Cihâd, kâfirlerle muharebe etmek demektir. İslâmın esaslarından biridir. Müslümanlara farz-ı kifâyedir.
Farz, ziyâde ve noksanlık ihtimâli olmayan kesin delille sâbit olup, nakl edenin naklinde hiç şübhe bulunmıyan belirlenmiş hükümden ibârettir. İki çeşiddir:
Biri farz-ı ayn’dır. Herkesin yapması lâzım gelen, bir kısmının yapması ile diğerlerinden sâkıt olmıyan farzlardır. İmân, abdest, namaz, oruç, zekât, gusl abdesti, hayz ve nifastan yıkanmak ve seferberlik ilân edildiğinde harbe katılmak gibi. Böyle farz-ı ayn olan birşeyi inkâr eden kâfir, terk eden ise fâsık olur.
Diğeri farz-ı kifâyedir. Müslümanlardan bir kısmı onu yapınca, diğerlerinden sâkıt olan farzdır. Resûlullah efendimize (sallâllahü aleyhi ve sellem) salât ü selâm okumak, aksırıp elhamdülillâh diyene yerhamükellah demek, selâma cevab vermek, cenâze namazı kılmak, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker ve cihâd yapmak gibi. Kâfî’de de böyle diyor.
İslâm dîninde cihâd, devenin diğer uzuvlarına göre hörgücü gibidir. Yanî cihad farzı, en yüksek mevki’de bulunmaktadır. Bir hadîs-i şerîfde: «Sabah erken veya öğleden sonra Allah yolunda harbe çıkmak, dünyâ ve içindekilerden hayırlıdır» buyuruldu. Yanî sabah ve öğleden sonra, Allah yolunda harbe gitmenin fazîleti ve sevabı, dünyâ ni’metlerinden hayırlıdır. Çünki dünyâ ni’metleri geçici, âhiretinkiler ise sonsuzdur. Bir başka hadîs-i şerîfde: «Allah yolunda yapılan cihâdın yanında, diğer bütün iyilikler, engin denizde bir damla gibidir» buyuruldu. Hadîs-l şerîfin devamı: «Allah yolunda harb etmek de, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yanında, denizde bir damla gibidir» şeklindedir. Bir hadîs-i şerîfde de: «Kulların bütün iyi amelleri, Allah yolunda cihâd edenin yanında, kırlangıcın gagasıyla denizden aldığı su gibi kalır» buyuruldu. Ebû Hüreyre’nin (radıyallahü anh) rivâyetinde: «Engin denize atılan bir tükrük gibidir» diye geldi. Bir başka hadîs-i şerîfde: «Müşriklere karşı, mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihâd edin» buyuruldu. Dil ile kâfirlere karşı cihâd, perişan ve mağlûb olmaları için bedduâ etmektir. Ayrıca müslümanlara nutuklar vererek, ganîmet almağı duyurarak, gücü yetenleri harbe teşvîk ve benzeri sözler de buna girer.
Cihâda niyeti, Allahü teâlâ’nın dînine yardım ve hak kelimesini yüceltmek olmalıdır. Burada Allahü teâlâ’nın dîni demek şeref ve yücelik içindir. Nitekim Beytullah (Allah’ın evi) de kullanılır. Hak kelimesi, Lâ ilâhe illallah kelimesidir. Mesâbîh şerhinde de böyle diyor.
Cihâda niyette, ayrıca bâtılın kökünü kazımak vardır. Allahü teâlâ’nın rızâsı için canını esirgemez. Resûlullah’a (sallâllahü aleyhi ve sellem) cihâdın en efdali hangisidir? diye soruldukta: «Atının yaralanması ve senin kanının akıtılmasıdır» buyurdu. Yanî Allah yolunda şehîd olmandır.
