi doğru görmüyoruz. Böyle hallerde, ortakça kabul edilen manaları vermek daha iyidir. Bunun içindir ki Abdülgafir bin İsmail Faris (Mecmaul-garaib) kitabında (velî) kelimesini anlatırken, bu hadis-i şerifin (Beni seven ve yardımcı bilen kimse, Aliyi de, yardımcı bilsin!) olduğunu yazıyor. Bunlar ince düşünülürse, bu hadis (halife) olmaya, daha uygun, daha üstün olmayı göstermemektedir. Çünkü, velî kelimesinin (evla) demek olacağı, lügata da, İslamiyete de uygun değildir. İslamiyete uygun olmadığı meydandadır. Lügatta ise, mef’al vezninde olan kelimelerin, ef’âl vezninde kullanılmaları hiç görülmemiştir. Molla başı dedi ki:
—Lügat âlimlerinden Ebû Zeyd, Ebû Ubeydenin tefsirinde kullanıldığını bildiriyor. Yani (Sizin mevlanızdır) sözünü (Size daha uygundur) demiştir.
—Onun böyle demesi, senet olamaz, dedim. Çünkü, bütün Arap âlimleri, Onun böyle demesini beğenmemişlerdir. Böyle demek doğru olsaydı, (Filan sana evladır) yerine (Filan sana mevladır) demek doğru olurdu. Halbuki hiç doğru değildir, demişlerdir. Ebû Ubeydenin sözü, başka yollardan da reddedilmektedir. Mevla yerine evla denilemeyeceğini anladık. Eğer denilebilir dersek, yine mâlik olmak, kullanmak mânâlarına kullanılamaz. Belki (evla) demek tazim ve muhabbete evla, daha uygun demek olur. Kullanmak mânâsına olduğu kabul edilse bile âyet-i kerimenin mânâsına yine uygun olmaz. Âli-i İmrân sûresinin 68. âyetinin (İbrahime insanların evla olanı) meal-i şerifinde, evla demek, İbrahim “aleyhisselâm”ı (kullanmak)dır denilebilir mi? Burada, evla demek, olsa olsa, Onu sevmeye daha uygun demektir.
Bundan başka bu hadis-i şerifin sonundaki (Vâli), sevmek demektir. Eğer, Resûlullahın yanında, (tasarrufa, kullanmaya daha uygun olmak) demek olsaydı, o zaman (Onun tasarrufunda olanı) buyururdu. Böyle buyurmadığı için tasarrufa uygun olmak değil, belki hazret-i Aliyi sevmek ve ona düşman olmaktan kaçınmak demek olduğu anlaşılır. Hatta Ebû Nuaym Ahmed bin Abdullah “rahime-hullahü teâlâ” [430 da İsfehanda vefat etti] hazret-i Hasanın oğlu Hasanden bildiriyor ki bu Hasanden soruldu. (Ben kimin mevlası isem…) hadis-i şerifi, hazret-i Alinin halife olmasını gösteriyor mu, dediler. Hasan buna cevap olarak, eğer Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” bu hadis-i şerif ile hazret-i Alinin halife olmasını bildirmek isteseydi, (Ey insanlar! Bu Zât benim işlerimin velisidir. Benden sonra, halife olacak budur. İşitiniz ve itaat ediniz!) buyururdu. Allahü teâlânın ismine yemin ederim ki Allahü teâlâ ve Onun Resûlü “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, Alinin halife olmasını isteselerdi, Ali, bu emri yerine getirmeye kalkışmaması ile böylece Allahü teâlânın emrine karşı gelmesi ile çok büyük günah işlemiş olurdu, dedi. Dinleyenlerden biri: Öyle ise Peygamberimiz (Ben kimin velisi isem, Ali de onun velisidir) buyurmadı mı? deyince, Hasan, buna hayır, vallahi eğer Resûlullah, Alinin halife olmasını isteseydi, namaz kılmayı ve oruç tutmayı emrettiği gibi, bunu da, açıkça emrederdi, dedi. İşte, Ehl-i beytin en ileri gelenlerinden biri olan ve hazret-i Alinin torunu olan Hasanın bu sözleri, senin sözlerinin bozuk ve yalan olduğunu açıkça göstermektedir, dedim. Molla başı sustu. Başka söze başladı.
