Sual: Peygamber efendimiz aleyhisselam vefat ettikten sonra eshab-ı kiram arasında halife seçimi nasıl oldu?
Cevap: Ashâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, önlerine çıkan bir işin nasıl yapilacağını sünnet-i seniyyede de bulamazlarsa, rey ve kıyas ederek, yani bilinenlere benzeterek, o işi yaparlardı. Böylece, ictihad kapısı açıldı. Ashâb-ı kiramın veya başka müctehidlerin, bir iş üzerindeki ictihadları birleşirse, şüphe kalmaz. İctihadların, böyle birbirine uygun olmasına icma-ı ümmet denildi. İctihad yapabilmek için, derin âlim olmak lazımdır. Böyle âlimlere müctehid denir. Bir iş üzerinde, müctehidlerin ictihadları birbirine uymazsa, her müctehidin kendi ictihadına göre söylemesi ve yapması vâciptir.
Halife seçilmesi de, ictihad işi idi. Gerçi Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali’nin “radıyallâhu anhüm” halife olacaklarına, hadis-i şeriflerde işaretler vardı. Fakat, hiçbirinin vakti, açık bildirilmemişti. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, benden sonra şunu halife yapınız, dememişti. Bu işi, Ashâbının seçmesine bırakmıştı. Halife seçmekte, Ashâb-ı kiramın ictihadları birbirine uymadı. 3 türlü ictihad oldu:
Birincisi, Ensarın reyi [buluşu]dir ki din-i İslama en çok yardım eden halife olur, dediler. Araplar, bizim kılıçlarımızın gölgesinde müslüman oldu. Halife, bizden olmalıdır, dediler.
2. ictihad, Ashâb-ı kiramın “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în” çoğunun reyidir ki halife ümmetin işlerini yaptırabilecek kudrette olmak lazımdır. Arapların en şereflisi, en kuvvetlisi Kureyş kabilesidir. Resûl-i ekrem de bu kabiledendir. Halife Kureyşten olmalıdır, dediler.
3. ictihad, Hâşimîlerin reyi olup halifenin, Resûlullahın akrabasından olması lazımdır, dediler.
Bu 3 ictihadın doğrusu, ikincisi idi. Evet, ensarın İslamiyete yardımı çok büyük idi. Resûl-i ekremin akrabası da çok şerefli idi. Fakat, halifelik, geçmiş hizmetlerin karşılığı olan bir istirahat koltuğu değildi. Akrabaya verilmesi icap eden bir miras malı da değildi. 2. ictihada göre, hilafetin Kureyş kabilesine verilmesi Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” da, bu kabileden olduğu için değildi. Kureyşin şerefi, kuvveti, tesiri, itibarı, bütün Arabistanda yayılmış, tanınmış olduğundan idi. Çünkü, halifelik, müslümanlar arasında bağlılık, birlik, topluluk sağlayacak bir makamdır. Bunu yapmak için de, kuvvetli olmak lazımdır. Halifenin vazifesi fitne ve fesadı önlemek, huzur ve hürriyeti sağlamak, cihadı idare etmek ve müslümanların işlerini kolay ve rahat işletmektir. Bunlar da, hep kuvvet ile yapılacak şeylerdir.
Ashâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” halife seçerken, müslüman milletlerin birleşerek kuvvetli olmasını düşünüyorlardı. Hilafeti Kureyşin 10 kısmından bir kısmı olan Hâşimîlere vermek, bu birliği kolay sağlayamazdı. Bir hükümeti kuranlar ne kadar çok olursa, kuvveti o kadar çok olur. Bunun için Kureyşin büyüklerinden, meşhurlarından birinin seçilmesi lazım idi. Yalnız kavmin, soyun büyüğü olmak değil, İslamca da üstün olmak lazımdı. O zaman Kureyşin en büyük kabilesi (Beni Ümeyye) idi. Bunun en ileri gelen adamı da Ebû Süfyan bin Harb idi. Fakat bunun Uhud muharebesinde müslümanlara yaptıkları, gönüllerden çıkmamıştı. Sonradan tam, kuvvetli müslüman oldu ise de, müslümanlar ona güvenemezdi. İşte, en önce İslam olup da, başkalarını da İslama getiren ve namazda imam yapılan, mağaradaki yar varken, başkası bunun önüne geçirilemezdi. Herkesin bunu seçeceği belli idi. Bütün Ashâbın bir araya gelerek, seçmesi lazım iken, Ensarın kendi aralarında toplanıp seçime kalkışmaları, bir karışıklığa yol açabilirdi. İşte hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” koşarak bunu önledi ve halife seçilerek, müslümanları büyük bir karışıklıktan kurtardı.