Sünnetlerden biri, insanın, önce, Allahü teâlâ’ya tâat ve ibâdette kendi nefsi ile mücâhede etmesidir. Bundan sonra başkaları ile mücâhede ve muhârebeye koyulur. Yanî kişi için sünnetlerden biri, nefsine karşı olan riyâzet ve mücâhedeyi, harb ve diğer mücâhede ve muhârebelerden önce tutmaktır. [Riyâzet, nefse istediklerini vermemek, mücâhede, istemediklerini yaptırmağa denir. Mütercim]
Ok atmağı, silâh kullanmağı, ata binmeği öğrenmek de sünnettir. Hadîs-i şerîfde: «Atın, binin. Bana göre, atmanız, binmenizden sevgilidir» buyuruldu. Bir başka hadîs-i şerîfde: «Atışı öğrenip, sonra bırakan, kendisine verilen ni’mete nankörlük etmiş olur» buyuruldu. Ukbe’nin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Atışı öğrenip, sonra unutan bizden değildir» buyuruldu. Yanî sünnetimizi yapanlardan değildir. Bir rivâyette ise: «Asî olur» diye geldi. Mesâbîh şerhinde de böyle diyor. Bir hadîs-i şerîfde: «Müslümânın her oyunu bâtıldır. Ancak yayı ile ok atması, at yetiştirmesi ve hanımı ile oynaması bâtıl değildir. Bunlar hak’dır» buyuruldu. Yanî bunlar meşru olan işlerdendir. Bunun için bunlar, bütün oyunlar bâtıldırlar sözünden, istisnâ edilmişlerdir.
Gazâya, savaşa perşembe günü çıkmak müstehabdır. Sebebi, yolculuk bahsinde geçmişti. Su taşımak, yaraları sarmak gibi işleri görmek için kadınların harbe katılmasında bir mahzûr yoktur. Resûlullah efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) orduyu veya müfrezeyi bir yere gönderdiğinde, sabah erken gönderirdi. Bir hadîs-i şerîfde: «Ma’dî kabilesinden olanlara benzeyin. Bulduğunuzu yiyin, giyin, uzağa ok atma yarışı yapın. Halblerde kolaylık olması için yalınayak yürüyün» buyuruldu.
Harb yolunda, kendisini yılan veya akreb sokarsa, yâhud benzeri sıkıntı ve derdlere düşerse, karşılığını Allahü teâlâ’dan bekler. Çünki bunların hepsi onun için ecir ve sevabdır. Bunun gibi hayvana yedirdiği yem, hattâ hayvanının tersi ve bevli, mîzanında sevab olarak bulunur. Yanî bu sayılanların ağırlığında, terâzisine sevab konur. Bu yoldaki uykusu ve uyanıklığı hep sevabdır. Bütün bunlar, harbe gittiği için ona yardımdır.
Cihâda, savaşa gidenler, hanımı, çocukları bulunmayanlar, ana-babasına hizmette olmayanlardır. Çünki bu sayılanlara hizmet cihaddan önce gelmektedir. Belki en üstün cihaddır.
Cihâda gidene, kim olursa olsun, saygı gösterilir, tâzim edilir. Harbe iştirâk edenlere hizmet edenlere de saygı gösterilir. Köpekleri, koyun, inek vs. hayvanları, at, katır ve merkeblerine bile iyi bakılır. Çünki bunların Allah katında bir mertebesi vardır.
Muharebeye gidenlere, elinden geldiği kadar hizmet, savaşta imkânı nisbetinde yardım eder. Hadîs-i şerîfde: «Allahü teâlâ, bir ok yüzünden 3 kişiyi Cennete sokar. Oku yapanı, atmak için ona vereni ve Allah yolunda o oku atanı» buyuruldu.
Sünnetlerden biri de, harbe gideni hazırlayıp, ona araç ve gereçlerini sağlamak, çoluk çocuğuna iyi bakmaktır. Hadîs-i şerîfde: «Allah yolundaki bir savaşçıyı techîz edip donatan, harb etmiş gibidir. Allah yolunda harb edenin çoluk çocuğunun ihtiyaçlarını görüp, onları gözeten de harbe gitmiş olur» buyuruldu.
