İSTEMENİN EDEBLERİ
«İhtiyaçlarını insanlara söylemeyip, Allahü teâlâ’ya arz edene, Allahü teâlâ insanları muhtâc eder» demişlerdir. Takvâ sâhibi bir mü’minin en önemli vazifesi, insanlardan birşey dilenmemesi, ihtiyaçlarını insanlara arz etmemesidir. Çünki ihtiyâcını insanlardan istemek büyük bir fitne, ağır bir belâ olup şiddetli ölümden beterdir. Bir hadîs-i şerîfte: «İffet istiyene, Allahü teâlâ iffet verir, insanlardan birşey istemiyeni Allahü teâlâ zengin eder, onlara muhtaç etmez» buyuruldu. Hadîs-i şerîfin lâfzı şöyledir: «Allahü teâlâ, kendinden iffet istiyene iffet verir. İnsanlardan birşey istemiyeni zengin eder. Sabretmeğe uğraşanı da sabırlı yapar.» Yanî elindeki az bir azığa kanâat edip, insanlardan birşey dilenmeyene, Allahü teâlâ kanâati kolaylaştırır. İhtiyâcım yok deyip, insanlara avuç açmıyanı, yüz suyu dökmiyeni, Allahü teâlâ zengin eder. Kendini sabretmeğe zorlıyana da sabrı kolaylaştırır. Tenvîrü’l-mesâbîh’de de böyle diyor.
Abdullah bin Ömer (radıyallahü anh) anlatır: Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) minberde, sadakadan ve kimseye el açmamaktan bahsediyordu. Buyurdu ki: «Üstteki el, alttaki elden hayırlıdır». Bâzıları, üstte olan el, dilenmek için açılmıyan eldir dediler. Hattâbî böyle diyor. Bu, mâna yönünden daha doğru ve uygundur der ve delil olarak da, Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) bunu, sadaka vermek ve sadaka istememekten bahsederken, söylemesidir diyor. Bu gerçek yücelikten, rûh üstünlüğünden olup, birçoklarının sandıkları gibi, îtibârî, hissî bir üslük değildir. Yanî veren el üstün, alan el aşağıdır mânasında değildir. Bunu Beyhakî, Et-tergîb vet-terhîb kitâbında bildiriyor.
Bir hadîs-i şerîfde: «Kıyâmet günü olunca, Allahü teâlâ, ümmetimden bir tâifeyi kanatlandırır. Kabirlerinden Cennetlere uçarlar. Orada dolaşırlar ve diledikleri gibi ni’metlenirler. Melekler, onlara: «Siz Cehennemi gördünüz mü? derler. Hayır derler. «Sırattan geçtiniz mi?» buyururlar. Hayır derler. Melekler: «Siz kimin ümmetindensiniz?» buyururlar. Muhammed aleyhisselâmın ümmetindeniz derler. «O halde, dünyadaki ameliniz ne idi, bize anlatın» buyururlar. Bizim iki hasletimiz vardı. Allahü teâlâ, fadlı ve rahmeti ile, bizi bu dereceye onlarla kavuşturdu derler. «O iki haslet hangileri idi?» buyururlar. Yalnız olduğumuz zaman Allahü teâlâ’ya isyan etmekten, günâh işlemekten hayâ ederdik ve az da olsa bize verdiği rızka râzı olurduk derler. Bunun üzerine melekler: «Bu, sizin hakkınızdır» buyururlar.» (Ravdatü’n-nâsıhîn)’de de böyle diyor.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Sevbân’a (radıyallahü anh), kimseden birşey dilenmemesini vasiyet etti. Şöyle ki: «İnsanlardan birşey istememeyi tekeffül eden için, ben de Cenneti tekeffül ederim» buyurunca, Sevbân, «ben tekeffül ederim» dedi. Bundan sonra Sevbân (radıyallahü .anh) çok fakirlik çekti. Bununla beraber kimseden en küçük birşey istemedi. Hattâ, hayvanın üstünde iken elindeki kamçı veya sopa düşse, kimseye, şunu bana verir misin demez, hayvandan iner alırdı. Tuhfetü’l-ebrâr kitâbında da böyle diyor.
