İslâm dîninin sünnetlerinden biri de, duâdır. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Duâ ibâdettir» buyurmuştur. Sevrî (rahimehullah) dedi ki: Hakku’l-yakîn üzere yapılan duâ ibâdettir. Duâ mı yoksa sükût veya rızâ mı efdal olduğu hakkında ihtilâf olundu. Denildi ki, duâ efdaldir. Çünki başlı başına ibâdettir. Kabûl edilmese de, kul ibâdeti yerine getirmiş olur. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Allahü teâlâ için duâdan daha değerli bir şey yoktur» buyurmuştur. Bâzılarına göre de sükût, Allahü teâlâ’nın hükmü karşısında sessiz kalması efdaldir. Hak teâlâ’nın irâde ve ihtiyârını önde tutmak rızânın en tamam hâlidir. Bir kısım âlimler de 2 işi bir araya getirmiş olmak için kalbi ile rızâ sahibi, dili ile duâ edici olmalıdır dediler. İmâm-ı Kuşeyrî (rahmetullahi aleyh) diyor ki: En iyisi şöyle demelidir. İnsanın her vakti bir olmaz. Ne zaman kalbinde duâ etmeğe işâret bulursa düâ vakti demektir. Duâ etmek iyi olur. Eğer kalbinde sükût etmeğe bir işâret bulursa, sükût vakti demektir. O vakit sükût evlâdır (Hadâyiku’l-hakâyık).
Düâ ibâdetin özü ve mü’minin silâhıdır. İbni Abbâs (radıyallahü anhümâ) rivâyeti ile Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Dikkat ediniz! Düşmanınızdan kurtulmanız, bol rızka kavuşmanız İçin size gece gündüz duâ etmenizi tavsiye ediyorum. Çünki duâ mü’minin silâhıdır» buyurmuştur.
Selmân (radıyallahü anh), Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Kazâyı ancak duâ önler» buyurduğunu rivâyet etmiştir. Âişe (radıyallahü anhâ) da Resûlullah’ın: «Duâ, inen (vâki’ olan) belâya da fâide verir, inmeyene (başa gelmiyene) de fâide verir. Belâ iner, düâ onun karşısına çıkar. Kıyâmet gününe kadar mücâdele ederler» buyurduğunu haber vermiştir. Başa gelen belâya fâide vermesi, onu kolaylaştırması ve sabır ihsân etmesi ile olur. İnmiyen belâya fâide vermesi ise, belânın bâzı alâmetleri zâhir olup duâ eder, böylece belâ giderilmiş olur. Tenvîr’de böyle diyor.
İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh): İhyâu’l-ulûm kitâbında buyuruyor ki: Kazânın geri çevril meyeceği, mutlaka meydana geleceği bildirildiğine göre, düânın kazâya ne fâidesi olur? denilirse, buna şöyle cevab verilir: Duânın, belânın geri çevrilmesine ve rahmetin cetb edilmesine sebeb olması da kazâ ve kaderin bâzı kısımlarındandır. Duâ bir kalkan gibidir. Kalkanın oka karşı koyması, kazâya q|an inancı bozmaz. Duâ da böyledir. Allahü teâlâ bir işi takdîr etmiş, sebebini de takdîr etmiştir.
Düâ, gök ve yerin nûru, dînin direğidir. Ebû Hüreyre’nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde böyle bildirilmiştir. Düâ(nın kabûl olunması için) birçok sünnetler ve edebler vardır: Bunlardan birisi helâl, tayyib lokmadır. Yâni yediklerinin hepsi helâl olmalıdır. Sa’d bin Ebî Vakkas (radıyallahü anh) duâsının kabûl edilmediğini Resûlullah’a (sallâllahü aleyhi ve sellem) söyleyince, Resûlullah efendimiz: «Yâ Sa’d! Haramdan sakın. Çünki karnına haram lokma giren kimsenin duâsı 40 gün kabûl edilmez» buyurmuşlardır. Ne güzel demişlerdir: Hâcetin anahtarı duâdır. Anahtarın dişleri ise helâl lokmalardır.
Tayyib olarak giyinmek de düânın sünnet ve âdâbındandır. Musannif (rahimehullah) helâl yerine daha kuvvetli olarak tayyib kelimesini kullanmıştır. Helâl ile tayyib arasındaki farkı âlimler çeşidli şekilde açıklamışlardır. Bir kısmı helâl. tehlikesi olmayan şeydir, tayyib sakıncası olmayan şeydir dediler. Bir kısmı da: Helâl, âlimlerin «helâl değildir» demediği şeydir. Tayyib, hukemânın (hikmet sâhiblerinin) «helâl değildir» demediği şeydir dediler. Bir kısmı da, müftînin sana helâldir diye fetvâ verdiği şeydir. Tayyib ise kalbinin sana günâhı yokdur diye fetvâ verdiği şeylerdir dediler (Şerh-i Nikâye).
Alî bin Mansur’a (kuddise sirruh) sordular: Günâhımız nedir ki duâlarımız kabûl edilmiyor? Buyurdu ki, duânın kabûl olması, onun temiz olmasına bağlıdır. Yanî yediği, içtiği, giydiği her şey tayyib, helâl olmalıdır. Bir âlime, ne yapmalıyım ki duâm kabûl olsun diye suâl eden kimseye âlim: Helâl, tayyib lokma yemeli, helâl giyinmeli ve sonra duâ etmelisin. Bu takdirde kabûl olduğunu görürsün cevabını vermiştir. Bu zamanda bu, mümkün müdür? diye suâl edince: «Elbiseni çıkar, temiz bir suya gir. Ondan bir yudum iç. Bu su sana hem elbise, hem de yiyecek olarak yetişir. Sonra ne istersen iste» buyurdu. O şahıs, âlimin dediklerini yerine getirdi. Allahü teâlâ da onun meramını, duâsını kabûl buyurdu.