Harbe giderken, fakirlerin duâsı bereketi ile, zafer bulmak için Allahü teâlâ’dan yardım ister. Ümeyye bin Hâlid (radıyallahü anh) anlatır: Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) harbe başlarken, Muhâcirlerden fakir olanların duâlarının bereketi ile başlar ve: «Yâ Rabbi, kullarından Muhâcirînin fukarasının hürmetine beze, düşmanlara karşı yardım et» diye duâ ederdi. Mesâbîh şerhinde de böyle yazıyor. İşte harbe gidenler, Resûlullah gibi, müslüman fakîrler, velîler hürmetine böyle duâ ederler.
Harb meydanına, atı iyi, silâhı sağlam, cesaret ve yiğitliği çok olan kimseler gider. Harb atına hürmetle bakar. Hadîs-i şerîfde: «Kıyâmete kadar, iyilik atların alın saçlarında düğümlenmiştir» buyuruldu. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) bununla, dünya ve âhirette sevâbı, iyiliği, dünyâda ganîmeti murâd etmiştir. Harb atı olarak Resûlullah’ın seçtiğini seçer. Kara yağız, alnı beyaz bir atla harbe gider. Atın üst dudağı beyaz, bir rivâyete göre, burnu da beyaz olur. Yâhud da, ayaklarında alaca bulunan siyah atı tercîh eder. Yâhud kuyruğu ve yelesi siyah, diğer tarafları, kırmızı olan atı seçer. Bu sıfatların sırasını gözetir.
Daha atılgan ve cesur olduğu için, harbde erkek atlar, yanî aygırlar daha kullanışlıdır.
Sünnetlerden biri de, atın iyiliğini anlamak, koşmasını, huyunu denemek için, onu yarışa çıkarmaktır. Zîra Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hafyâ’dan Seniyyetü’l-vedâ’a kadar atları yarış ettirmiştir. Bu iki mevki arası 6 millik mesâfedir. Bu atlar, beli ince olan atlardı. Atlar 40 gün beslenince kuvvetlenir, toparlanır. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Yarış ancak atış, at, katır, eşek müsabakalarında olur» buyurdu. Musannifin, atış, deve ve at arasında müsabaka olur demesi, bunların çok yaygın oluşundandır.
Bu sadece, yarışma içindir. Yarışta iki tarafın ortaya para, mal koyması ve kazananın bunları alması helâl değildir. Her türlü yarış böyledir.
Mecma’ü’l-fetâvâ’da diyor ki: Müsâbakada, yarışta câiz olan, tek taraflı bir para veya mal ortaya koymaktır. Meselâ, «sen beni geçersen sana şu kadar para vereceğim, ben seni geçersem, sen bana birşey vermiyeceksin» derse câiz olur. Ama iki taraftan da ortaya konursa, yâhud sözleşme yapılırsa, bu kumardır, haramdır.
Bir bedevî Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) Adbâ adındaki devesi ile yarış yaptı ve bedevî geçti. O güne kadar kimsenin geçemediği bu deveyi bedevinin geçişi, Eshaba ağır geldi. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Allahü teâlâ’nın dünyâ işlerinden yüceltip de, alçaltmadığı şey yoktur» buyurdu. «Tekebbür edeni Allahü teâlâ alçaltır, tevâzu’ edeni yükseltir» sözü meşhûrdur.
Sünnetlerden biri de, harb için at beslemektir. Eshâb-ı kirâm (aleyhimürrıdvân) atış ta’lîmi yapardı. İbni Ömer (radıyallahü anhümâ) güzel atış yapardı. İsâbet ettirince de, hedefe isâbet ettirdim diye öğünürdü.
Sünnetlerden biri de, harb yapmağa harîs olmamak, harbi temennî etmemektir. Çünki harbde, büyük tehlikeler, şiddetli sıkıntılar vardır. Allahü teâlâ’dan sıhhat ve âfiyyet ister. Düşmanla karşı karşıya geldiği zaman, çekinmeden en kuvvetli silâhı ile saldırır. Yapmak istediğinden geri durmaz. Harbe devam ve sebât için Allahü teâlâ’dan yardım ister. Nitekim Kur’ân-ı kerîmde Ribbiyyûn kıssasında şöyle geçer. Bu kıssa, Âl-i İmrân sûresi 146 ve 147. âyetlerindedir: «Nice peygamberler vardı ki, beraberlerinde birçok âlimler savaştı da Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı ümidsizliğe düşmediler, zaaf göstermediler, miskinlik etmediler. Allah sabredenleri sever. O âlimlerin sözü sâdece şuydu: Ey Rabbimiz, bize günahlarımızı ve işlerimizde yaptığımız taşkınlıklarımızı bağışla. Savaşta ayaklarımızı diret ve kâfirler topluluğuna karşı bize zafer ver.»