Kişi, hâcetini, yanî ihtiyacını kimseye arz etmeden edemiyorsa, bunda sünnet, abdest alıp, 2 rek’at namaz kılıp, sonra hâcetini, hiç kimseye söylemeden Allahü teâlâ’ya arz etmektir. Bundan sonra perşembe günü sabah erkenden çıkar, Âl-i İmrân sûresinin sonunu, Âyete’l-kürsî’yi ve İnnâ enzelnâ sûresini ve Fâtiha-i şerîfeyi okur. Sonra Allahü teâlâ’ya Kul hüvallahü sûresini okuyarak hamd ü senâ eder. Arkasından Peygamber efendimize (sallâllahü aleyhi ve sellem) salât ü selâm getirir. Sonra insanların takvâ ve verâ’ı en çok olanına gider. Bulursa, hâcetini ona arz eder. Bulamazsa, neseb ve haseb bakımından ileri gelenden ister. Haseb, babalarında bulunan iftihara şâyan hasletlerdir. Sahîh’de de böyle diyor. Hasebden sonra neseb kelimesi gelirse, burada nesebden murad, babalarına âid güzel hasletler değil, kendisinde bulunan iftihar edilmeye şâyan hasletler olur. Fakat insanların dilinde, filân haseb ve neseb bakımından… şöyledir diye söylenen sözler, yukarıda bildirdiğimizin aksinedir. Düşünülünce anlaşılır. İnceleme ve araştırmalardan sonra deriz ki: Haseb kelimesi, 3 meşhûr mâna taşımaktadır:
1) Babalarının mefâhirinden olmasıdır. Nitekim Cevheri böyle demiştir.
2) Kişinin kendisinde iyi hasletlerin bulunması. İbni Sekît böyle dedi.
3) İkisinden de geniş anlamlıdır. Mugrib’de bildirildiği gibi: Onlar, bir kimseyi medh etmek için, filân kimse haseb ve neseb bakımından şöyle şöyledir dediklerinde, bu ancak son iki mânada söylenmiş olur. İkinci mânada kullanılması, kendiliğinden anlaşılmaktadır. Üçüncüye gelince, o da açıklanmış oldu. Haseb zikrolunur ve bununla nesebden başkası murâd olunur. Bu da, kendilerince bilinen bir karîne mukabilinde olmaktadır. Bâzen genel, özelin mukabilinde bildirilir ve bundan bu özelden başkası murâd olunur. Kadr sûresindeki: «Melekler ve rûh (Cebrâil aleyhisselâm) iner» âyeti açıklanırken böyle denmiştir.
Neseb ve haseb sâhibi bulamazsa, hâcetini, eli açık, yüzü güler ve kalbi en merhametli kimseden ister. O kimse, onun ihtiyacını görürse, suratını asarak değil, güler yüzle görür. Görmezse, yine güler yüzle davranır.
Bir şey istiyen, açıktan, sesli olarak değil, hafif sesle ister. İstediği kimseyi yalandan övmez, ona saygı ve alçak gönüllükte aşırı gitmez. Birşey isterken, günâh olan bir şeyi irtikâb etmez. İstemede bir müsIümâna eziyet etmez. İstediği kimseden, işi görülünce, ortağı olmıyan, zâtında, sıfatlarında ve isimlerinde benzeri bulunmıyan Allahü teâlâ’ya hamd eder ve ihtiyâcını gideren o kimseye düâ eder. Çünki Allahü teâlâ’ya en çok şükreden, insanlara teşekkür edendir. İstediği kimseden eli boş dönerse, yine Allahü teâlâ’ya hamd eder, o kimseyi kötülemez. Belki ezelde takdîrinin böyle olduğunu bilir.
