Sual: Rafızilerin batıl itikadları nelerdir?

Cevap: Türpüşti Risalesi’nde bu mevzu hakkında deniyor ki;

Râfizîlerin bâtıl akâidinden biri şudur: Onlar, bir peygamberin bir müşrikten dünyâya gelmeyeceğini ve bir peygamberin çocuğunun müşrik olmayacağını söylüyorlar. İbrâhîm aleyhisselâmın [amcası ve üvey] babası Âzer’in ve Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde açıkca bildirdiği Nûh aleyhisselâmın oğlu Kenan’ın kâfir oldukları kesindir ve bu âyetler râfizîlerin bâtıl ve yanlış olduğunu göstermeğe yeterlidir. Yine bu haberler gösteriyor ki, baba veyâ oğuldan birinin şirk üzere olması, diğeri için bir ayıb ve kusûr değildir. Onların meâl-i şerîfi, “Zîrâ sen onları bırakırsan, senin kullarını saptırırlar ve onlardan ancak nankör, fâcir ve kâfirler doğar” olan Nûh sûresi, 27. âyet-i kerîmesi, kâfirden, ancak kâfir, fâcir bedbaht evlâd dünyâya gelir, manâsında değildir. Bu âyet-i kerîmeye sığınarak böyle söylemek çok yanlışdır. Çünki bu hüküm sâdece Nûh aleyhisselâmın kavmine mahsûs olup, Allahü teâlâ onların helâkini diledi ve Hûd sûresi 36. âyetinde, Nûh aleyhisselâma şöyle vahyolunmuştu, “Haberin olsun; önceden îmân edenlerden başka, kavminden hiç kimse, aslâ îmân etmeyecek. O hâlde yaptıkları şeylerden [eziyyet ve tekzîblerden] ötürü kederlenme!” buyurmuştu. Nûh aleyhisselâm da buradan, eğer çocukları dünyâya gelirse, îmân etmeyeceklerini anladı. Çünki çocuklar da Nûh’un “aleyhisselâm” kavminden idi ve Allahü teâlâ, kavminden îmân etmiş olanlardan başka hiçbir kimsenin îmân etmeyeceğini haber verdi. O hâlde doğacak olanların hepsinin kâfir olacağını bildirmek, gaybî bir haber olup, onların [râfizîlerin] düşündükleri gibi değildir.

Ammâ peygamberler hakkındaki i’tikâd şöyle olmalıdır: Bütün peygamberler nikâhlı ana-babadan dünyâya gelmiştir. Kâfirin nikâhı ise sahîhtir. Bunun için müslümân olan karı-kocanın nikâhlarını yenilemelerine lüzûm yoktur, eski nikâhları üzere devâm ederler. Ancak mecûsî olup, mahremlerinden biri ile evlenmiş ise, ayrılırlar.

Peygamberlerin neseblerinde [soylarında], bozukluk, sakatlık ve şereflerine halel getirecek birşey bulunmaz. Çünki Allahü teâlâ onları en seçkin âilelerden ve en şerefli insanlardan seçmiştir. Resûl-i ekrem efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” zâtının şerefi, ahlâkının güzelliği, rûhunun temizliği, yiğitliği ve cesâreti ile bütün insanlar arasından en iyi olarak seçmiştir. İşte Âdem aleyhisselâmdan bize kadar böyle temiz zâtlara mü’minlerden ve kâfirlerden kimse toz konduramamıştır. Çünki bu öyle bir gerçektir ki, asıldan furu’a geçiyor ve neseblerinde ayıb ve ar bulunmuyor. Bunun için peygamberleri “aleyhimüsselâm” zâtlarında, neseblerinde ve ahlâklarında bu gibi ayıb ve ar verici şeylerden müberrâ [çok uzak] bilmek lâzımdır.

Ammâ küfr ve islâmdan her biri kendi sâhibine âittir. Ne îmân, ne de küfr bir başkasına sirâyet etmez. Hak olan mezheb odur ki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ana ve babası, küfr üzeredir. Bütün hak dinlerdeki esâs da bunun üzerinedir demişlerdir.

[Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” vâlideyn-i şerîfeyninin [şerefli anne ve babalarının] îmânı hakkında âlimler üçe ayrılmışdır. Kimi küfrlerine, kimi islâmlarına kâil olmuşdur. Fahreddîn Râzî hazretleri islâmlarını söylemiştir. Kimi de, bu husûsda konuşmamışdır. En ihtiyâtlı ve sâlim yol da budur. Şeyh Celâleddîn Süyûtî “rahmetullahi aleyh”, îmânlı oldukları hakkında üç risâle yazmış ve Şeyh Abdülhak Dehlevî hazretleri Mişkât şerhinde şöyle bildirmiştir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” babaları, Âdem aleyhisselâmdan Abdullah’a kadar, hepsi küfrden pâk [berî ve temiz] idiler. Nitekim kendisi “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Ben, temiz sulb ve temiz rahimlerden [temiz baba ve analardan] meydâna gelmişim” buyurmuştur. Sonra gelen âlimler dahâ başka delîller yazmışlar ve söylemişlerdir. Yemîn ederim ki, bu husûstaki ilmi Allahü teâlâ bu Müteahhırîn âlimlerine mahsûs kılmıştır. Yanî Resûl-i ekrem efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” şerefli baba ve dedelerinin tevhîd ve islâm dîni üzere bulundukları, müteahhırîn âlimlerine mahsûs ilimlerdendir. Önceki âlimlerin sözlerinden buna uymayan ma’nâ ve beyânlar anlaşılmaktadır. “Bu, Allahü teâlânın bir fadlı [ihsânı]dır, dilediğine verir ve istediğine mahsûs kılar.” Allahü teâlâ, müteahhırîn âlimlerine hayırlı karşılıklar versin! Şeyh Celâleddîn Süyûtî “rahmetullahi aleyh” bu husûsta risâleler yazmış, çok güzel ifâde ve beyânlarda bulunarak, bu konuya, şüphe edilmeyecek kadar açıklık getirmiştir. Allahü teâlâ saklasın, Onun “sallallahü aleyhi ve sellem” temiz nûrunu, hiç zulmetli, pis bir yere koyar mı ve o nûru taşımış olan baba ve dedelerini Cehenneme atıp, azâb eder mi? (Tuhfe-i müslimînden)

İ’tikâda en uygun ve lâyık olan odur ki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” şerefli vâlideynini [baba ve annesini] küfrden mahfûz ve ma’sûm tutmalıdır. Çünki Allahü teâlâ onları diriltdi ve onlar, Eshâb olmanın fazîletini bulmak için Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” îmân etdiler. Nitekim bu husûsu hadîs-i şerîf haber vermektedir. Zîrâ fetret zamânında bulunanlar, dinleri değişiyor olsa da, kurtulmuşlardandır. Eş’arî mezhebinde ve Mâtürîdî’den bazı büyük âlimlere göre böyledir. İbni Kemâl, (Tahrîr-ül usûl) kitâbında, İbni Abdüddevle’den naklederek bildirir ki, muhtâr kavil [seçilen, beğenilen söz] budur. Çünki Allahü teâlâ, “Biz peygamber göndermedikce, onlara azâb etmeyiz” buyuruyor.

Fıkh-ı Ekber’de, Resûlullahın babası ve annesi küfr üzere ölmüşlerdir, sözü imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’ye “radıyallahü anh” bühtândır, iftirâdır. Sahîh nüshâlarda bunlar yoktur, diye yazılıdır. [Ebû Hanîfe hazretlerinin elyazısı nüshâsında ise, (Küfr üzere ölmemişlerdir) diye yazılıdır.]

İbni Hacer-i Mekkî Fetâvâsında, o söz Ebû Hanîfe Muhammed bin Yûsüf Buhârî’ye âit olup, Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit Kûfînin beyânı değildir. Her za’îf ihtimâli göz önüne alarak, o büyük imâmın böyle buyurduğunu bir an kabûl etsek de, o sözün ma’nâsı, şerefli ana ve babası küfr zamânında öldüler demek olur. Bu söz onların kâfir olarak öldüler ma’nâsını taşımaz. Çünki Allahü teâlâ, (Seni secde eden sulb ve temiz rahimlerden [temiz baba ve annelerden] geçirerek dünyâya getirdim) buyuruyor. Secde edenler sözü, ana ve babalarının tertemiz olduklarını, mü’min bulunduklarını bildirmekdedir.

Bu meselenin bildirilmesi, onlara karşı çok edepli olmağı bildirmek içindir. Çünki bunu bilmemekde bir zarar yokdur ve kıyâmetde bundan mes’ûl tutulmaz.