Bu âyet-i kerîmedeki Ribbiyyûn kelimesine çeşitli mânalar verilmiştir. İbni Abbâs ve Katâde (radıyallahü anhüm) büyük kalabalıktır dediler. İbni Mes’ûd (radıyallahü anh), Ribbiyyûn, binlerce kişi demektir dedi. Kelbî, bir Ribbiyye, onbin kişidir dedi. Dahhâk, bir Ribbiyye bin kişidir dedi. Hasan-ı Basrî (rahimehullah), fakîhler ve âlimler mânasındadır dedi. Bâzıları Rebbâniyyûn vâliler, Ribbiyyûn da tab’asıdır dediler. Bâzıları da, Rabbe nisbet edildiği için, Rabbe ibâdet edenlerdir dedi.
Mücâhid der ki, bunda iki okunuş vardır: Birincisi, Rubbiyyûn olup, büyük topluluk demektir. İkincisi Ribbiyyûn olup, Allah yolunda rastladıkları her musibete sabreden takvâ sâhibi âlimler mânasındadır.
Birisi anlatmıştır: Huzeyfe’nin (radıyallahü anh) kölesine, harb meydanında su götürdüm. Ölmek üzere idi. «Su içer misin?» dedim. «Beni biraz düşmana doğru çek. Suyu kalkanıma koy. Çünki ben orucum. Akşama sağ çıkarsam, o zaman içerim» dedi.
Şerhu’l-hutab’da der ki: İşte âhiret yolu yolcularının, Allahü teâlâ’nın belâlarına sabretmesi, katlanmasi böyle idi.
Bir hadîs-i şerîfde: «Düşmanla karşılaşmağı temenni etmeyin. Ama düşmanla karşılaşırsanız, direnin, sebat edin ve Allahü teâlâ’yı çok zikr edin. Üzerinize saldırır, nârâ atarlarsa, siz susun, yılmayın» buyuruldu. Eshâb-ı kirâm (aleyhimürrıdvân) böyle idiler. Çatışma, çarpışma esnasında nârâ atmazlardı. Bir hadîs-i şerîfde: «Düşman size karşı hızlanırsa, şiârınız Hâmim olsun. Onlar galib gelemezler» buyuruldu.
Mugrib kitâbında der ki: Şiâr, bir nidâdır. Ehli olanlar bununla tanınır. Peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem), Bedir günü Muhâcirlerin şiârını, yâ İbne Abderrahmân, Hazrec kabilesinin şiârını yâ benî Abdellah, Evs kabilesinin şiârını, yâ benî Ubeydullah yapmıştır. Ahzab günü ise, şiarlarını Hâmîm lâ yunsarûn eyledi. Ahzab gecesi, «düşmanla karşılaştığınız zaman, hâ mîm lâ yunsarûn deyin» buyurdu.
İbni Abbâs (radıyallahü anh) buyurur: Bu, Allahü teâlâ’nın isimlerindendir. Sanki bunu söylemekle, düşmanların galib gelemiyeceklerine dâir, yemîn etmiş oluyor.
Ebû Ubeyde (rahimehullah) bunun mânası, yâ Rabbi, onlar galib gelmesinler demektir diyor. Sa’lebe ise, vallahi, onlar galib gelemiyecekler demektir diyor…
Harb eden, hanımını, çocuklarını, malını, parasını, memleketini düşünmez. Çünki bunları hâtırlaması, savaşmasını yavaşlatır. Halbuki harbde olan, kendini çarpışmağa hazır bulundurmalı, dünyadan çıkıp Cennette şehidlik mertebelerine kavuşacağına inanmalıdır.