9—Kıyamet günü, her müslümana dünya ve ahiret işlerinden sorulacağı gibi, Aliyi ve çocuklarını sevmesinden sorulacağını gösteren hadis-i şeriflere ne dersiniz? Çünkü, Ali bin Muhammed ibni Sabbağ-ı maliki (855 [m. 1451] de vefat etti) (Füsulül-mühimme) kitabında, Elmenakıb kitabından alarak diyor ki İbnil-Müeyetten işittim. Bir gün, Ebû Büreyde, Resûlullahın yanında oturuyordu. Ebû Büreyde diyor ki Resûlullah efendimiz, (Ruhum yed-i iktidarında bulunan Allahü teâlâya yemin ederim ki kıyamet günü, insanlardan ilk sorulacak şey, ömrünü ne ile geçirdin, bedenini, ne yaparak eskiddin, malını nereden kazandın ve nerelere verdin ve Resûlümü sevdin mi, soruları olacaktır) buyurdu. Yanımda bulunan hazret-i Ömer, sizi sevmenin alâmeti nedir ya Resûlallah, dedi. Mübarek elini, yanında oturan hazret-i Alinin başına koyup, (Beni sevmek, benden sonra bunu sevmektir) buyurdu. Yine bu kitapta diyor ki hazret-i Ali (Vallahi Nebiy-i ümmi “sallallâhü aleyhi ve sellem” efendimiz, beni sevenlerin mümin olduklarını, sevmeyenlerin ise, münafık olduklarını bildirdi) dedi. İşte, kıyamet günü, sevgisi herkesten sorulacak, bir Zât, acaba başkalarından daha üstün ve halifelik, başkalarından ziyade kendisinin ve çocuklarının hakkı olmaz mı, dedi.
—Maliki dediğin İbni Sabbağ Mâlikî mezhebinde değildir. Kitapları, yazıları gösteriyor ki şiî mezhebindedir. (Harezm odunu) olarak meşhur olan ibni Müeyed’in de, şiî olduğunu bütün âlimler bildirmektedir. Zaten başka vesika aramaya hacet yok. Şiîlerden bazısı, hadis-i şerifleri değiştirip büyük bir hadis aliminin ismini koyuyor. Böyle yalanlarla, müslümanları aldatmaya çalışıyor. Kitaplarda, doğrusu yazılı olan bir hadis-i şerifi, böyle değiştirerek, başka türlü bildiren kimsenin bir yalancı olduğu meydandadır. İşte, bu hadis-i şerifin doğrusunu, imam-ı Muhammed bin İsa Tirmizi şöyle bildiriyor: (İnsana, kıyamet günü 4 şeyden sorulacaktır. Ömrünü ne ile geçirdiği, ilmini ne yaptığı, malını nereden kazandığı, cismini ne ile eskittiği sorulacaktır). Taberani de, bu hadisi bildiriyor ise de, son cümlesi yerinde, gençliği ne ile geçirdiği yazılıdır. İşte, hadis-i şerifin doğrusu böyle bildirilmiştir. İçinde, Ehl-i beyti sevmek ve hazret-i Ömer’in adı yoktur. Bundan anlaşılıyor ki İbni Sabbağ ile ibni Müeyed yalan söylemişlerdir. Bununla beraber, burada, halifeliği anlatan hiçbir şey yoktur. Bu hadis-i şerife doğru desek bile olsa olsa, Ehl-i beyti sevmeyi göstermektedir. Ehl-i sünnet mezhebi de, Ehl-i beytin hepsini, her birini, bulundukları mevkilerine göre, az veya aşırı olmayarak sevmeyi emretmektedir. Ehl-i sünnet olmak için, Ehl-i beyti, şanlarına uygun olarak sevmek lazımdır. Siz ise, bunları sevmeyi anlatmak için İslamiyete uymayan öyle şeyler bildiriyorsunuz ki kalbinde zerre kadar iman bulunan kimse, böyle şeyler söyleyemez. Mesela (Aliyi sevene hiçbir günah zarar vermez) diyorsunuz. Bunun gibi, hadis de uyduranınız var. Mesela, Peygamber efendimize, (Alinin şiasına kıyamet günü, ne küçük günahtan, ne de büyük günahtan sorulmaz. Onların kötülükleri, iyiliğe çevrilir) buyurdu diyerek iftira eden kimseye inanılır mı? İbni Babeveyh uydurup (İbni Abbas buyuruyor ki) diyerek, Peygamber efendimizin guya (Allah Ali’yi sevenleri Cehennemde yakmaz) dediğini söylüyor. Yine (Ali’yi seven bir kimse, yahudi veya hıristiyan olsa bile Cennete gireceklerdir) sözlerine, hadis diyerek herkesi aldatıyor. Böylece, uydurma sözleri, hadistir diyerek, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” efendimize iftira etmek haksızlık değil midir?