Tahtâvî, kâfirin nikâhı bahsinde diyor ki: Görmez misin ki, Allahü teâlâ, anasını ve babasını diriltmek ve ona îmân etmeleri ile, Resûl-i ekrem efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” ikrâmda, ihsânda bulundu. Nitekim hadîs-i şerîfde gelmişdir. Bu hadîs-i şerîf, Kurtubî, İbni Nasîrüddîn Hâfız-ı Şâm ve dahâ başkalarınca sıhhat mertebesine varmıştır. Böylece kâideye aykırı olarak, Allahü teâlânın Resûlüne ikrâmı ile, öldükten sonra dirilip, îmân etmekle şereflendiler. Nitekim İsrâîl oğullarından biri, kendini öldüreni haber vermek için diriltilmiş idi ve Îsâ aleyhisselâm ölüyü diriltirdi. Bunun gibi Allahü teâlâ Peygamber efendimizin eli ile de bir takım insanları diriltdi. Yine sahîh haberle bildirildi ki, Allahü teâlâ batmış olan güneşi, hazret-i Alî’nin “radıyallahü anh” ikindi namâzını kılması için geri getirdi. İşte vakit geçdikten ve güneş battıktan sonra, Allahü teâlânın Peygamber efendimize ikrâm olarak güneşi geri getirmesi gibi, anası ve babasını da, Ona ikrâmen öldükten sonra diriltmişdir. Reddül-muhtâr’ın mürted bâbında da böylece yazılıdır.

Şunu da bilmelidir ki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ana ve ba- basının diriltilmesi, Fıkh-ı Ekber’in yazısına ters düşmez. Çünki ana-babasının diriltilmesi vedâ haccındadır ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, babasının âhıretdeki yerini soran bir Sahâbîye, “Babam ve baban ateştedir” buyurması bundan evvel vuku’a gelmişdir.]

Selef âlimleri ve müctehid imâmlar Ebû Tâlib’in islâmına hükmetmediler. Onlara, yanıldılar veyâ yalan söylediler demekten Allahü teâlâya sığınırız. Sahîh hadîste geldi ki, “Cehennemdekilerin azâb bakımından en ehveni Ebû Tâlib’dir. Ateşden iki nalin giyer ve harâretlerinden beyni kaynar.” Yine hadîs-i şerîfte bildirildi, Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Ey Amcam, Lâ ilâhe illallah söyle de, senin tarafından bunu hüccet tutayım” buyurunca, Ebû Tâlib bu kelimeyi söylemedi. Yine haberde geldi ki, Ebû Tâlib vefât etdiği zamân, hazret-i Alî “radıyallahü anh” Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanına gelip, “Ey Allahın Resûlü, dalâletde olan amcan vefât etdi” dedi ve Resûlullah, “Fevvâre’nin [Mekke yakınında bir gölün] yanına götürün” buyurdu. Müctehid din imâmları, bilhâssa imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ve Şâfi’î hazretleri, hazret-i Alî’nin, babasını defninden, kâfirin defnedilmesini çıkardılar ve kâfirin mîrâsının müslümânlara ulaşmayacağında Ebû Tâlib kıssasını esâs aldılar. Zîrâ öldüğü zamân dört oğlu vardı: Tâlib, Ukayl, Ca’fer ve Alî. Mîrâsı, onun yolunda bulunan Tâlib’le Ukayl’a kalıp, müslümân olan Ca’fer’le Alî’ye “radıyallahü anhümâ” verilmedi.

Şi’ânın bid’atlerinden biri de, müt’a nikâhına mubâh demeleridir. Bu nikâh, yanî evlilik, belli bir miktâr para karşılığında bir erkeğin bir kadınla, meselâ 10 gün veyâ dahâ çok, yâhud dahâ az bir araya gelmesi, kadının kendini bir erkeğe teslîm etmesidir.

İslâmın ilk zamânlarında vardı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” gazâlara [savaşlara] gider, seriyeler [birlikler] gönderirdi. Bunlar câhiliyye zamânında ileri gelen kimselerdi. Şimdi nefsin istek ve şehvetlerine muhâlefet edecek, katlanılacak yeni bir din gelmiş idi, ammâ bu insanların çoğu, nefslerini yenecek, ezecek hâlde değillerdi. Şerîatin sâhibi “sallallahü aleyhi ve sellem” bir müddet için buna izin verdi ve çok geçmeden men etti. Fakat ilk zamânda, bu yasaklama işi, iyice her tarafa yayılamadı. Eğer herhangi bir kimse müt’a evliliği câizdir, kaldırılmamıştır, derse, bu yasaklamayı duymadığındandır. Sonra bütün Sahâbenin “radıyallahü anhüm” icmâ’ı [sözbirliği] ile müt’a nikâhının harâm olduğu kesinleşti. Ammâ dinsizlerden bir takımları, câhilleri aldatıp, bu Ömer’in “radıyallahü anh” görüşüdür, ictihâdıdır dediler. Hazret-i Alî’nin, hazret-i Ömer’in müt’asına uymaması, hacc-ı temettü’ olup, nikâhla alâkalı müt’a değildir. Nasıl öyle olsun ki, müt’a nikâhını men eden hadîs-i şerîfi rivâyet edenlerden biri de hazret-i Alî’dir. Hadîs-i şerîf şöyledir, “Muhakkak ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Hayber günü müt’a nikâhını ve ehli eşek eti yemeyi men etdi.”