Hazret-i Ali, bu sırada, zevcesi Fâtıma “radıyallâhu anhüma” hazretlerinin evinde idi. Ebû Bekr-i Sıddık’ın damadı olan Zübeyr ve Miktad ve Selman ve Ebû Zer ve Ammar bin Yaser “radıyallâhu anhüm” de orada idi. Bunların ictihadı, 3. kısımdan oldu. Abbas da gelip, hazret-i Ali’ye biat etmek için elini uzattı. Hazret-i Ebû Bekr’in halife olduğunu işittiğinden, Abbas’ın sözünü kabul etmedi. Ebû Süfyan da, elini uzat, sana biat edeyim. İstersen, her yeri atlı ve piyade ile doldurayım, dedi. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” bunu da kabul etmeyip, (Ya Eba Süfyan! Sen millet-i İslamiyyeyi parçalamak mı istiyorsun?) dedi.
Görülüyor ki hem Ebû Bekr-i Sıddık, hem de Ali “radıyallâhu anhüma” müslümanlar arasına fitne, ayrılık düşmesinden sakınıyordu. Hazret-i Ali, Sakife çardağı altında, halife seçilirken, kendisi çağrılmadığı için, önceden üzülmüştü. Muhyiddin-i Arabi’nin (Müsamerat) kitabında ve Şam müftüsü, Hamid bin Ali İmadi’nin Dav’üssabah kitabında bildirildiği gibi, Ebû Ubeyde, hazret-i Ali’nin bulunduğu eve geldi. Hazret-i Ebû Bekr’den ve Ömer’den aldığı sözlerin hepsini Ona söyledi. [Bu sözler çok tesirli ve çok uzun olup (Kısas-ı enbiya) da yazılıdır.] Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” dinledi. Tesirleri, taa iliğine işledi. “Ya Eba Ubeyde! Bu evin bir bucağında oturuşum, halife olmak için veya emr-i marufu inkar için yahut bir müslümanı azarlamak için değildir. Resûlullahın ayrılığı, beni çarptı, çılgına döndüm” buyurdu. Ertesi gün mescid-i şerife geldi. Herkesin arasından geçip, hazret-i Ebû Bekr’in yanına vardı. Biat etti ve oturdu. Halife, kendisine, “Sen, bizce aziz ve kerimsin. Öfkelenince, Allahtan korkarsın. Sevindiğin zaman, Ona şükür edersin. Ne mutlu O kişiye ki Allahın ihsan ettiği üstünlükten başka bir şey istemez. Ben, halife olmak istemedim. Fitne çıkmasın diye, çaresiz kabul ettim. Bu işte rahatım yok. Sırtıma çok ağır bir yük vuruldu. Taşımaya gücüm yok. Allah kuvvet versin! Bu yükü, Allahü teâlâ, senin arkandan indirdi. Biz, sana muhtacız. Senin üstünlüğünü biliyoruz” dedi.
Hazret-i Ali ve Zübeyr halife olmaya, Ebû Bekr’in herkesten daha lâyık olduğunu söylediler. Kendilerine önceden haber verilmediği için üzüldüklerini bildirdiler ve bunun için özür dilediler. Halife özürlerini kabul buyurdu. Sonra, hazret-i Ali izin isteyip kalktı. Hazret-i Ömer, ikram ederek onu uğurladı. Giderken “Şimdiye kadar gelmeyişim, halifeyi kabul etmediğimden değildir ve şimdi gelişim, korkumdan değildir” dedi. Hazret-i Ali’den sonra, Hâşimîlerin hepsi de biat etti. Söz birliği hâsıl oldu.
Halife seçiminde, gerek hazret-i Ebû Bekr, gerekse hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anhüma”, çok uyanık, çok akıllı davrandı. Hazret-i Ali’nin Sakife çardağına çağrılmaması da, çok yerinde olmuştu. Belki o gün, orada bulunsaydı, Ensar ile Muhacirler arasındaki konuşmada bir de Hâşimîler araya karışır, iş daha sarpa sarardı.
Halife seçimindeki ictihadların ayrılmasını, bizlerin konuşmamız, tartışmamız doğru değildir. Müslümanların en iyisi Onlardır. Hepsi, hidayet yıldızlarıdır. Kur’ân-ı Kerîmin mânâsı Onlardan öğrenildi. Yüzbinlerle hadis-i şerif, Onlardan işitildi. Allahü teâlânın emirleri, yasakları, Onlardan öğrenildi.