Sünnetlerden biri de, çarpışmanın başlangıcında, Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) orduyu gönderirken, onlara: «Allahü teâlâ’nın ismi ile başlayın ve Allah yolunda savaşın, Allahü teâlâ’ya inanmıyanlarla harb edin! Ganimette ihânet etmeyin, ahdi bozmayın» söylediği gibi olmaktır.
Mesâbîh şerhinde diyor ki: Kâfirleri, İslâm dînine dâvet etmeden, onlarla harb etmeyin. Hadîs-i şerîf şöyle devam ediyor: «Kadınları, çocukları, ihtiyarları öldürmeyin. Bir şehir ehlini veya kaleyi kuşattığınız zaman, önce onları islâma dâvet edin. Eğer Allahü teâlâ’dan başka mâbud olmadığına ve benim Onun Resulü olduğuma şehâdet ederlerse, sizin için faydalı olan onlar için de faydalı, sizin aleyhinize olan onların da aleyhine olur. Bunu kabûl etmezlerse, cizye vermelerini teklif edin. Onu size verip, aşağılıklarını kabûl etsinler. Bundan da kaçınırlarsa, Allahü teâlâ aranızda hükmedinciye kadar onlarla harb edin, çünki hükmedenlerin en hayırlısı Odur.»
Musannif (rahimehullah) der ki: Yukarıda hadîs-i şerîfde geçen: «İhtiyarlar» sözünden, Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem), harb etmeyen ve harb etmeğe gücü yetmiyenleri murâd etmiştir, bunlar ihtiyar olsun, ya da olmasın. Bir başka hadîs-i şerîfde: «Müşriklerin yaşlılarını öldürün, gençlerini öldürmeyin» diye geldi.
Mugrib’de diyor ki: Bu hadîs-i şerîf hakkında iki îzâh vardır: Biri şöyledir: Âlimlerden bâzısı, bir önceki hadîs-i şerîfle, bu hadîs-i şerîfin mânasını uyuşturmak için, bu hadîsdeki yaşlılardan maksad, henüz harb yapabilen orta yaşlılar, gençlerden murad da, henüz harb yapamıyan çocuklardır dediler. Diğeri de şöyledir: Yaşlılardan, işe yaramıyan, fayda gelmiyen ihtiyarlar, gençlerden de, güçlü ve işe yarayanlar muraddır denmiştir. Musannifin (rahimehullah) sözü ikinci îzâha daha yakındır.
Harb edeceği tarafa yazacağı mektubun sünnete uygun olanı şöyledir: Hâlid bin Velîd (radıyallahü anh) Fars ehline şu mektubu yazıp göndermiştir: «Bismillâhirrahmânirrahîm. Hâlid bin Velîd’den Fars topluluğunda olan Rüstem ve Behrâm’a yazılmış mektubdur. Allah yolunda olana selâm olsun. Bundan sonra derim ki, biz sizi islâma dâvet ediyoruz. Kabûl etmezseniz, aşağılığınızı kabûllenerek ellerinizle cizye verin. Bundan da kaçınırsanız, benim yanımda Allah yolunda savaşmağı, fars ehlinin şarabı, içkiyi sevdiği gibi seven bir millet vardır. Allah yolunda olana selâm olsun!»
Sünnetlerden biri de şudur: Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) tan yeri ağarınca, güneş doğuncaya kadar durur, savaşmazdı. Güneş doğunca, öğlene kadar savaşır, güneş tepeye gelince savaşmaz, sonra yine savaşır, ikindiye kadar devam ederdi. Sonra savaşı keser, ikindiyi kılar, sonra yine savaşa devam ederdi.
Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem), bir şehirde bir mescid görse ezan sesi duysa, kimseyi öldürmez, orada harb etmezdi. Bunda savaşta ve yağmada, İslâm şiârını izhâr edince, kan dökülmiyeceğine işâret vardır.
Düşmanla harb ederken, harb şiddetinden korkmamalı, cesur, yürekli olmalı ve kalbinden şeytanın vesvesesini gidermek için Tevbe sûresindeki, Kul len yusîbenâ… âyetini okumalıdır. Harb eden bilmelidir ki, korkunun ecele faydası yoktur. Harbe gidenin de, hemen ölecektir diye bir kaderi yoktur.
İbni Abbâs’ın (radıyallahü anhümâ) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Ey gulâm, dikkat et, sana birkaç kelime öğreteceğim. Allahü teâlâ seni bunlarla fâidelendirsin! Allahü teâlâ’nın hukukunu muhafaza et ki, Allahü teâlâ da seni hıfzetsin. Allahü teâlâ’nın hukukunu koru ki, Onu her zaman karşında bulasın. Rahatlık zamanında Allahü teâlâ’yı tanı ki, sıkıntı zamanında seni tanısın. İsteyeceğin zaman Allahü teâlâ’dan iste. Yardım istersen, yine ondan iste. Olacak her şeyi Kalem yazmıştır. Bütün insanlar sana bir menfaat te’mîn etmek istese, Allahü teâlâ takdîr etmemişse, edemezler. Allahü teâlâ’nın sana yazmadığı bir şeyde sana zarar vermek isteseler, yine zarar veremezler» buyuruldu. Ravdatü’n-nâsıhîn kitâbında da böyle diyor.
Savaşçı yiğit, arslan yürekli olur. Korkmaz ve kaçmaz. Kaplan gibi atılgan ve dik başlı olur. Düşmana boyun eğmez. Bütün âzâları ile boğuşur. Domuz gibi saldırılara bile sırt çevirmez. Yağmada kurt gibi saldırsalar, hiç sarsılmaz. Bir taraftan vuramazsa, başka taraftan hücum eder. Ağır silâhı taşımada, omuzunda, elinde karınca varmış gibi durur. Sebatta kaya olup direnir, dayanır. Bulunduğu yerden ayrılmaz. Atılan oklara, kılıç darbelerine karşı metânetle durur. Vefâda, efendisi ateşe girenin ardından giden sâdık bir vefâkâr olur. Düşmana saldırı ve yılmazlıkta horoz gibi, savaşırken safda, namazdaki gibi sessiz, komutanına itâatte, cemâatin imama uyması gibi, savaşırken silâhla yüzünü örtmesi, bâkire bir kızın zifaf gecesinde, kocasını görünce yüzünü örtmesi gibi olur. Silâhının çokluğu ile, malının çokluğu ile övünen gibi övünür. Düşmana hîle, hud’a yapar. Köpeğin tilkiyi sıkıştırması ânında, tilkinin yaptığı gibi hîle ve oyunlar yapar. Çünki harbin esası hîleye, oyuna dayanmaktadır. İki saf arasında güveyi gibi onurlu olur. Askerler savaşın cereyan tarzını ve şeklini değiştirmede, bir yandan bir kanada geçmede çocuk gibi hafif davranır. Düşmana karşı haykırışı, gök gürültüsünü andırır. Düşmana karşı sû’-i zanda, herhalde alaca karga gibi olur. Düşmanın hîle ve zorlamalarından turna gibi kurtulur.
Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem), harbe yalan söylemeğe ve çarpışırken hîle, oyun yapmağa izin vermiştir. Bir hadîs-i şerîfde: «Harb, hiledir» buyurmuştur.
Düşmandan aldığı mallarda hiyânet ve zulmetmez. Hadîs-i şerîfde: «Hiyânet Cehennem ateşinin korlarındandır» buyurdu. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hayber günü, yahudîlerden aldığı maldan 2 dirhem kıymetinde boncukları gizliyenin, cenâze namazını kıldırmadı. Yine ganimete hiyânet edenin döğülmesini ve mallarının yakılmasını emretti.
İmamın, devlet reisi veya komutanın, askeri, orduyu harbe teşvîk etmesi gerekir. Nitekim Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) böyle yapmıştır. Her birliğe, harb esnasında kazanılandan birşeyler verirdi ve: «Harbde kendisi ile savaşanı öldürenin, herşeyi kendinin olur. Dârü’l-harbden bir yer işgâl edilirse, işgal edene verilir. Oradaki bütün esir ve mallar onun olur. Çünki bu, onları harbe gitmeğe teşvîk eder» buyurdu.
Komutan, cesûr, yürekli olanları ilk safa geçirir. Onlardan harb oyunlarını, savaş usûllerini iyi bilenleri birer takım ve birliklerin başına verir.
Harbe katılanların hepsi, Allah yolunda şehîd olmağı büyük ni’met ve ganîmet bilmelidir. Çünki şehîdlik, yüksek bir mertebe, yüce bir makamdır. Bir hadîs-i şerîfde: «Şehîdin duyduğu ölüm acısı, sizden birinizin pire ısırmasından duyduğu acı gibidir» buyuruldu. Bir hadîsde de: «Her ölenin ameli kesilir. Ancak Allah yolunda nöbet tutarken ölenin ameli kesilmez. Çünki onun ameli, kıyamete kadar artar ve kabir azabından emîn olur» buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde de: «Şehîdlerin rûhları, yeşil kuşların kursaklarındadır. Cennette diledikleri yere uçarlar.» Bir rivâyette: «Şehidlerin ruhları, Arşda asılı kandiller içindedir» diye buyuruldu.
İmam Yâfiî anlatır: Hicrî 630 (m. 1232) senesi idi. Ömer bin Fârıd (rahimehullah) Mısır’daki bir medreseye girdi. O âlimler ülkesi sayılan memlekette, bakkallık yapan birisini gördü. Abdest almasına dikkat etti. Düzensiz bir abdest alışı vardı. «Ey ihtiyâr, bu yaşta olasın, bu memlekette bulunasın ve doğru dürüst abdest almasını bilmeyesin, şaştım doğrusu!» dedi. O zât: «Ey Ömer, senin kalbin Mısır’da açılmaz» buyurdu. Yanına yaklaştı, önüne oturdu ve: «Efendim, kalbim nerede açılır?» dedi. «Mekke’de açılır» buyurdu. Ben nerede, Mekke nerede? dedi. İhtiyâr eliyle işâret edip: «İşte şurada!» buyurdu. O anda Mekke’yi gördü. Yaşlı zat, ona hemen Mekke’ye gitmesini buyurdu. O an yola koyulup, hemen Mekke’ye vardı. 12 yıl orada kaldı. Kalb gözü orada açıldı ve meşhûr dîvanını orada nazm etti. Bu kadar yıl sonra, bir gün, o ihtiyarın: «Ey Ömer, artık gel, cenâzemde bulun!» sesini duydu. Kalkıp yanına gitti. İhtiyar: «Şu altını al, beni onunla techîz ve tekfîn et. Sonra beni taşı ve filân yere koy. Sonra, benim ne olacağıma bak» buyurup, Karafe kabristanına işâret eyledi. O anda, gözümden perde kalktı, gösterdiği yeri gördüm. Vefât edince, onu götürüp oraya koydum. O anda gökten bir adamın indiğini gördüm. Namazını kıldık. Sonra hakkında ne olacağını bekledik. Birden gökyüzünün yeşil kuşlarla dolduğunu gördük. İçlerinden büyük bir kuş geldi, onu yuttu ve uçtu. Bu hâli görünce, çok hayret ettim. Yanımdaki adam bana: «Ey Ömer, buna hiç hayret etme. Çünki şehidlerin ruhları. Cennette dolaşan yeşil kuşların kursaklarındadır. Nitekim hadîs-i şerîfde böyle gelmişti. Onlar kılıç şehidleri ise., bu muhabbet şehidlerinin cesedleri ruhdur (ya’nî lâtîf olan ruhlarının te’sîri ile, ruh gibi lâtîf olmuşlardır).
Bâzı hadîste: «Cennet ehlinden hiçbiri, dünyâya dönmekle kavuştuğunun 10 misline kavuşacağını bilse de, dünyâya dönmek istemez. Ancak şehid, tekrar dünyaya gelip, Allah yolunda bir defa daha şehîd olmak ister. Cünki şehidliğin üstün derecesini görmüştür» buyuruldu.
O halde her mü’minin, yaşadığı müddetçe şehidliği temenni etmesi lâzımdır. Hadîs-i şerîfde: «Hâlis niyyetle, Allahü teâlâ’dan şehidlik istiyeni, yatağında ölse de, Allahü teâlâ şehidlik mertebesine ulaştırır» buyuruldu.