İhtiyacını elde etmeye yavaş yürüyerek gider. Din kardeşleri için, ihtiyâcının görülmesini bir ni’met bilir, onu Allahü teâlâ’nın lütfü sayar. Zîra yürüdüğü derecede kendisine sevab verilir. Bu ameli ile, derecesi yükseltilir. Karşılaştığı zorluklardan, elini açıp da red olunmasından mahzûn olmaz. Çünki onun ardında beklenen bir çıkış kapısı, yâhud yakın bir rahatlık ve kederden kurtuluş vardır. Allahü teâlâ Elem neşrah leke sûresinde: «Muhakkak her zorluğun, kolaylığı vardır» buyuruyor. Beyt:
İşin en zor ânında sen kurtuluşu gözet,
En zor ânını, çıkışa, en yakın ân kabûl et.
Nitekim, «sabır kurtuluşun anahtarıdır» sözü meşhurdur. Sabr edip zorluktan çıkışı beklemek ibâdettir. Bâzı hadîsde: «Sıkıntıya düşen veya borçlanan kimse, bin kere lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm dese, Allahü teâlâ işini kolaylaştırır» buyuruldu. Alî bin Ebû Tâlib’den (radıyallahü anh) bildirilir: Kendisine bir mükâtib gelip, âzâd olmak için efendime vermem gereken parayı bulamıyorum deyince, Alî (radıyallahü anh): «Sana, Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) bana öğrettiği birkaç kelimeyi öğreteyim. Üzerinde dağ gibi borç olsa, Allahü teâlâ edâ etmeni nasîb eder. De ki: «Allahümmekfinî bihalâlike an harâmike vegninî bifadlike ammen sivâk» buyurdu. Bu Ezkâr’da bildirilmektedir.
Hidâye şerhi Nihâye’de der ki: İbni Mes’ûd, Resûlullah’dan (sallâllahü aleyhi ve sellem) bildirir: «12 rek’at namaz vardır. Bunu gece veyâ gündüz kılıp, her rek’atında Fâtiha-i şerîfe ve bir zamm-ı sûre okuyup, 2 rek’atte oturup selâm veren ve son 2 rek’attan sonra, selâmdan önce secde edip, 7 Fâtiha ve 7 Âyete’l-kürsî okuyup, lâ ilâhe illâllahü vâhdehû lâ şerîkeleh lehül hükmü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr’i 10 defa söyleyip, sonra Allahümme innî es’elüke bi- mak’ad-il ızzi min arşike ve münteher rahmeti min kitâbike ve bi ismi-kel a’zam ve ceddikei a’lâ ve kelimâtiket tâmmetl en takdiye hâcetî deyip, sonra Allahü teâlâ’dan, hâcetini diler, sonra başını kaldırır, sağına ve soluna selâm verirse, Allahü teâlâ hâcetini görür» buyurdu.
Bundan sonra Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Bunu, sefihlere öğretmeyin, çünki bu müstecâb düâdır» buyurdu. Hısnü’l-hasîn sâhibi, imam-ı Cezrî (rahimehullah) bunu, Hidâye şerhinde olduğu gibi yazdıktan sonra diyor ki: et-tergîb vet-terhîb sâhibi İmam Beyhakî (rahimehullah) bunu tecribe ettiğini ve işlerin, ihtiyaçların görülmesine sebeb bulduğunu bildirmektedir. Biz deriz ki, bunu Vâhidî Kitâbü’d-duâsında bildiriyor ve isnadlarında âlim olmıyan bir kişi yoktur. O da tecrube ettiğini ve böyle olduğunu, ben de tecrube ettim diyor. Cezrî’nln Hısnü’l-hasîndeki yazısı bitti.