[Ebû Cafer bin Babeveyhin kendi adı Muhammed bin Alidir. Şiîlerin 4 meşhur fıkıh ve tefsir adamından biridir. Bir tefsiri ve imameyenin çok kıymet verdikleri fıkıh kitabı vardır.]
İftira yapmak, İslamiyete de, akla da uymuyor. Allahü teâlâ, Nisa sûresi 122. âyetinde, meâlen (Kötülük yapan, bunun cezasını bulacaktır) buyuruyor. Zilzal sûresi son âyetinde meâlen, (Zerre ağırlığı kadar kötülük yapan, bunun cezasını görecektir) buyuruldu. Haksız iftiralar yapmak, bu âyet-i kerimelere uymuyor.
Bunlardan başka Ehl-i beyti sevmek, bir ibadettir. Bunun kıymetli olması için, bütün ibadetlerde olduğu gibi, önce iman sahibi olmak lazımdır. Enbiya sûresi 94. âyetinde meâlen, (Mümin olan kimsenin yaptığı iyi işler..) buyuruldu. Yahudi ve hıristiyan gibi, iman şerefine kavuşmamış kimselerin, yalnız Ehl-i beyti sevdikleri için Cennete gireceklerini söylemek ve küçük ve büyük günahların, bunların sevgisi ile iyilik, sevap şekline döneceklerine inanmak, İslamiyete uygun değildir. Şiî kitaplarında da yazıyor ki Ali “keremallahü vecheh” efendimiz kendi ehl-i beytine her zaman, (Soyunuza güvenmeyiniz! İbadet ve tâat yapmaya devam ediniz! Allahü teâlânın emirlerini yapmaktan zerre kadar sapmayınız!) buyururdu. Senin yukarıdaki sözlerin, hazret-i Alinin bu nasihatına ve buna benzeyen daha nice haberlere uymadığı için, hiç kıymeti olmaz. Dünya ve ahiret saadetlerinin ele geçmesi için ve dünya işlerinin düzgün gitmesi için, herkesi günah ve yasakları işlemekten korkutmak, vazgeçirmek lazım iken, (günahlar, sevap haline dönecektir) demek, taban tabana zıd oluyor. Bu söz, kötü kimseleri ve hatta şiîleri kötülük, günah ve çirkin işleri yapmaya sürükler. Böylece dini yıkar. Biraz aklı olan kimsenin, bu sözlere inanmak şöyle dursun, dönüp bakmayacağı meydandadır, dedim.
Bu sözümden sonra, toplantıda bulunanlar, hazırlanmış olan suallerin sorulup, cevap verilmesini istediler. Fakat, şiîlerden birkaçı, molla başıya, fârisî dil ile (Bu adamla çarpışmaktan sakın! Çünkü, deniz gibi, derin bir alimdir. Sen ne kadar vesika ileri sürdünse, o da cevabını vererek susturdu. Sonra olabilir ki şerefin ve kıymetin bozulur) dediler. Bunun üzerine, molla başı bana bakarak güldü. Dedi ki:
—Sen, üstün bir alimsin. Bunlara ve her şeye cevap verebilirsin. Fakat, Buharalı Bahrul’ ilim sözlerime cevap veremez.
—Söze başlarken, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” size cevap veremeyeceklerini söylemiştiniz. Beni konuşturmaya mecbur eden, bu sözünüzdür, dedim.
—Ben İranlı olduğum için, Arabî bilgilerde o kadar sermayem yoktur. Uygunsuz kelimeler kullanmış olabilirim. Öyle demek istememiştim, dedi.
—Senden 2 şey sormak istiyorum. Âlimlerinizin hepsi bir araya gelerek, buna cevap veriniz, dedim.
—Nedir o sorular? dedi.
10-Birincisi şudur: Şiîler, Ashâb-ı kirâm için ne dersiniz?
—Ashâbın yalnız 5’i haric, ötekilerin hepsi, hazret-i Aliyi halife seçmedikleri için mürted oldu. Dinden çıktı. O 5 sahabi, Ali, Miktad, Ebû Zer, Selman ve Ammar bin Yaser’dir, dedi.
—Eğer, böyle dediğiniz gibi ise, hazret-i Ali kızı Ümm-i Gülsüm’ü, hazret-i Ömer’e nasıl nikah etti? dedim.
—İstemeyerek, zorla verdi, dedi.