Şi’ânın bu meselede Ehl-i sünnete muhâlefeti, mest üzerine mesh etmeğe muhâlefetleri gibi olup, bunu da hazret-i Alî “radıyallahü anh” bildirmiştir. Hâlbuki şî’îler, hazret-i Alî’nin mest üzerine meshi bildirmesinden ve Ehl-i sünnetin bunun cevâzında icmâ’ etmelerinden sonra, mest üzerine meshin câiz olmamasını yine hazret-i Alî’ye bağlayıp, bâtıl mezheb ehli olduklarını izhâr etmiş olurlar; tıpkı müt’a nikâhında yaptıkları gibi.

Şi’ânın bâtıl [asılsız] i’tikâdlarından biri de Takıyyedir. Bir kimse bir kimseden korkarsa, çekinirse, yâhud onun dilinden, sözlerinden kaçınırsa, kalbinde ve içinde olana uymayan bir hareket ve söz izhâr edebilir. Bu kapıyı araladıktan sonra, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Ebû Bekir ve Ömer “radıyallahü anhümâ” hakkında buyurdukları, takıyye kabîlinden idi. Çünki onların dilinden emîn değildi ve Alî’nin onlara itâ’ati, ya’nî halîfeliklerini kabûlü de bu bakımdan idi, dediler.

Gerçi bu sözlerinin bozuk, bu husûstaki i’tikâdlarının fâsid ve saçma olduğunu bilmeyecek, anlamayacak aklı başında bir kimse yoktur. Ammâ yine de bir cevâp verelim ve bu husûsları bilmeyen kimseleri, bir ihtimâl de olsa, onlara aldanmaktan uzak tutalım. Şöyle ki, Allahü teâlâ Ahzâb sûresi 70. âyetinde meâlen, “Ey îmân edenler! Allahdan korkun ve doğru söz söyleyin” buyuruyor. Hâlbuki takıyyenin esâsı, eğri ve yalan söz söylemek üzerine kurulmuştur. Bunların dediği ise, Allahü teâlânın buyruğuna ters düşmektedir. Burada, meâl-i şerîfi, “Mü’minler, mü’minlerden ayrılıp kâfirleri dost edinmesin. Her kim bunu yaparsa, artık Allahdan alâkası kesilmiş olur. Meğer ki, onlardan gelecek bir tehlikeden dolayı sakınmış bulunasınız…” olan Âl-i İmrân sûresinin, 28. âyetini ileri sürmeğe kalkışırlarsa,

Cevâbında deriz ki: Allahü teâlâ îmân sâhiblerinin, müşriklere düşman olduklarını açıkca bildirmelerini emretmiş, kalb ile, söz ve hareketlerle onlarla sevişmekten sakınmalarını buyurmuştur. Ancak bir mü’min, kâfirlerin kendisini öldüreceğinden korkar ve düşmanlığını izhâr edecek olursa, yakînen öldürüleceğini bilirse, idâre-i kelâm edip, alçak gönüllü davranmasında bir be’îs yoktur. Eğer zorla, dayakla, şiddetle ve benzeri, canından olacağı kötü mu’âmelelerle küfr olan bir sözü ona söyletirlerse, kalbi îmân ile dolu olduğu hâlde, dili ile küfr olan o sözü söyleyebilir. Ammâ o sıkıntılara sabreder, o sözü söylemez ve ölürse, dahâ iyi olur. Fakat böyle bir zarûret olmadan, her bir küçük menfaati için yalan söylemek ve kalbinde olana muhâlif hareket etmek, bu anlattığımızdan çok uzaktır ve bunu hiçbir din beğenmez. Bizim dînimiz ise, hiç beğenmez. Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, herkesle başka türlü konuşan, bir başka yüz ve ifâde gösterenleri, insanların en kötüsü bildirmiştir.