Onlardan öğrendiğimiz bilgileri ele alıp da, Onların hareketlerini bunlarla ölçmeye kalkışmak, bize yakışmaz.
Evet, hata, insanın şanındandır. Müctehidler de yanılır. Fakat, müctehid yanılmaz ise, 10 sevap, yanılırsa, 1 sevap kazanır.
Ashâb-ı kiramın hepsi, İslamiyetin direkleridir. Aralarındaki ayrılıklar, hep ictihad ayrılığı idi. Birbirlerine sert söyleseler bile birbirinin kıymetini bilirlerdi. Hazret-i Zübeyr, dini düşünmeyip, şahsiyet düşünseydi, kayın pederi olan hazret-i Ebû Bekr’den ayrılmazdı. Halife seçiminde hazret-i Ebû Bekr’i en çok destekleyen, hazret-i Ömer idi. Bununla beraber, hazret-i Ali’nin kıymetini en çok bilen ve söyleyen, bu idi. Hazret-i Ömer, bir gün hazret-i Ali’ye bir şey sormuştu. O da, hemen cevap vermişti. Onun üzerine “Hazret-i Ali’nin bulunmadığı bir yerde, güç bir soru ile karşılaşmaktan, Allaha sığınırım” demişti. Hazret-i Ali de “Resûl-i ekremden sonra, bu ümmetin en hayırlısı, Ebû Bekr ve Ömer’dir” derdi “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în”.
1 ay sonra, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”, minbere çıkıp “Halifelikten çekilmek istiyorum. Beni, tam Resûlullahın yolunda görmek istiyorsanız, buna imkan olamaz. Çünkü şeytan Ona yaklaşamazdı. Hem de, gökten Ona vahiy gelirdi” dedi. Böyle zatların kalplerinde mevki hırsı olur mu? Bunlara dil uzatılabilir mi?
Gerçi, Fâtıma-tüz-Zehra “radıyallâhu anha” babasının firakına dayanamayıp, evinden dışarı çıkamadı. Ali “radıyallâhu anh” da, Ona derd ortağı olmak için, evde kalarak, halifenin sohbetine sık gelemezdi. Fakat, hazret-i Fâtıma’nın vefatından sonra, tekrar biat etti. Halifenin huzuruna hep gelir, Ona yardım eder, fikir verirdi “radıyallâhu anhüm ecma’în”.
Kısas-ı Enbiya’dan aldığımız yukarıdaki yazılar gösteriyor ki şiîler arasında yayılan kitapta denildiği gibi, hazret-i Ali ile 6 sahabi için hazret-i Ebû Bekr’e biat etmediler demek doğru değildir. Hazret-i Ebû Bekri kabul etmeyip, Ashâb-ı kiramın söz birliğine karşı durmak ve aşırı konuşmak, İslamiyete uygun olmadığı gibi, Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” birkaç gün önce, hutbede (Ashâbının birlik yapmaları, ayrılığa düşmemeleri için) verdikleri emri de yapmamak olur. Hazret-i Ali’nin ve 6 sahabinin ve kadınların üstünü olan Fâtıma-tüz-Zehra’nın bu emri yerine getirmediklerini ve İslamiyete uymadıklarını söylemek, bunları sevmek değil, bu din büyüklerine muhalefet etmek, Onları alçaltmak olur. Hem de öyle bir ayrılık ki bu yüzden İslamiyette derin bir yara açılmakta, kıyamete kadar, milyonlarca müslümanın doğru yoldan kaymasına çığır açmaktadır. Hurufilerin ve yahudilerin iftiralarını, yalanlarını okuyarak, Ehl-i sünnetten ayrılanların İslamiyete yaptıkları zarar ve döktükleri milyonlarca müslüman kanı, İslamiyetin bugünkü hâle düşmesine sebep oldu. Ahmedi, Kadıyani adındaki kimselerin de müslümanlara zararları meydandadır. Kalbinde İslam nuru, iman sevgisi olan akıllı ve insaflı bir kimse, bu büyük fesadın meydana çıkmasına, hazret-i Ali’nin sebep olduğunu söyler mi?
Tavsiye Yazı –> Fedek Bahçesi Meselesinin Aslı Nedir?
Tavsiye Yazı –> Şia fırkası nasıl ortaya çıktı?