İmam Gazâlî (rahimehullah) İhyâ’sında, istihâre namazını anlattık: tan sonra diyor ki: Kim darda kalır, yâhud din veya dünya bakımından yapması gereken bir işi yapamaz, zorluklarla karşılaşırsa, şu namazı kılsın. Bunu Vehîb (radıyallahü anh) bildirir: Red edilmiyen düâlardan biri şudur: Kul 12 rek’at namaz kılar, her rek’atında Fâtiha-i şerîfe, Âyete’l- kürsî ve Kul hüvallahü ehad okur. Bitirince, hemen secdeye varır ve: «Sübhânellahillezî leysel izzü illâ bihi, sübhânellezî ta’attafe bil- mecdl ve tekerceme bihi, sübhânellezî ahsâ külle şey’in bi-ilmihi, sübhânellezî lâ yenbağı et-tesbîhu illâ lehü, sübhâne zil-menni vel-fadlı, sübhâne zil-izzi vel-keremi, sübhâne zit-tavli vel-cûdi ven-niaml, es’elüke bi-mekâidi izzike min arşike ve münteher-rahmeti min kltâbike ve bis- mikel a’zami ve ceddikei a’lâ ve kelimâtiket-tâmmâtilfetî lâ yücâvizü- hünne berrün ve lâ fâcirun en tusalliye alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed.» Sonra, içinde günâh bulunmıyan hâcetini ister. Duâsı kabûl edilir. Bu namazı İbni Mes’ûd (radıyallahü anh) Resûlullah’dan (sallâllahü aleyhi ve sellem) rivâyet etmiştir. İmam Gazâlî’nin (rahmetullahi aleyh) sözü burada bitti.
İbrâhim bin Hallat (rahmetullahi aleyh) bildirir: Cebrâil aleyhisselâm Ya’kub aleyhisselâma: «Sana bir duâ öğreteyim. Onunla Allahü teâlâ’ya düâ edersen, Allahü teâlâ seni sıkıntıdan kurtarır» dedi. Düâ şudur: «Yâ men lâ ya’lemü keyfe hüve illâ hüve, yâ men lâ yeblûgü künhe kudret ihl gayrehü. Ferric annî». Ya’kub aleyhisselâm bu düâyı okudu ve derhal müjdeci geldi. Bunu Dürrü’l-âfâk sâhibi bildirmektedir.
İmam Şâfiî (rahimehullah) buyurur: Başıma bir iş geldi. Beni yaktı. Allahü teâlâ’dan başka kimse onu bilmiyordu. Ertesi gece, rü’yâda birisi bana gelip: Ey Muhammed bin İdris, Allahümme innî lâ emlikü li nefsî darran ve lâ nef’an ve lâ mevten ve lâ hayâten ve lâ nüşûrâ ve lâ estetî’u en eclde illâ mâ a’taytenî ve lâ ettekî illâ mâ vakaytenî. Allahümme veffıknî limâ tuhıbbü ve terdâ minel kavli vel ameli fî âfiyyetin düâsını oku dedi. Sabah olunca, bu düâyı tekrarladım. Akşam olunca,. Allahü teâlâ dilediğimi ihsan etti ve içinde bulunduğum halden beni kurtardı. Bu düâların kıymetini bilin, sakın bunlardan gâfil olmayın! Ravdatü’n-nâsıhîn’de de böyle yazıyor.
Hayâtü’l-hayvân kitâbının sahibi der ki: Şeyhul allâme Ebûbekir Muhammed bin Velîd-i Tartuşî’nin düâ kitabında, Matraf bin Abdullah’- dan naklen gördüm. Diyor ki, Mansûr’un yanına girdim. Çok üzüntülü olduğunu gördüm. Konuşmak istemiyordu. Bâzı sevdiklerini kaybetmişti. Bana, ey Matraf, öyle üzüntüye düştüm ki, bunu Allahü teâlâ’dan başkası benden gideremez; bildiğin bir duâ var mı, söyle de okuyayım, belki Allahü teâlâ üzüntümü, sıkıntımı giderir dedi. Dedim ki: Ey mü’minlerin emîri! Bana Muhammed Sâbit, Ömer bin Sâbit-i Basrî’den bildirdi. Dedi ki, Basralılardan bir adamın kulağına bir sivrisinek girdi. Gece gündüz onu uyutmadı. Hasan-ı Basrî’nin (rahimehullah) eshâbından biri, ona, Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) dostu Alâ-i Hadramî’nin duâsını oku. Denizde de olsa, o duâ sâyesinde kurtulurdu dedi. Halife, o hangi duâdır, söyle, Allah sana rahmet etsin dedi. Alâ-i Hadramî’yi Bahreyn’e gönderdi. Askeri çok susadı. Öleceklerinden korktular. Alâ-i Hadramî (radıyallahü anh) hayvanından inip, 2 rek’at namaz kıldı, sonra, «Yâ halım, yâ alîm, yâ alî, yâ azîm eskınâ = bize su ver» dedi; Bir kuş kanadına benziyen bir bulut, üzerlerine gelip, yağmur yağmağa başladı. Hattâ kaplarını doldurdular, hayvanlarını içirdiler. Sonra devam eder: Sonra yola devam ettik. Denizin körfezine geldik. O günden önce ve sonra o kadar dalgalı hâli görülmemiştir diyebilirim. Gemi bulamadı. 2 rek’at namaz kılıp, sonra, yâ halîm, yâ alîm, yâ alî, ya azîm ecirnâ = bizi kurtar» deyip, atının dizginlerini tuttu ve Bismillâh diyerek ardımdan gelin! buyurdu.
Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) der ki: Suyun üzerinden yürüdük. Vallahi, bizim ayaklarımız ve mestlerimiz ve hayvanların tırnakları ıslanmadı. Ordu ise, dört bin kişi idi. O adam bu duâyı okudu. Allahü teâlâ’ya yemîn ederim ki, biz yanından çıkmadan, o sivrisinek, vızıldıyarak kulağından çıktı ve duvara kondu. Adam da iyileşti. Halife Mansûr bunu işitince, kıbleye döndü ve bir müddet bu duâyı okudu. Sonra Matraf’a dönüp: «Ey Matraf, Allahü teâlâ beni o üzüntü ve sıkıntıdan kurtardı» dedi. Yemek getirilmesini emr etti. Beni de yanına oturtup, beraber yemek yedik.
Ca’fer-i Huldî (rahimehullah) anlatır: Ebû Hasan’dan ayrılırken, bana bir şey öğret dedim. Buyurdu ki: Birşey kaybettiğin, yâhud Allahü teâlâ’dan bir kimse ile buluşmayı istediğin zaman, yâ câmi’annâsi li yevmin lâ raybe fîh. İnnallahe lâ yuhlifül mî’âd. Ecma’ beynî ve beyne kezâ söyle, muhakkak Allahü teâlâ seni o şeyle, yâhud kimse ile birleştirir.
Ca’fer-i Huldî der ki, ne için bu düâyı okuduysam, düâm kabûl edildi. Hayâtü’l-hayvan’ın yazısı burada bitti.
Bu kitâbı şerheden (yanî Seyyid Alî Zâde) bu fakîr derim ki, bu naklolunan düâyı birçok defalar tecrube ettim. Gerçek buldum.
Râgıb-i İsfehânî (rahimehullah) Muhâdarâtında şöyle yazar: Bir grup insanlar gemiye binmişlerdi. Hâtıfdan bir ses, «kim bana onbin dirhem (gümüş) verirse, ona bir kelime öğretirim, başına bir derd gelirse, onu okur ve kurtulur» dedi. Adamın biri, ben veririm dedi. O ses, «o gümüşleri suya at» dedi. Adam da attı. «Sana bir keder gelirse. Talâk sûresi 1. âyetinin sonu ile 2. âyetini oku dedi. Arkadaşları ona, paranı zâyi ettin dediler. Her nasılsa, gemi parçalandı. Ondan başka hiç kimse kurtulmadı.