Yemesi, içmesi halâldan olmıyan kimsenin düâsı red edilir. Düânın kabûl olma şartlarından biri de, düânın kabûl edileceğine yakîn ile inanmak ve kalbin hâzır olmasıdır. İbni Abbâs (radıyallahü anhümâ) rivâyetiyle Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Allahü teâlâ’ya, kabûl edileceğine tam inanarak düâ ediniz. Biliniz ki, Allahü teâlâ gâfil bir kalb ile yapılan düâyı kabûl etmez» buyurmuştur. Demek ki, düânın şartlarını yerine getirmekle beraber, kalbin, düânın kabûl edileceğine yakîn ile inanması gerekmektedir. Düânın kabûl edilmemesi, yâ düâ edilenin kabûl etmekten (hâşâ) âciz olmasından veyâ kerîm olmamasından ya da düâ edilenin düâ edenin düâsını bilmemesindendir. Düâ eden, bu eksik sıfatların düâ edilende olmadığına yakînen inanıyorsa, düâsınm yâ dünyâda aynen, veya karşılığının âhirette verileceğine inanır. Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh), hasta olduğu için Ebû Osman Nehrî’yi ziyârete gitmişti. «Yâ Ebâ Osman! Hastanın düâsı hakkında neler denildiğini duymuşsundur. Onun için Allahü teâlâya düâ et!» buyurdu. Ebû Osman (rahmetullahi aleyh), Allahü teâlâya hamd ü senâ ettikten sonra bir âyet-i kerîme okuyup salât ü selâm getirdi. Ellerini kaldırdı. Biz de ellerimizi kaldırdık. Düâ etti. Ellerimizi indirince dedi ki: Sevinin, vallahi Allahü teâlâ düânızı kabûl etti. Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh): «Allahü teâlâya yemîn mi ediyorsun?» buyurdu. Evet yâ Hasen! Sen bana bir şey söylesen* sefii tasdîk ederim, inanırım. Allahü teâlâ: «Bana düâ ediniz, düânızı kabûl edeyim» buyuruyor. Onu nasıl tasdîk etmiyeyim cevâbını verdi.
Dışarı çıkınca Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh): «O benden daha fakîhdir» buyurdu (Tenbîhü’l-gâfilîn).
Düânın şartlarından biri de, hatâ ve günahlardan yeniden tevbe etmektir. Zâhiri kirden temizlediği gibi, bâtını da günahlardan temizlemelidir. Böylece duâ kabûle daha şâyân olur. Düâda istenilen şeyler için acele etmemelidir. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Bir günâh için düâ etmedikçe, akrabayı ziyâreti terk etmedikçe ve düâda acele etmedikçe kulun düâsı kabûl olunur» buyurmuştur. Yâ Resûlâllah! Düâda acele etmek nasıl olur? diye sorulduğunda: «Düâ ettim de kabûl edilmedi demektir» buyurmuştur. Düânın geç kabûl edilmesini de istememen ve düâdan usanmamalıdır. Düâ etmekte usanç, gevşeklik, ağırlık, melâlet gösteren kimsenin düâsı kabûl edilmez.
Bilinmelidir ki. Allahü teâlâ bir hikmet ve bir maslahat için birçok şeyleri gizli tutmuştur. Bütün farz ve nâfilelere rağbet edilsin diye rızâsını tâatlerde gizlemiştir. Büyük, küçük bütün günahlardan sakınsınlar diye gadabını günahlarda gizlemiştir. Bütün velîlere saygı gösterilsin diye insanlar arasında velî kulunu gizlemiştir. Bütün isimlerine saygı gösterilmesi için ism-i a’zamı isimleri arasında gizlemiştir. Bütün namazlara devam edilmesi için salât-ı vüstâ’yı da saklı tutmuştur. Her zaman ve tekrar tekrar tevbe etsinler, tevbenin çeşitli kısımlarına devam etsinler, diye tevbenin kabûlünü gizlemiştir. Her zaman korku içinde olmaları için ölüm vaktini de bildirmemiştir. Bütün geceleri ihyâ ederek geçirmeleri için kadir gecesini gizlemiştir. Bunun gibi hangi düânın kabûl edileceğini, bütün düâları yapmaları için saklı tutmuştur.
Allahü teâlâ bir kimsenin düâsını, yalvarmasını kabûl edebilir, fakat istediğini vermesini geciktirebilir. Bunun sebebi, ya ezelde takdîı edilen vakit gelmemiştir veyâ Allahü teâlâ, kullarının ısrarla, mübalâğa ile istemelerini sevdiği için; biraz daha fazla ısrar ve mübalâğa ile düâ etmeleri içindir, veya yalnız Allahü teâlâ’nın bildiği başka bir sebebdendir. Bâzan âhirette sevabının verilmesi için düâsının kabûlü ezelde takdir edilmemiş de olabilir (Tenvîr).
Tergîb’de bildirilen hadîs-i şerîfde Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Duasında günah ve akrabayı ziyareti terk etmek olmıyan müslümâna Allahü teâlâ şu 3 şeyden birini verir: Ya düâsını hemen kabûl eder veya âhirete erteler veyâhud da ondan benzeri bir kötülüğü uzaklaştırın». Diğer bir lâfızla: «Düâ ettiği kadar günahlarına keffâret olur» buyurulmuştur. Yezidi’r-Rekkaşî (rahimehullah) dedi ki: Kıyâmet günü, Allahü teâlâ, dünyâda iken düâ edip de düâsı kabûl edilmeyen kimselere düâlarını arz ederek: «Bu senin falan zamanda yaptığın falan düâdır. O düânın yerine’ sana bu sevâbı veriyorum» buyuracak, o kadar sevab verecek ki, o kul keşki dünyada hiç bir duâm kabûl olmasaydı da, bugün onun karşılığını görseydim diyecektir (Tenbîhü’l-gâfilîn).
Dilersen bu isteğimi ver, dilersen beni bağışla diyerek düâda muhayyerlik olmaz. Dilersen lâfzı Allahü teâlâ hakkında câiz olmaz. Zîra hiç kimse ona hükmedemez. O dilediğini yapar, dilediği gibi hükmeder. Düâ üzerine devam etmeli ve düâyı 7 kereye kadar tekrar etmelidir. Hadîs-i şerîfde şöyle bildirilmiştir: «Allahü teâlâ düâlarında ısrar edenleri sever. Çünki ibâdet edilen evlerde temiz kalb ve hüsn-i niyet ile yükselen sesler dönen feleklerin düğümlerini çözer.»
Enbiyâ sûresi, 89. âyet-i kerîmesinde Allahü teâlâ : «Zîra Zekeriyya (aleyhisselâm) Rabbine nidâ etti. Biz de onu kabûl ettik» buyurmuştur. Buradaki nidâ düâ mânasındadır.
Belâ ve musibet ânında başarı ve iyiliğe ulaşması için ni’met ve refah içinde iken, çok düâ yapmalıdır. Genişlik içinde iken düâ eden Allahü teâlâ’nın hizbinden olur. Şiddet ânında belâya uğrayanlara yardım etmek büyüklerin âdetlerindendir, şanlarındandır. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Şiddet ânında Allahü teâlâ’nın, düâsını kabûl etmesinden hoşlanan kimse refah zamanında düâyı çok yapsın» buyurmuştur. Üstâd Ebû İshak (rahmetullahi aleyh) yolda giderken bir cemâat, önüne çıkıp, düâ istediler. Başınıza gelen musîbet nedir? diye sordu. «Emîr bize 2 tay getirdi. Bir defa Cürcan’a kaçtılar. Şu anda 2. defa kaçtılar. Onları bulup yakalayamazsak Emîrimız bizi öldürür dediler. Üstad merkebinden indi. 2 rek’at’ namaz kıldı. Düâ etti. O sırada birkaç kişi gelip ey üstâd! Yakaladık dediler. Üstâdın seçkin talebesinden biri: «Ey üstâdım! 30 seneden beri size hizmet ediyor, etrafınızda dönüyorum. Ne olur! Şu kıldığın 2 rek’at namaz ve ettiğin düâyı bana da öğretseydin de ihtiyaç olduğu vakit namaz kılıp düâ etseydim dedi. Üstâd şöyle sevab verdi: Bu kabûl, şimdi kıldığım namaz ve düâdan değildir. Otuz senedir kıldığım namaz ve yaptığım düâlar ile haram lokmadan sakınmamın semeresidir (Revnaku’l-Mecâlis).
Abdullah ibni Abbâs (radıyallahü anhümâ) dan nakledildi ki: Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) bindiği hayvanda O’nun arkasında oturuyordum. Bana: «Allahü teâlâ’yı yalnız iken muhafaza et ki, O da seni sahralarda muhafaza etsin» buyurdu.
Haccâc, Mu’în adında birini hapsetmişti. Hapse girince, 2 rek’at namaz kıldı. Yâ Rabbi! Beni çıkar diye düâ etti. Çok geçmeden hapishânenin kapısı çalındı., Haccâc’ın yanına götürüldü. Haccâc buna, gidebilirsin dedi. Mu’în izninizle mahkûmlara bir söz söyliyeceğim dedi. Haccac; «git, söyle» dedi. Mu’în hapishanedekilere şöyle dedi: «Allahü teâlâ’yı refah halinde zikredin. O da sıkıntı ânında sizleri zikretsin.»
Dervişlerden birinden hikâye edilir: Çorak bir arazide dolaşırken, bir adamla karşılaştım. Dikenli bir ağaçtan yaş hurma yiyordu. Selâm verdim. Selâmımı aldı. Buyur, sen de ye! dedi. Ağaca yaklaştım. Tuttuğum yaş hurmalar diken oluveriyordu. Adam güldü. Vâh, vâh! Eğer sen yalnız olduğun zamanlarda Allahü teâlâ’ya itâat etseydin, sana şimdi böyle sahralarda yaş hurma yedirirdi dedi.
Düâdan önce Allahü teâlâ’ya hamd edip Resûlüne salevat getirmelidir. Fudâle bin Ubeyd (radıyallahü anh) dan nakledildi: Resûlullahın (sallâllahü aleyhi ve sellem) yanında oturuyorduk. Bir adam içeri girdi. Namaz kıldı. Sonra: «Beni mağfiret et, bana rahmet et!» diye düâ etti. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Ey namaz kılan, acele ettin. Namaz kılıp oturduğun zaman önce Allahü teâlâ’ya lâyık olduğu şekilde hamd et, sonra bana salevat getir. Daha sonra düâ et» buyurdu. Bundan sonra başka bir adam namaz kıldı. Allahü teâlâya hamd etti. Resûlullah’a (sallâllahü aleyhi ve sellem) salevat getirdi. Resûl (aleyhisselâm) : «Ey namaz kılan! Düâ et, kabûl olunur» buyurdu.
Et-tergîb ve başka kitablarda bildirilmiştir. Seleme bin Ekvâ (radıyallahü anh) dan rivâyet olundu ki, Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) her düânın başlangıcında muhakkak: «Sübhâne rabbiyel aliyyil a’lel vehhâb» buyururdu.
Düâ esnasında kendi nefsine zulm ettiğini îtiraf eder. Sonra ihlâs içinde o zulümden tevbe eder. Düâsını bütün ehl-i İslâm için genelleştirir, bütün istek ve amellerini dile getirir, hâcetinin görülmesi için büyük pir rağbet ve azm içinde düâ eder. İstediği şeyin büyüklüğüne, husûlünün uzak olmasına bakmadan, gevşeklik karışmaksızın tam bir rağbet ile Allahü teâlâ’dan istemelidir. Allahü teâlâ için hiç bir şey büyük ve zor değildir. Kâinat Onun yed-i kudretindedir.
Düâda seci’ yapmamalı, sünnet ve şerîat sınırının dışına taşan garib, acîb dileklerde bulunmamalıdır. Hadîs-i şerifle men’edilmiştir. Düâ eden mutazarrı’, yalvarıcı, yakarıcı bir durumdadır. Üstten konuşması, edebî lâflar etmesi, haddi aşmak olup doğru olmaz. Meselâ: «Allah’ım, bana Cennette şöyle bir köşk ver!» diye düâ etmek, edebe aykırı olup, haddi aşmaktır. Abdullah bin Mugaffel (radıyallahü anh) ın oğlu Cennetin sağ tarafında beyaz bir köşkün bulunduğunu duyunca: «Allah’ım, Cennetin sağ tarafında bulunan beyaz köşkü senden istiyorum!» diye düâ etmiş. Babası oğlunun bu düâsını duyunca: «Oğlum, Allahü teâlâ’dan Cenneti iste. Cehennemden de ona sığın. Cünki Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem)’den duydum. «Bu ümmet içinde öyleleri olacak ki temizlik ve düâda haddi aşacaklar» buyurdu» dedi.
Mesâbîh’in Tenvir adlı şerhinde diyor ki: Tahârette haddi aşmak, meselâ abdest alırken meşrû ve sünnet olan sınırın dışına çıkarak âzaları 3 defadan fazla yıkamak gibidir. Düâda haddi aşmak, ihtiyâcı olmayan şeyi istemek, edebe aykırı olarak amel’ve hâlinin ulaşamadığı mevki’leri dilemek gibileridir. Abdullah bin Mugaffel’in oğlunun da Peygamberlere (aleyhimüsselâm) âid olan makamı veya Cennette belirli bir yeri istemesi de böyle haddi aşmaktır. Çünki o yerler belki düâ eden için değil de, başkaları için takdîr edilmiş olabilir.
Allahü teâlâ’ya kalbine hayırdan ilham edildiği gibi düâ etmelidir. Kalbinde incelik, huşû’, bedeninde hudû’ duymadan, dili ile, ezbere düâ etmemelidir. İbâdet, amel yapmadan, yanî düâ etme sebeblerine yapışmadan kuru terpennîde bulunmamalıdır. Yanî Allah katında kurbete erişmek için tâat ve mücâhedelerine tevfîk istemelidir. Tâatsiz yakınlık istememelidir.
Yolunda bulunmadan, sebeblere yapışmadan istemek, kuru temenniden ibârettir. Bir kısım âlimler dediler ki: 7 şey vardır ki, 7 şey olmadıkça fâide sağlamaz:
1) Sakınma olmadıkça korkunun fâidesi olmaz.
2) Taleb olmadan recânın, ümid etmenin fâidesi olmaz.
3) Kasd olmadan niyyetin fâidesi olmaz.
4) Pişmanlık olmadan istiğfarın fâidesi olmaz.
5) İçine yerleşmemiş şeyi dışa vurmada fâide olmaz.
6) İhlâssız olan zahmet çekmenin fâidesi olmaz.
7) Cehdsiz, gayretsiz yapılan düânın fâidesi olmaz (Tenbîh).
Hulâsa’da bildirilen bir hadîs-i şerîfde Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Amel etmeden düâ eden, yaysız ok atan gibidir» buyurmuştur.
Mühim bir iş için Allahü teâlâ’ya düâ yapacağı zaman, abdest ve gusül etmelidir. Abdullah bin Ebî Evfâ’nın (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfde Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur : «Allahü teâlâ’ya veya Âdemoğullarından birine bir hâceti olan kimse, güzel bir abdest alıp iki rek’at namaz kılsın. Allahü teâlâ’ya hamd ü senâ ve Resûlüne salât ü selâm getirsin. Sonra şöyle desin: Lâ ilâhe illâllahül halîmül kerîmü. Sübhânallah) rabbil arşil azîm. Velhamdülillâhi rabbil âlemîn. Es’elüke mücîbâtı rahmetike ve azâyime mağfiretike velganîmete min külli birrin, vesselâmete min külli ismin lâ tedâ’ lî zen- ben illâ ğafertehu, velâ hemmen illâ ferrectehu ve lâ hâceten hiye leke rıdâen illâ kadaytehâ yâ erhamerrâhimîn!»
Hadîs-i şerîfdeki düânın mânası: Allahü teâlâ’dan başka ilâh yoktur. Halimdir, kerîmdir. Büyük Arşın sâhibi olan Allahü teâlâ’yı tenzîh ederim. Hamd âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâ’ya mahsustur. Yâ erhamerrâhimîn olan Allahım! Senden rahmetini mûcib olan, mağfiretini mûcib hasletleri, her iyilikten ganîmeti, her günahdan selâmeti istiyorum. Benim için bağışlamadığın bir günâh, gidermediğin bir üzüntü, rızâna uygun olup da yerine getirmediğin bir hâcet bırakma! Yâ erhamerrâhimîn!
Kıbleye dönerek düâya başlamalı, kendisi için düâ etmelidir. Sonra anne-babasına, sonra bütün mü’minlere düâ etmelidir. Ebeveyne, düâyı terk etmemelidir. Çünki fakirliğe yol açar (Ta’lîmü’l-müteallim). Ellerini omuzlarına kadar kaldırır. O şekilde ki, koltuklarının beyaz kısmı görünür. Avuç içlerini yüzüne doğru tutar. Burada şu mânaya işâret vardır: Sen öyle bir Allah’sın ki. iki kudret elin açıktır. İsteyene bolca verirsin. Rahmetinle bize de ver. Fadlınla bize ihsân, ikrâm eyle. Yağmur düâsında yapıldığı gibi ellerinin üstünü yukarı getirmemelidir. Bu def’e işârettir. Yağmur düâsında da kıtlığın define işâret vardır. Boğulma, yıkılma, azab inmesi gibi hallerin definde de böyle düâ yapılır.
Düâda dizleri üstüne oturup istediğini üç kere söylemelidir. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) düâ ettiği zaman, 3 kere düâ eder, bir şey istediği zaman üç kere isterdi. Yukarıda (istediğini yedi kere tekrar eder) denilmişti. Burada üç kere tekrar ettiği söyleniyor denirse cevab olarak deriz ki: O başka bir rivâyettir. Musannif (rahimehullah) onun üzerinde durmuştur. Veya yedi kere tekrarı yedi ayrı vakitte yapar denilmek istenmiştir. Akla uygun gelen de budur. Bu, Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) Enes (radıyallahü anh)’e: «Bir işe kasd ettiğin zaman Râbbine 7 kere istihâre yap!» buyurması gibidir.
Hısnü’l-hasîn kitâbında bildirildiği gibi, düâda Allahü teâlâ’ya, peygamberleri (aleyhimüsselâm) ve sâlih kullarını (radıyallahü anhüm) vesîle etmelidir. Düâda sesini alçaltmalıdır. Edeb, huşû’ ve hudû’ üzere olmalı, gözünü semâya kaldirmamalıdır. Düâdan sonra ellerini yüzüne sürmelidir. Hadîs-i şerîfde: «Düâyı bitirdiğiniz zaman ellerinizi yüzünüze sürün. Onda bereket vardır» buyurulmuştur.
Bunda, iki elin semâvî bereketlerle dolduğuna işâret vardır. Ellerden en kıymetli âza olan yüze bereketler akıtılmış olur. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) yine bir hadîs-i şerîfde: «Elbette Rabbiniz diridir, kerîmdir. Kulu tarafından kendisine kaldırılan elleri boş çevirmekten hayâ eder» buyurmuştur. Düâ eden kimsenin Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) verdiği haberin doğru olduğunu kalbinde saklaması gerekir. Ancak uyanık olmak lâzımdır. Hadîs-i şerîf, düânın kesinlikle kabûl edileceğini ifâde etmiyor, ellerin boş çevrilmiyeceğini bildiriyor. Yâ istediği verilir veyâ sevâba kavuşur. Düânın sonunda Sübhâne rabbike… âyet-i kerîmesi okunur.
Yaptığı düâya, dinleyici gibi âmin demelidir. Düâ edenin ve dinleyenin düâya âmin demeleri düâ âdâbındandır. Rivâyet edildi ki, Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Nasârâ, size, âmin demenizde hased ettiği gibi, hiçbir şeyde hased etmemiştir» buyurmuştur. Yanî Nasârâ âmin demekteki fazîleti bilmektedirler. Kâ’bü’l-ahbâr (rahimehullah) dedi ki: Âmin, Rabbül-âlemînin mührüdür. Onunla mü’min kulunun düâsını mühürler. Mukâtil (rahimehullah) dedi ki: Âmin demek, düâ için bir kuvvettir. Rahmetin inmesini istemektir. İmam Ebülleys’in tefsirinde böyledir.
Düâsının kabûl edildiğini hissederse, Allahü teâlâ’ya hamd etmelidir. Hısnü’l-hasîn’de bildirilen bir hadîs-i şerîfde: «Sizden biriniz hastalıktan şifâ bulduğu veya seferden döndüğünde düâsının kabûl olduğunu sezerse, şöyle düâ etmelidir: (Elhamdü lillâhillezî biizzetihî ve celâlihî tetimmüssâlihât)» buyurulmuştur. Düânın mânası: Hamd o Allahü teâlâ’ya mahsustur ki, izzeti ve celâli sayesinde bütün iyi işler tamamlanır.
Düâsının kabûlü gecikse de, yine Allahü teâlâ’ya hamd etmelidir. «Elhamdülillâh alâ külli hâl» demelidir. Düâ eden en efdal vakitleri, en şerefli sâatleri seçmelidir. Cum’a günü ezan vakti, güneş batmadan önceki cum’a gününün son vakti, ikinci ezân, ezân ile ikâmet arası, ikâmet zamanı kıymetli vakitlerdir. İkâmet zamanı, üzüntüsü olan kimseler için tecrube edilmiştir. Çarşamba günü öğle ile ikindi arası, her günün zevâl vakti ve gecenin ikinci yarısı, seher vakti, cum’a gecesi, Receb ayının ilk gecesi, Şa’banın 15. gecesi, bayram geceleri de kıymetli vakitlerdir. Hiçbir gün ve geceyi düâ yapmadan geçirmemelidir. İftar zamanında düâ etmeyi ganimet bilmelidir. Farz ve nâfile oruçların iftarı aynıdır. Kalbin rikkati ânı da kıymetli vakittir. Çünki bu Allahü teâlâ’nın bir rahmetidir.
Allahü teâlâ’nın celâl ve kibriyâsını düşünüp teyâkuz hâlinde olan insanın bu hâlinde yaptığı düâ da kıymetlidir. Hastalık hâlinde düâ yapmağı da ganimet bilmelidir. Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh)’ın bildirdiği bir hadîs-i şerîfde Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Hastanın yanına girdiğin zaman senin için düâ yapmasını rica et. Zîra onun düâsı meleklerin düâsı gibidir» buyurmuştur.
Aile ve vatanından uzak kalındığı zaman, farz namazlardan sonra,. Kur’ân-ı kerîmi hatm edince, ihlâs sûresini okuduktan sonra, sayıları: yüze ulaşan müslüman cemâati içinde yapılan düâlar kıymetlidir. Hısnü’i-hasîn kitâbında diyor ki: Secde ânında, Kur’ân-ı kerîm okuduktan, sonra, meyyit yanında bulununca, horozlar öterken, zikir meclislerinde, meyyitin defni ânında, imam veleddâllîn dediği zaman, düâ yapmak için, efdal olan zamanlardır.
Düâ ederken efdal olan yerleri de araştırmalıdır. Allah yolunda düşman safları ile karşı karşıya gelindiğinde ve yağmur yağarken düâ yapmak kıymetlidir. İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi aleyh) ezân ile ikâmet arasında yapılan düânın müstecâb olduğunu birçoklarından duyduğunu söylemiştir.
Beyt-i şerîfi görünce, kapı ile makam arasında, Rükn ile makam arasında düâ yapmak müstecâbdır. İsteklerin en önemlisini seçmeli, afv, müâfat ve âfiyet dilemelidir. Afv, günâh ve kusurların bağışlanmasıdır. Muâfât, Allahü teâlâ’nın seni insanlardan, insanları da senden müâf tutmasıdır. Âfiyet hakkında çeşitli sözler söylenmiştir. Şiblî (rahimehullah) diyor ki: «Âfiyet, dînin bid’atten, amelin âfetten, nefsin şehvetten, kalbin kuruntudan kurtulması demektir. Âfiyet, dinde istikâmet, sâlih kimseler ile sohbet ve saatler geçtikçe tâatleri arttırmak demektir denildi. Bir kısmı da kalbin her an Allahü teâlâ ile karar kılması demektir» dediler. Âfiyet için, belâsız bir nefes, cefâsız arkadaş, yorulmadan gelen rızk ve riyâsız ameldir diyenler de oldu. Ma’rifet ehlinden birisi de, âfiyet, Allahü teâlâ’nın seni başkasına muhtaç etmemesidir dedi. Hakîm’den (rahimehullah) âfiyet nedir? diye soruldu. Kuvvetli bir din, selîm bir kalb ve sakîm bir beden, kerîm olan Rabbe tevekküldür cevabını verdi. Ebû Bekr Verrâk’a (rahimehullah) âfiyet nedir? diye soruldu. Kulun îmân ile ölmesi, vilâyet ehli olanlar ile haşr edilmesi, Sırat köprüsünden geçmesi ve sonra Cennete girmesidir cevâbını verdi. Mârifet ehlinden birisi ise, âfiyet, on haslettir. Beşi dünyadadır. Bunlar; ilim, amel, ihlâs, şükr ve kazâya râzı olmaktır. Beşi de âhirettedir. Bunlar: yüz aklığı, terâzide sevabların ağır gelmesi, hesabın kolay görülmesi, Sırattan geçmek ve Cehennemden kurtulup Cennete girmektir dedi. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Dünyâda ve âhirette Rabbinden dinde afv ve âfiyet iste! Bu ikisi sana verilirse iflah oldun demektir» buyurmuştur. Bir kimse Resûlullah’a (sallâllahü aleyhi ve sellem) hangi düâ efdaldir? diye sorunca: «Allahü teâlâ’dan âfiyeti iste. Çünki hiç bir kimseye yakînden sonra afiyetten daha hayırlı bir şey verilmemiştir» cevâbını vermiştir (Hâlisa).
Düâ eden, Allahü teâlâ’dan yakin ve rahmeti de ister. Yakın, îman nûru ile ayânen rü’yettir, görmektir. Düâ ederken kelimesi az. fakat mânası çok olan düâları seçmelidir. Rabbenâ âtinâ… âyet-i kerîmesi ve Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Allahümme a’tınî külle hayrin ven’zinî min külli şerrin düâsı böyledir». Rabbenâ âtinâ… âyet-i kerîmesinde geçen haseneten kelimesindeki tenvin çokluk ifâde eder. Böylece düâ eden, Rabbinden dünyâda ve âhiretteki bütün iyilikleri, güzellikleri istemiş olur. Enes (radıyallahü anh), Resûlullah’ın genellikle bu düâyı yaptığını haber vermiştir. Resûlullah’ın (aleyhissaltü vesselâm) metinde, bildirilen düâsı: «Allahım bana bütün iyilikleri ver ve her şerden beni koru!» mânasınadır.
Tergîb sâhibi diyor ki: Abdullah bin Büreyde (radıyallahü anh) rivâyet ediyor ki, Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir şahsın şöyle düâ ettiğini duydu: «Allah’ım senden şu niyâzımla diliyorum. Şehâdet ederim ki, sen Allah’sın! Senden başka hiç bir ilâh yoktur. Birsin. Samedsin. Doğurmayan, doğurulmayan, hiç bir benzeri olmayan sensin!» Resûl-i ekrem (sallâllahü aleyhi ve sellem) bunun üzerine: «Sen Allahü teâlâ’dan öyle bir isimle istedin ki, bu isimle istendiğinde mutlaka verir ve düâ edildiğinde muhakkak kabûl eder» buyurdular. Muâz bin Cebel’den (radıyallahü anh) nakledildi: Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir adamın: «Yâ zelcelâli vel ikrâm!» diyerek düâ ettiğini duyunca: «Düân kabûl edilmiştir. İstediğini iste!» buyurdu. Ebû Ümâme (radıyallahü anh)’ın rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfde: «Allahü teâlâ, yâ Erhamerrâhimîn diyen kimseler için bir melek görevlendirmiştir. Onu 3 kere söyliyen kimseye melek: Erhamerrâhimîn sana ikbâl etmiştir. O’ndan istediğini iste diye seslenir» buyurulmuştur. Âişe (radıyallahü anhâ) Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Kul, yâ Rabbî! yâ Rabbî! dediği zaman Allahü teâlâ, lebbeyk kulum, buyur, iste! İstediğin verilecektir der» buyurduğunu rivâyet etmiştir. Ebüdderdâ ile İbni Abbâs (radıyal- lahü anhümâ) Allahü teâlâ’nın en büyük isimlerinden biri Rab, Rab’dır dediler.
Enes (radıyallahü anh)’dan nakledildi: Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) Ebû Ayyâş’a uğradı. Namaz kılıyordu. Sonra şöyle düâ etti: Allahım şu düâmla senden yalvarıyorum: Hamd senin içindir. Senden başka ilâh yoktur. Yâ Mennân! Yâ hayyu yâ kayyûm! Yâ Bedî’assemâvâti vel-ardı yâ zelcelâli vel-ikrâm. Bunun üzerine Resul (aleyhisselâm: «Allahü teâlâ’nın ism-i a’zamı ile düâ etti. O öyle bir İsimdir ki, onunla düâ edildiği zaman kabûl edilir, onunla İstenirse mutlaka verilir» buyurdu.
Ebüdderdâ (radıyallahü anh) bildiriyor: Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) ile birlikte ikindi namazı kılıyorduk. Bir köpek önümüzden geçecek oldu. Adımını atar atmaz öldü. Resûl aleyhisselâm: «Bu köpeğe kim beddüâ etti?» buyurdu. Birisi ben ettim yâ Resûlâllah! dedi. Resûlullah: «Sen, elbette ki, Allahü teâlâ’ya ism-i a’zamı ile düâ ettin. O isim ile düâ edildiğinde kabûl eder. O isim ile istendiğinde verir. Söyle bakalım nasıl düâ ettin?» buyurdu. O kimse de: «Allahümme innî es’elüke bienne lekel hamde lâ ilâhe illâ entel emânü, bedî’üssemâvâti vel-ardı. Yâ zelcelâli vel-ikrâm. Ekfinâ hâzel kelbe bimâ şi’te» diye düâ ettim dedi. Ma’nâsı: Allahım senden şununla diliyorum: Hamd senin içindir. Senden başka ilâh yoktur. Sen göklerin ve yerin yaratıcısısın. Ey celâl ve ikrâm sâhibi, bu köpeğe dilediğin gibi yap ve bizi kurtar (Tergîb).
Ebû Bekri’l-Katî’î, Sırrı bin Yahyâ’dan, o da hayr ile senâ ettiği Tayy kabilesinden olan birisinden nakletmiştir. Allahü teâlâ’dan. onunla düâ edildiğinde düânın kabûl edildiği İsm-i a’zamı göstermesini istiyordum. Hemen o anda gökteki yıldızlarda: «Yâ bedî’assemâvâti vel-ard. Yâ zelcelâli vel-ikrâm» yazıldığını gördüm.
Tergîb’de, Sa’d bin Ebî Vakkâs (radıyallahü anh) Resûlullah’dan (sallâllahü aleyhi ve sellem) şu hadîs-i şerîfi rivâyet etmiştir: «Bir müslüman Yûnus aleyhisselâmın balığın karnında iken yaptığı duâyı: Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlimîn okursa, bununla yaptığı düâsı muhakkak kabûl olur.»
Hadâık kitâbında Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir: Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) zamanında Şam ile Medîne arasında ticâret yapan bir zât vardı. Kafilelere katılmazdı. Allahü teâlâ’ya tevekkül ederek yalnız gider gelirdi. Bir seferinde Şam’dan gelirken, at üzerinde bir hırsız ile karşılaştı. Hırsız dur dedi. Tüccar durdu. işte malım, al ve beni serbest bırak dedi. Hırsız, mal zaten benim, ben senin canını almak istiyorum dedi. Tâcir, öyle ise, bana biraz mühlet ver, abdest alıp namaz kılayım, düâ edeyim dedi. Hırsız izin verdi. Tâcir abdest aldı, 4 rek’at namaz kıldı ve ellerini kaldırıp şöyle düâ etti: «Yâ Vedûd, Yâ Vedûd! Yâ zel-arşil mecîd! Yâ Mübdî, yâ Mu’îd! Yâ fe’âlü limâ yürîd! Es’elüke binûri vechikeilezî melee erkâne arşike ve es’elüke bikudretikelletî kadderte bihâ haikıke ve birahmetikelletî vesiat külle şey’in. Lâ ilâhe illâ ente. Yâ muğîs, eğısnî! Yâ muğîs, eğısnî! Yâ muğîs, eğısnî!» Düâ bitince hemen orada kır at üstünde yeşil elbiseli, nûrdan harbesi olan birisi belirdi. Hırsız onu görünce tâciri bırakıp atlıya saldırdı. Süvâri hırsıza bir darbe vurup attan düşürdü. Tâcire dönerek, bunu öldür! dedi. Tâcir, ben hayatımda kimseyi öldürmedim. Bunu öldürmeyi de hoş görmem dedi. Sonra süvari hırsızı öldürdü. Tâcir, sen kimsin? diye sordu. «Ben üçüncü kat gökte duran bir meleğim. Bunu öldürmeyi Allahü teâlâ bana nasîb etti. Sen birinci defa düâ ettiğinde, gök kapılarının öyle çalındığını duyduk ki, mühim bir hâdise oluyor dedik. İkinci defa düâ ettiğinde gök kapıları açıldı. Ateşten, sıcaktan alev almış gibi idi. Üçüncü defa düâyı okuduğunda Hak teâlâ tarafından Cebrâil (aleyhisselâm) indi. Şu yakın kulu kim kurtaracak dedi. Bu işe beni görevlendirmesi için Rabbime düâ ettim. Kabûl edip beni gönderdi. Ey Allahın kulu! İyi bil ki, senin yaptığın bu düâyı kim yaparsa Allahü teâlâ onun sıkıntısını giderir, yardım eder» dedi. Tâcir sağ sâlim Medine’ye döndü. Başından geçenleri Resûlullah’a (sallâllahü aleyhi ve sellem) anlattı. Resûlullah: «Muhakkak ki, Allahü teâlâ sana Esmâ-i hüsnâyı telkin etmiş. O isimlerle Allahü teâlâ’ya düâ edilirse, kabûl olur, istenirse verilir» buyurdu.
En efdal düâ kişinin kendisine düâ etmesidir. Bunu ganimet bilmelidir. Babanın çocuğuna yaptığı düâ da efdal olan düâlardandır.
Anne ve babanın’ düâsı ve beddüâsı: Anne – babanın çocuklarına yaptıkları beddüâları kabûl edilir. Cünki anne-baba çocuklarına, ancak isyân ettikleri, aşırı kötü davrandıkları, hak ve hukuklarına riâyet etmedikleri zaman beddüâ ederler. Anne-baba, kendilerine hürmet, itâatde bulunan çocuklarına şefkat, merhamet ve rikkat ile düâ ederler. Denildi ki, annenin beddüâsı kabûl olmaz. Çünki çok merhametlidir. Beddüâsının vuku’unu istemez. Baba böyle değildir (Tenvir).
Çocuğun da anne-babasına yaptığı düâ makbûldür. Kardeşine gıyâbında, arkasında yapılan düâlar da makbûldür. Buradaki kardeşten murad, hem kendi öz kardeşi, hem de din kardeşi olan bütün rnü’minlerdir.
Kardeşine yapılan düânın en kısa zamanda kabûl olacağı umulur. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem)’in: «En çabuk kabûl edilen düâ gâibin gâibe yaptığı düâdır» hadîs-i şerifini Abdullah bin Ömer (radıyallahü anhümâ) rivâyet etmiştir. Mü’minin, görmeden bir kardeşine yaptığı düâda riyâ ve menfaat yoktur. Fakat hâzır olan kimseye yapılan düâda, gösteriş ve çıkar söz konusudur. Bir arada olmayanların birbirlerine yaptıkları düâda yalnız Allah rızâsı gözetildiği için düâları makbûl olur. Bir hadîs-i şerîfde: «Bir müslümânın, din kardeşine gıyâbında yaptığı düâ kabûl olunur. Başucunda bir melek vardır. Kardeşine düâ yaptıkça, sana da o kadar der. O meleğin görevi budur» buyurulmuştur.
Allahü teâlâ’nın en sevdiği düâ: «Allahım, Muhammed aleyhisselâmın ümmetini umûmî bir rahmet ile mağfiret et» şeklindeki düâdır.
Hastaların ve âdil imamların, devlet reislerinin düâsı da mergûb ve mahbûbdur. Şöyle rivâyet edilmiştir: «1 sâ’atlik adâtet, 70 senelik ibâdete denktir.»
Oruçlunun düâsı da kıymetlidir. İftar zamanı yapılan düâ kıymetlidir. Çünki Allahü teâlâ katında kıymetli bir ibâdet sona ermişdir. Hadîs-i kudsîde: «Oruç benim içindir. Karşılığını ancak ben veririm» buyurulmuştur.
Misâfirin düâsı ehline, gâzînin düâsı vatanına dönünceye kadar makbûldür. Çünki ailesinden uzak olduğu ve çeşidli zorluklarla karşılaştığı için kalbi rikkat ve inkisâr içindedir. Allahü teâlâ’ya bütün rûhu ile yönelir ve düâsı da Hak teâlâ’nın lûtf ve ihsânı ile kabûl olur.
Mazlumun bedduâsından sakınmalıdır. Zulm âteşi ile karşı karşıya gelen kimsenin içi yanar beddüâ yapmak zorunda kalır. Düâsı kabûl mahallinde olur. Nitekim Hak teâlâ Nemi sûresi, 62. âyet-i kerîmesinde: «Yoksa, sıkıntıya düşen kimse, düâ ettiği zaman, onun düâsını kabûl edip, fenâlığı gideren, sizi yeryüzünün sâkinleri kılan mı hayırlıdır?» buyuruyor. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «3 kimsenin düâsı reddedilmez. Bunlar, iftar zamanında düâ eden oruçlunun, âdil hükümdârın ve mazlûmun düâlarıdır» buyurdu. Diğer bir rivâyette, bu 3 kimse için «…Babanın çocuğuna düâsı, müsâfirin ve mazlûmun düâları» olarak bildirilmiştir.
Ebüdderdâ (radıyallahü anh) buyurdu ki: Mazlûmun beddüâsından (âbından) ve yetimin gözyaşlarından sakının. Çünki insanlar uykuda iken onlar yürürler.
Hiç kimse kendisine, âilesine ve çocuklarına beddüâ etmemelidir. Olur ki, düâların icâbet, kabûl olma zamanına rastlar da, beddüâsı vuku’a gelir. O zaman pişman olur ama pişmanlık fâide vermez. Bu mânada bir hadîs-i şerifi Câbir (radıyallahü anh) rivâyet etmiştir: «İnsanlardan öyleleri vardır ki, kendisine zulm edene beddüâ etmekten sakınır. Bu hareket zâlimin kıyâmet günündeki cezâeını hafifletir.»