Burada hâtırınıza şöyle bir suâl gelir ve siz hazret-i Âişe’den “radıyallahü anhâ” rivâyetle, bir kimse gelip, Resûlullahın yanına girmek istedi de, Resûlullah, onun için, “Kardeş kabîlenin kötüsüdür” buyurdu. Sonra içeri girince, ona güler yüzle, tatlı sözle ve gâyet yumuşak mu’âmelede bulundu. Gidince, dedim ki, yâ Resûlallah, geldiği zamân öyle buyurmuşdunuz; içeri girince güler yüzle karşıladınız ve tatlı sözler söylediniz, hikmeti ne idi. “İnsanların en kötüsü, insanların, kaba hareket ve sövmelerinden korkdukları kimsedir” buyurdu derse,

Cevâb olarak deriz ki, Resûlullahın öyle buyurması, hazret-i Âişe’ye onu tanıtması, ammâ içeri girdikten sonra ona yumuşak davranması, öylelerine karşı müdârânın câiz olduğunu bilmesi için idi. Kötü sözlü kimselere nasıl mu’âmele edileceğini irşad ve tevhîm için idi. Şunu da söyleyelim ki, Resûlullah, kardeş kabîlenin kötüsü, buyurduktan sonra, o kişinin yüzüne karşı, “Kardeş kabîlenin en iyisi sensin” deselerdi, o zamân bu sözleri, sizin iddianıza hüccet olurdu. Lâkin kötü sözlü birine müdârâ etmesi sizin için hüccet, sened olamaz. Ayrıca Resûlullahın, insanlara lutf ve müdârâ ile konuşması güzel ahlâkının gereği idi. Ammâ dışarıdan sevip, içeriden düşman olmak, kalb ile ayrı dil ile birlikde görünmek ve gerçek itikâdını gizlemek ve gördüğüne, ben seninle berâberim demek, dindâr insanların yolunda bulunmaktan uzak olup, münâfıklar sıfatına dahâ yakındır. Bu hâl sıradan mü’minlere yakışmazken, Allahın Peygamberi için nasıl söylenebilir? Yanî Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” kötü bir kimseye nasıl iyi diyebilir, ayıblanması gerekeni nasıl medh edebilir? Allahü teâlâ Onu, kâmilleri nâkıslardan [olgunları, eksikleri olanlardan] ayırmak, iyiliği kötülükle bir tutmamak için gönderdi. Yoksa kimse günâhdan kaçanla günâh işliyeni birbirinden ayıramazdı. Bir kimsenin, Resûlullahın içi ile dışının birbirini tutmadığına inanması nasıl tasvîb edilebilir. Hâlbuki O “sallallahü aleyhi ve sellem” kalbinde olanı gözü ile işâret etmeği dahî câiz görmezdi. Mekke’nin fethi günü, hazret-i Osmân yanında Abdüllah bin Sa’d ibni Ebî Serh’le gelip, “Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”, elini ver de, sana bî’at [beyât] etsin” diye iki defa arz etdi. Resûlullah mubârek elini vermedi. Üçüncü def’a arz edince, mubârek elini verdi. O da bî’at eyledi. Bu kişi dahâ önce mürted olmuş olup, Mekke’ye gelmiş ve müşriklere katılmış idi ve Resûlullah Mekke’nin fethinde, “Elini Kâ’benin örtüsüne yapışmış hâlde görseniz de, onu öldürün” buyurmuştu. Hazret-i Osmân “radıyallahü anh” ısrârla bî’atını isteyip, Resûlullah elini verdikten sonra, mubârek yüzünü orada bulunanlara dönüp, “İçinizde basîreti [aklı ve görüşü] kuvvetli kimse yokmuydu ki, ona bî’at için elimi vermediğimi görünce, kalkıp boynunu vursaydı” buyurunca, yâ Resûlallah, niçin gözünüzle işâret edip, bunu bize bildirmediniz dediklerinde, “Peygambere göz ile olsun, hâinlik yakışmaz” buyurdu.

Eğer şî’îlerin iddia etdikleri gibi, hazret-i Alî takıyyeye izin vermiş olsaydı, hiç kimsenin onunla bir ihtilâfı olmaz ve o kadar savaş ve mücâdelelere ihtiyâc kalmazdı. Eğer Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” ileri gelenleri ve diğerleri hakkında bu takıyye yolu câiz olsaydı, onların sözlerinin ve verdiği haberlerin hiç kıymeti kalmazdı ve karşılarında bulunanların dinden haber verdiği hiç bir hüküm ve habere hiç güvenilmezdi. Bunun için islâmda takıyye sözünün yeri yoktur ve yoktur.

 

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler