Ziyaeddin Mevlânâ Hâlid-i Osmani’nin babası Ahmed bin Hüseyin, Bağdat’ın Zur kazasındandır. Osman bin Affan “radıyallâhu anh” soyundandır. Mevlânâ Hâlid, fıkıh, hadis, tefsir, tasavvuf, kelam, sarf, nahiv, bedi, meani, beyan, belâgat, vad’, bahs, adab, aruz, lügat, mantık, fizik, matematik, geometri, astronomi ve benzeri ilimlerde zamanının bir tanesi idi. Firuzabadi’nin koca kamus lügatini ezberlemişti. Zamanındaki Bağdat âlimlerinin ve tasavvufçularının, belki asrındaki bütün âlimlerin üstünde idi. Kurân-ı Kerîmin esrarına vakıf idi. Bütün ömrü zühd ve vera ile geçmişti. Gören, işiten her âlim, yüksekliğini, üstünlüğünü söylerdi. Her ilmden, her kitaptan sorulan her suale, düşünmeden, hemen doğru, aslına uygun cevap verirdi. Herkesi hayrette bırakırdı. Adı her tarafa yayıldı. Süleymaniye mütesarrıfı Abdurrahmân paşa, bir medresede ders vermesini, her ihtiyacını bol vereceğini çok diledi ise de, kabul etmedi. Bu işi beceremem dedi. 1203 yılında üstadı Seyyid Abdülkerim Berzenci taundan vefât edince, onun talebesi boş kalmasın diye, bunlara ders verdi. Her taraftan âlimler dersine üşüştü. Her müşkili çözer, her derde deva olurdu. Kendisi hiç kimseye ehemmiyet vermeyip, gece gündüz ibâdet ederdi. Cezbe halinde olup hep ağlardı. Çok düşünceli idi. 1220 de hacca gitti. Yolda Şam âlimlerinden çok saygı gördü. Verdiği cevaplarla, âlimleri şaşkına çevirdi. Alçak gönüllü olduğundan, orada allame Muhammed Küzberi’den hadis rivayeti icazeti aldı. Mustafa Kürdiden hadis ve Kadri icazeti aldı. Yollarda söylediği Fârisî beytler, çok nazik ruhunun terennümleridir. Divanını gören hayran olur. Medine’de Yemenli bir alimden nasihat istedikte, (Mekke’de dine uymayan bir iş görünce, hemen reddetme!) der. Mekke’de, bir Cuma günü, Kâbe-i şerifeye karşı (Delail-i şerif) okuyordu. Câhil kılıklı, siyah sakallı birinin Kâbeye arka çevirip kendine baktığını gördü. (Utanmadan, Kâbeye arkasını çevirmiş) diye düşünürken, (Mümine hürmet, Kâbeye hürmetten daha öncedir. Bunun için yüzümü sana çevirdim. Niçin beni kötülüyorsun, Medine’deki zâtın nasihatını unuttun mu?) dedi. Bunun büyük Velilerden olduğunu anladı. Afv diledi. Beni irşad et diye yalvardı. (Sen burada olgunlaşamazsın) dedi, eli ile Hindistan’ı gösterdi. (Senin işin orada tamam olur) dedi ve gitti. Hacdan, memleketine gelip ders vermeye başladı. Fakat, gece gündüz Hindistan’ı düşünüyordu. Bir gün, Hindistan’ın Kutubu Abdullah-i Dehlevî’nin talebesinden biri geldi. İkisi biryere kapandı. Derse gelmez oldu. Talebe, Hindliye kızmaya başladı. 1224 [m. 1809] senesinde, ikisi Hind yolculuğuna çıktılar. Herkes, talebe, âlimler ağlayıp, yalvarıp yoldan çevirmek için çok uğraştı. Fayda vermedi. Tahran’da şiî alimi İsmail Kaşiyi, talebesi arasındaki konuşmalarda rezil etti. Vaktiyle şiî tefsirlerinde, (Bedr esirlerini saldığın için, Allahü teâlâ seni affetti ayeti, Ebû Bekr’i azarlamaktadır) diye, okumuştu. Kaşi’ye (Peygamberler günah işler mi?) dedi. Kaşi, (Hayır, işlemezler) dedi. (Allahü teâlâ seni affetti ayeti, Peygamberlerin günah işlediğini gösteriyor) buyurdu. Kaşi, (Bu âyet, Peygambere karşı değildir. Ebû Bekr’i azarlamaktadır) dedi. (O hâlde, Allahü teâlâ Ebû Bekri affettim buyuruyor da, siz niçin affetmiyorsunuz?) dedi. Kaşi cevap veremeyip mahçup oldu. Sonra, Bistam, Harkan, Semnan ve Nişapur’dan geçti. Uğradığı yerlerdeki Evliyâyı, şiirleri ile methetti. Tus şehrinde İmâm-ı Ali Rıza’nın türbesini ziyaretinde çok güzel kaside okuyarak methetti. Cam ve Hırat’tan geçti. Her şehirden ayrılırken, âlimler, ahali âşık olup saatlerce yola uğurluyorlardı. Kandihar, Kabil, Pişaver âlimlerinin suallerine verdiği cevaplarla, hepsini hayran bıraktı. Lahor’a ve tam bir senede yürüyerek Dehli’ye geldi. Orada vâris-i ulum-i Rabbânî, camii kemâl-i suri ve mânevî Seyyid Abdullah-i Dehlevî [1158-1240] hazretlerinin kalbine yerleştirdiği zikre devam ve 9 ay çalışıp, huzur ve müşahede makâmına erişti. Velâyet-i Kübrâ hâsıl oldu. Müceddidiye, Kadriye, Sühreverdîye ve Kübreviye ve Çeştiyede kemâle geldi. Abdullah-i Dehlevî’nin mübarek kalbindeki bütün esrara mazhar oldu. 1226 da kendi vatanı olan Süleymaniye’ye geldi. Oradan, Bağdat’taki Abdülkâdir-i Geylânî hanesine yerleştiler. Saîd paşa bin Süleyman paşa, Bağdat valisi idi.
Mevlânâ Hâlid, Mâ-türidi îtikadında ve Şâfiî mezhebinde idi. Çok âlim, çok Velî yetiştirdi. Sayısız kerâmetleri görüldü. Bunlardan çoğu Türkçe (Şems-üş-şümus) ve (Mecd-i talid) kitaplarında yazılıdır. Mesela, sultan Mahmud’un saray nazırlarından Halet efendi, mevlevi idi. Mevlânâ Hâlid’in şöhret ve itibarını çekemeyerek kendisini halifeye çekiştirdi ve (Onbinlerle adamı vardır. Devlet ve saltanat için tehlikelidir. Ortadan kaldırılması lâzımdır) dedi. Sultan Mahmud da (Din adamlarından devlete zarar gelmez) diyerek sözüne kıymet vermedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bunu işitince, halifeye hayır ve selametle duâ etti ve (Halet efendinin işi, piri Celâleddîn-i rumi hazretlerine havale olundu. Onu huzuruna çekip, cezasını verecektir) buyurdu. Az zaman sonra sultan Mahmud Han, Mora isyanına sebep olduğu için, onu Konya’ya sürdü. Orada idam olundu.
Mevlânâ Hâlid 1192 de Zur kazasında tevellüd ve 1242 [m. 1826] de Şam’da taundan vefât etti “kaddesallahü teâlâ sirrehul’aziz”. (Caliyet-ül-ekdar) salavât kitabı her hafta okunur. Çok faydalıdır. Nahvde, kelamda, fıkıhta, tasavvufta kıymetli kitapları vardır. Fârisî olan (Îtikadname) adındaki amentü şerhinin ve râbıta risalesinin tercümeleri basılmıştır. (Îtikadname) nin Türkçe, Fransızca, Almanca ve İngilizce tercümeleri, bastırılmıştır.