—Allah için yemin ederim ki siz hazret-i Aliyi öyle aşağılıyorsunuz ki Arap çocuklarından en alçağı, en küçüğü bile bu kadar aşağılığa razı olmaz. Hazret-i Aliyi bu kadar kötülemek, çok alçak bir planın uygulanması için olduğu meydandadır. Allah bilir ki Arapların en alçağı, en bayağısı bile ırzını, namusunu korumak için canını verir. Nerede kaldı ki bütün Arap kabileleri arasında, soyu, sopu, erkekliği, şerefi, şanı hepsinden yüksek ve üstün olan Haşim oğullarından bir Zât ve dolayısı ile bütün bu kabile böyle bir lekeyi, alçaklığı kabul edebilir mi? En alçak kimselerin bile razı olmadığı bir işi, Allahın arslanı diye, adı bütün dünyaya yayılan şanlı, şerefli bir kahramana nasıl yakıştırabiliyorsun?
—Cin kadınlarından birinin, Ömere aşık olup da, Ümm-i Gülsüm şeklinde görünmesi de olabilir, dedi.
—Bu söz, öncekinden daha alçaklıktır. Böyle şeyi, akıl nasıl uygun görür. Bu yola gidilecek olursa, İslamiyetin bütün emirleri altüst olur. Mesela bir adam evine gelince, zevcesi buna, sen benim zevcim değilsin. Sen cinnilerdensin diyerek, adamı eve sokmaz. Adam 2 şahit getirse, şahitleri de, insan değildir, cindir diyerek kovar. Böylece, her ev, her yer karmakarışık olur. Bir katil, bir hırsız, ben o adam değilim. Sizin dediğiniz kimse, cinni olabilir, diyerek, İslamiyetin emrinin yapılmasına karşı gelir. Hatta, mezhebindeyiz dediğiniz Cafer Sâdık da “rahmetullahi teâlâ aleyh”, cinni olabilir, dedim. Molla başı şaşırdı. Sustu. Ben dedim ki 2. suali soruyorum:
11- Zalim olan bir halifenin emirleri şiî mezhebinde, kabul edilir mi?
—Sahih değildir. Kabul edilmez, dedi.
—Hazret-i Alinin oğlu olan Muhammed bin Hanefiyenin annesi kimdir? dedim.
—Cafer kızı Hanefiyidir dedi.
—Bu Hanefiyeyi esir alan kimdir? dedim.
—Ben bilmem, dedi.
Halbuki bildiği hâlde bilmem diye, sözü kesmek istedi. Orada bulunanlardan birkaçı, Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” esir aldığını söylediler.
—Evlenirken dikkatli davranmak lazım olduğunu herkes bilir. Hak üzere imam ve meşru olarak halife değildir dediğiniz, Ebû Bekr gibi bir Zâtın esir ettiği bir cariyeyi nikah edip, bundan çocuk yapmayı, hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh”, nasıl caiz gördü? dedim.
—Belki hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” bunun kendisine hediye edilmesini, yakınlarından istedi. Bunlar da, cariyeyi kendisine nikah etmiş olabilirler, dedi.
—Bu sözü ispat etmek lazımdır. Molla başı hiç bir şey diyemedi. Biraz sonra dedim ki:
Uzun çatışma olmasını önlemek için, âyet-i kerime ve hadis-i şerif okumadım. Çünkü hadisin doğru olduğuna inanılmaz, her iki tarafın inandığı vesikaların söylenmesi lazımdır, denir. Söz uzar gider.
Bu sırada, konuşmaların ceryanını doğru olarak şaha bildirdiler. Bunun üzerine, İran, Buhara ve Efgan âlimleri ile birleşerek, küfre sebep olan şeylerin hepsini ortadan kaldırarak, karar yazılmasını ve şaha vekil olarak bu 3 millet âlimlerine benim reis olmaklığımı emretti. Çadırlardan çıktık. Efganlılar, özbekler, acemler, parmakları ile beni gösteriyorlardı. İran âlimlerinden 70 kişi, imam-ı Alinin “kerremallahü teâlâ vecheh” mübarek türbesi arkasında toplandı. İran âlimlerinin başında, molla başı Ali ekber vardı.
Molla başı, Buhara alimi Bahr-ul’ilim, molla Hadi hocaya beni göstererek dedi ki bu Zâtı bilir misin? Hayır bilmiyorum, dedi. Bu Zât, Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklerinden Süveydi zade şeyh Abdullah efendidir. Bu toplantımızda bulunmasını ve şah tarafından vekil olarak, üzerimize hakim olmak üzere gelmesini şah, Ahmed paşadan istemişti. Eğer söz birliğine varırsak, hepimizin üzerine şahit olacak ve bizim için, öylece hüküm verecektir. Şimdi, küfre sebep olan şeyler ne ise, hepsini ayıralım. Bunları onun yanında ortadan kaldıralım. Ebû Hanîfe zaten bize kâfir demiyor. Bununla beraber, bu yolda derince düşünelim. (Şerh-i mevakıf) kitabı, İmamiye mezhebinde olanlara kâfir demiyor. Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Fıkıh-ı ekber) kitabında, kıbleye karşı namaz kılanlara kâfir demeyiz, buyurdu. (Şerh-i hidaye) kitabında da diyor ki İmamiye fırkası, müslüman fırkalarındandır. Bununla beraber, sonra gelenleriniz bize kâfir dedi.
Bizim sonra gelenlerimiz de, size kâfir dedi. Yoksa, biz de kâfir değiliz, siz de değilsiniz. Şimdi, sonra gelenlerinizin bize kâfir demelerine sebep olan sözlerimizi bildiriniz de, böyle sözlerden vazgeçelim, dedi.
Hadi hoca dedi ki Şeyhaynı yani Ebû Bekr ile Ömeri “radıyallahü teâlâ anhüma” söğdüğünüz için kâfir oluyorsunuz.
Molla başı dedi ki Şeyhaynı sövmekten vazgeçtik.
Hadi hoca:
—Ashâb-ı kirama “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, sapık, kâfir demekle de kâfir oluyorsunuz, dedi, Molla başı:
—Ashâb-ı kiramın hepsi müslümandır ve adildir “radıyallâhu anhüm” diyoruz dedi.
—Müt’a nikahına da helal diyorsunuz.
—O, haramdır. Onu, ancak, alçaklar yapar.
—Hazret-i Aliyi, hazret-i Ebû Bekrden üstün tutarak halife olmak, Alinin hakkı idi diyorsunuz.
—Peygamberden “sallallâhü aleyhi ve sellem” sonra insanların en üstünü Ebû Bekr-i Sıddıktır. Bundan sonra, hazret-i Ömerdir. Bundan sonrası hazret-i Osmandır. Bundan sonra hazret-i Alidir “radıyallâhu anhüm ecma’în”. Bunların halife olmaları da, bu sıra iledir, dedi. Bahr-ul’ ilim sordu:
—İtikatta mezhebiniz nedir? Molla başı:
—İtikadımız EbülHasan-ı Eş’arî mezhebidir.
—Şimdi, helal ve haram olduklarını bilmek lazım olan şeylere, doğru olarak inanmak, yani helala haram, harama helal dememek lazımdır.
—Bu şartı kabul ettik, dedi. Bahr-ul’ ilim dedi ki:
—Ehl-i sünnetin 4 mezhebinin, söz birliği ile haram dediği şeyleri yapmamak lazımdır.
Molla başı, bunu da kabul ettik, dedi.
Sonra ilave ederek, bunların hepsini kabul ettik. Şimdi, bizim İslam fırkalarından olduğumuzu söylermisiniz dedi. Bahr-ul-ilim, biraz durduktan sonra dedi ki:
—Şeyhaynı söven kâfir olur.
—Şeyhaynı “radıyallahü teâlâ anhüma” sövmekten vazgeçtik. Başka şartları da kabul ettik. Artık bizi müslüman saymaz mısınız? Bahr-ul’ ilim yine:
—Şeyhaynı sövmek küfürdür, dedi. Bundan maksadı, Şeyhaynı sövenin tövbesi, hanefi mezhebine göre kabul olmaz. Acemler de, eskiden, Şeyhaynı sövüyorlardı. Kâfir olmuşlardı. Şimdi sövmekten vazgeçmeleri, kendilerini küfürden kurtarmaz demek idi. Efgan müftüsü molla Hamza dedi ki:
—Ey Hadi hoca! Acemlerin, bu toplantıdan önce, sövdüklerine senet var mıdır?
—Hadi hoca cevap vererek, delil yoktur, dedi.
Molla Hamza:—İşte, bundan sonra da, sövmeyecekleri için, müslüman olamaz demeye sebep nedir?
Hadi hoca -Eğer böyle ise, müslümandırlar. Helal ve haramda, iyide kötüde birleştik demektir, dedi. Bunun üzerine, hepsi ayağa kalkarak, musafaha ettiler ve bana dönerek şahit ol dediler ve dağıldık. Şevvalin 24. çarşamba günü akşam üstü idi. Etrafımızda, 10.000 kadar acem toplanmış, bize bakıyordu.
Adet üzere, gece saat 4’te, itimatüddevle, şahın yanından gelip, bana dedi ki:
—Şah hazretleri, size teşekkür edip, selam gönderdiler. Yarın da toplanarak, varılan kararın yazılmasını ve toplantıda bulunan alimlerce imza edilmesini emrettiler. Sizin de, yazının üstüne imza koyarak şahit olmanızı rica ediyorlar. Peki iyi, dedim.
Perşembe günü, öğleden önce, toplantı yerine gittim. Merkad-i Ali’den “radıyallahü teâlâ anh” uzaklara kadar 60.000 kadar acem toplanmıştı. Oraya varıp oturunca, uzun bir kağıt getirildi. Molla başının emri ile Müftü aka Hüseyin okudu. Fârisî idi. Türkçesi şudur:
Allahü teâlânın âdeti ve hikmeti şöyledir ki emirlerini yasaklarını bildirmek için, insanlara Peygamberler göndermiştir. Peygamberler arasında, sıra Peygamber-i zişanımız (MUHAMMED MUSTAFA) “sallallâhü aleyhi ve sellem” hazretlerine geldi. Peygamberlerin sonuncusu olarak, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını bildirip, vazifesini yaptıktan sonra, vefat etti. Bundan sonra Ashâb-ı güzin, Ebû Bekr-i Sıddıkın üstünlüğünü, iyiliklerini, işlerinin salih olduğunu düşünerek, halifeliğe en haklı olduğunda söz birliği ederek ve birleşerek, onu seçtiler. Seçenler arasında hazret-i Ali de vardı. Bu da, zorlanmadan, korkutulmadan, isteği ile seçti. Böylece, onun hilafeti, Ashâb-ı kiramın hepsinin birleşmesi ile ve söz birliği ile oldu. Onu seçen Ashâb-ı kiramın hepsi, adildir “radıyallahü teâlâ anhüm”. Kurân-ı azim-üş-şanda (Muhacirler ve Ensar, herkesin önünde, üstünde olanlar…) ve (Sana ağaç altında söz veren müminlerden Allahü teâlâ, elbette razı oldu) mealindeki âyet-i kerimeler ile methedildiler. Bunlar için Fahr-i âlem “sallallâhü aleyhi ve sellem” de, (Ashâbım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidayete kavuşursunuz!) diye övmüşlerdir.
Ebû Bekr-i Sıddıktan sonra, Onun tayin buyurduğu Ömer Fâruk hazretleri halife oldu. Hazret-i Ali de, bunu seçenler arasında idi. Hazret-i Ömer, vefat ederken, 6 kişiyi gösterdi. Bunlar kendi aralarından birini seçsin buyurdu. Bu 6 kişiden biri, hazret-i Ali idi. 5’i, söz birliği ile hazret-i Osman’ı halife seçti. Hazret-i Osman, kimseyi göstermeyerek şehit olduktan sonra, bütün Ashâb söz birliği ile hazret-i Aliyi halife seçti. Bu 4’ü bir arada yaşadıkları zaman, aralarında, hiç bir geçimsizlik, hiçbir çatışma olmadı. Hep, birbirlerini severler, meth ve sena ederlerdi. Hatta, hazret-i Aliyye, Şeyhaynı sorduklarında, bu 2 zât, âdil ve haklı olarak seçilmiş imamlardır buyurmuştu. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddık da, halife olunca, içinizde Ali de bulunduğu hâlde, beni seçtiniz mi? dedi.
Ey acemler! 4 halifenin üstünlükleri ve hilafetleri, işte bu sıra üzeredir. Herkim bunları söğerse, kötüler, lekelemeye dil uzatırsa, çoluk çocukları ve kanı şaha helal olacaktır. Öyle kimseler, Allahın ve meleklerin ve kitap ve Peygamberlerin lanetinde olsun! 1148 yılında Megan meydanında beni şah yaptığınız zaman, size şartlar vermiştim. Şimdi bu şartı da ekleyorum ki ben Şeyhaynı söğmeyi yasak ediyorum. Siz de, elbette vazgeçmelisiniz! Herkim, bu çirkin, söğme işine bulaşırsa, çoluğu çocuğu esir edilecek, malı ve mülkü elinden alınacaktır. Kendisi de öldürülecektir. İran memleketinde önceleri, Şeyhaynı sövmek alçaklığı yoktu. Şah İsmail Safevi ile onun yolunda giden çocukları, bu çirkin işi meydana çıkardı. 300 sene kadar sürdü.
İşte böyle hazırlanan ahtnameyi, yani sözleşmeyi âlimlerin hepsi imzaladı ve mührledi. Sonra Nadir şahın bütün millete karşı çıkardığı (ferman-ı ali) okundu ki türkçesi şudur:
FERMAN-I ŞAHİ
Önce Allahü teâlâya sığınırım. Biliniz ki şah İsmail-i Safevi, 1500 senesinde zuhur etti. Cahil halktan bir kısmını yanında topladı. Bu alçak dünyayı ve nefsinin isteklerini ele geçirmek için, müslümanlar arasına fitne ve fesad soktu. Ashâb-ı kiramı söğmeyi, şiiliği ortaya çıkardı. Böylece müslümanlar arasına büyük bir düşmanlık soktu. Münafıklık ve saldırmak bayraklarının açılmasına sebep oldu. Öyle oldu ki kâfirler, rahat ve korkusuz yaşıyor, müslümanlar ise, birbirlerini yiyor. Birbirlerinin kanlarını, namuslarını telef ediyor. İşte bunun için, Megan meydanındaki toplantıda, büyük, küçük hepiniz, beni şah yapmak istediğiniz zaman bu isteğinizi kabul edersem, siz de, şah İsmail zamanından beri, İranda yerleşmiş olan bozuk inançlardan ve boş sözlerden vazgeçeceğinizi bildirmiştiniz. Kıymetli dedelerinizin mezhebi olan ve mübarek adetlerimiz olan, 4 halifenin hak ve doğru olduğuna kalp ile inanacağınızı ve dil ile de söyleyeceğinizi, bunları, sövmekten, kötülemekten sakınacağınızı ve 4’ünü de seveceğinizi söz vermiştiniz. İşte bu hayırlı işi kuvvetlendirmek için, seçilmiş alimlerden, dinine bağlı yüksek zatlardan soruşturdum. Hepsi dedi ki Peygamberimizin “sallallâhü aleyhi ve alâ Âlihi ve Ashâbihi ecma’în” Hak yoluna çağırdığı günden beri, Sahabe-i raşidin olan 4 halifenin “radıyallâhu anhüm” her biri, din-i mübinin yayılması için, canlarını ve mallarını feda ettiler ve bu uğurda, çoluk çocuklarından, amca ve dayılarından ayrıldılar ve her söze, iftiraya, oka katlandılar. Bundan dolayı, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” efendimiz hazretlerinin, hususi sohbetleri ile şereflendiler. Böylece (Muhacirlerden ve Ensardan, ileri olanlar) mealindeki âyet-i kerime ile meth ve senaya kavuştular. İyilerin efendisi vefat ettikten sonra, ümmetin işlerini gören, Ashâb-ı kiramın büyüklerinin söz birliği ile hilafete, birinci halife, mayara arkadaşı Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” getirildi. Bundan sonra, halifenin tayin ve Ashâb-ı kiramın kabul etmesi ile hazret-i Ömer Fâruk “radıyallâhu anh” ve ondan sonra, 6 kişi arasından ve söz birliği ile Zinnureyn Osman bin Affan “radıyallâhu anh” ve bundan sonra, Allahın arslanı, arayanların aranılanı, şaşılacak şeylerin hazinesi, emir-ül-müminin Ali ibni ebû Talib “keremallahü vecheh” halife oldu. Bu 4 halifeden her biri, kendi hilafetleri zamanında, birbirleri ile uygun, her türlü ayrılık lekesinden temiz idi. Kardeşlik ve birlik üzere idiler. Her biri, İslam memleketlerini şirkten ve müşriklerin kininden korudular. Bu 4 halifeden sonra, müslümanlar iman ve itikatta birlik idi. Her ne kadar, zaman ve asırlar geçmesi ile İslam âlimlerinin oruç, hac, zekat ve başka yapılacak işlerde ayrılıkları oldu ise de, fakat inanılacak şeylerde ve Resûlullahı “sallallâhü aleyhi ve sellem” ve Onun Ashâbını sevmekte ve hepsini halis olarak tanımakta hiçbir kusur ve noksan ve bozukluk ve gevşeklik olmadı. Şah İsmail’in ortaya çıkmasına kadar bütün İslam memleketleri, böyle saf ve temiz idi. Sizler selim aklınızla ve temiz kalplerinizin irşadı ile sonradan çıkarılan, Ashâb-ı kiramı sövmek ve şiî olmak yolunu, çok şükür bıraktınız. Din-i İslam sarayının 4 temel direği olan 4 halifenin sevgisi ile kalplerinizi süslediniz. Bunun için, ben de, bu söz verdiğimiz 5 kararımızı, gökler gibi yüksek, karaların ve denizlerin hakanı, haremeyn-i şerifeynin hizmetçisi, yeryüzünün 2. Zülkarneyni, büyük İslam padişahı, kardeşimiz, rum memleketlerinin sultanına bildirmeyi söz veriyorum. Bu işi arzumuza uygun olarak bitirelim. Bu yazdıklarımız, Allahü teâlânın yardımı ile çabuk meydana çıksın! Şimdi bu hayırlı işi kuvvetlendirmek için, allame-i ulema (molla Ali ekber) molla başı ve başka yüksek alimlerimiz bir tezkire yazdılar. Böylece, bütün şüphe perdelerini yırttılar. İyice anlaşıldı ki bütün bu iftiralar, bidatler ve ayrılıklar, şah İsmailin çıkardığı fitnelerden doğmuştur. Yoksa ondan önceki zamanların hiçbirinde ve İslamın başlangıcında, bütün müslümanların imanları, düşünceleri tek bir yolda idi. Bunun için, Allahü teâlânın yardımı ile ve Onun kalplerimize sunması ile bu şerefli ve yüksek kararı almış bulunuyoruz. İslamiyetin başlangıcından, ta şah İsmailin çıkmasına kadar bütün müslümanlar, Hulefa-i raşidini hak, doğru halife bilirdi. Her birini haklı olarak halife oldu bilirlerdi. Bunları sövmekten, kötülemekten çekinirlerdi. Hatib efendiler ve büyük vaizler, minberlerde ve derslerde, bu halifelerin iyiliklerini, güzel hallerini, üstünlüklerini söylerlerdi. Mübarek isimlerini söylerken ve yazarlarken “radıyallâhu anhüm” derlerdi. Derin âlim ve üstünlerin özü (Mirza Muhammed Ali) hazretlerine emrettim ki bu (Ferman-ı hümayun)umuzu, bütün İran şehirlerine yaysın. Milletim de işitsin ve kabul eylesin! Buna uymamak, karşı gelmek, Allahü teâlânın azâbına ve şahenşahın gazabına sebep olacaktır. Böyle bileler.
Bu ferman okunup, anlaşıldıktan sonra, şahın huzuruna kabul olundum. Çok iltifata kavuştum. Nadir şah, bu başarıdan çok sevindi ve çok teşekkür etti. Cuma namazının Kufe camiinde sahih olarak kılınmasını emir buyurdu. İtimad-üd-devleye dedim ki bu namaz sahih olmaz. Çünkü, Hanefi mezhebine göre, şehir halkından 3 kişinin, Şâfiîye göre ise 40 kişinin namazda bulunması lazımdır. İtimad, yalnız hutbeyi dinlemek için çağrıldığını söyledi. Camie geldim. 5.000 kadar âlim, memur vardı. Minber üzerinde şahın imamı olan (Ali Meded) vardı. O sırada, Molla başı ile Kerbela âlimleri konuşarak, (Ali Meded) minberden indirildi. Yerine, Kerbela âlimlerinden biri çıktı. Hamd ve salavattan sonra, 4 halifenin ismini söyleyip, her birine “radıyallâhu anh” dedi ise de, hazret-i Ömer’e gelince, Arabî iyi bildiği hâlde, Ömer ismini münsarif olarak okudu. (Yani Ömer’e yerine Ömer’i dedi). Böylece, bu ismi gayri münsarif kılan (adl) ve (marifeti) hazret-i Ömer’den ayırmış oldu. Bunda bir hile olduğu anlaşılıyordu. Nadir şahın emri ile önce halife-i müslimin olan (Mahmud han bin Mustafa han) hazretlerinin, bundan sonra Nadir şahın şevket ve saadetlerine duâ edildi. 1. rekatta, Cuma sûresi okundu. Namazdan sonra, Nadir şahtan izin alınarak Bağdata döndüm. Olanı, biteni, Vâli Ahmed paşaya anlattım. 2 fırkanın birbirine verdiği itimatnamenin sureti ile şah tarafından acem milletine yayılan (Ferman-ı şahinin) bir örneğini takdim ettim. Bunlar ve olan bitenlerin açıklanması, İstanbula gönderilerek halifeye arz olundu. Bu âciz hakkında, taraf-ı hilafet-i aliyeden in’amlar, ihsanlar o kadar çok oldu ki üzerime ölünciye kadar farz olan hayır duaları edadan âciz bulunduğumu itiraf ederim.
Hucec-i katiye kitabının Arabî olan aslı İstanbul’da, 1980’de, En-Nahiye kitabı ile birlikte ofset yolu ile bastırılmıştır.
1 Yorum