Mişkâtü’l-envâr’da yazıyor: Eshâb-ı kirâmdan biri anlatır: Dünyâ benden yüz çevirdi ve elimde birşey kalmadı. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) ona: «Meleklerin düâsını, mahlûkatın teşbihini unuttun mu? Onlar bununla rızık bulurlar» buyurdu. Yâ Resûlâllah, o hangi düâdır? dedi. «Sübhânellahi ve bihamdlhi sübhânellahil azîm estağfirullahe» teşbihini tan yeri ağardıktan sabah namazına kadar 100 kere oku, dünyâ sana, küçülmüş bir madde gibi sür’atle gelir. Allahü teâlâ bu teşbihin herbir kelimesinden, bir melek yaratır ve o melekler kıyâmete kadar, Allahü teâlâ’yı tesbîh ederler ve sevabları senin olur» buyurdu.
Hısnü’l-hasîn’de diyor ki: Bir kimse bir derde veya borca giriftâr olursa, «Allahümme innî eûzü bike minel hemmi vel hazeni ve eûzü bike minel aczi vel keseli ve eûzü bike minel cübni vel buhli ve eûzü bike min galebetid deyni ve kahrirricâl» duâsını okusun.
Kadi Beydâvî tefsirinde (rahimehullah) diyor ki: Eserde bildirildiğine göre, bir kimse birşeyden üzülürse, 5 defa «Rabbenâ» desin. Allahü teâlâ onu, korktuğundan kurtarır.
İmam Yâfiî (rahimehullah) bildirir: İbni Dıhye, der ki, ebû Zeyd Abdürrahman-ı Süheylî diye tanınan hâfız allâme bana yedi beyit okudu ve: «Bunları okuyup, Allahü teâlâ’dan hâcetini istiyene, muhakkak dileğini verir» dedi. O beyitler şunlardır:
Ey, kalblerde olanı, hem işiten, hem gören,
Sensin, umulanların hepsini hâzır eden!
Ey, bütün zorluklarda, kendisinden istenen,
Her şikâyet, her feryâd kendisine edilen!
Ey, rızk hazîneterr, küh kavlinde bulunan,
Lütfet, bütün hayırlar, senin katında olan.
Ben sana hep muhtâcım, fakrimin vesilesi,
İftikar ile gelsem, fakrimin kalmaz sesi.
Senin kapını çalmak tek çare benim için,
– Reddedersen, çalacak kapı yok benim için.
İsmiyle çağırdığım, sessizce yalvardığım,
Esirgenirse fakır kuldan lütufkârlığın,
Hâşâ! Lutfundan hiçbir âsi ümid kesemez,
Senin ihsânın boldur, lütufların eksilmez.
İSTİŞARE: Sünnetlerden biri de, vâki olan önemli işlerde, akıllı kimselere danışmaktır. Zîra danışarak iş yapan zarar etmez, helâk olmaz ve doğru yoldan ayrılmaz. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) Eshâbı ile çok meşveret ederdi. Bir iş için, akıl, takvâ, hikmet ve tecrube sâhibi 10 kişiye danışırdı. Yâhud bu sıfatta olanlardan biriyle, 10 defa meşveret ederdi.
Erkeklerden akıl sâhibi kimse bulup istişâre edemezse, hanımına, yâhud şer’an konuşması harâm olmıyan bir başka kadına danışsın. Onunla meşveret etsin, onu dinlesin, fakat dediğinin aksini yapsın. Çünki aksini yapmakta bereket ve hayır vardır. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Kadınlarla meşveret edin ve dediklerinin aksini yapın» buyurdu.
Rivâyet olunur: Şamdan bir kimse, fitne zuhur ettiği zaman, damdan aşağı atlayıp, incinmek konusunda, hanımı ile meşveret etti. Hanımı, kendini damdan atma dedi. Hanımının dediğinin aksini yapıp, kendini damdan yere attı. Ayağı kırıldı. Sabah olunca Yezîd’in adamları, onu hazret-i Hüseyin’e (radıyallahü anh) karşı savaşmak için almağa geldiler. Durumunu görünce, bırakıp gittiler. Bu hadîs-i şerîf ile amel etmenin bereketi sebebi ile, o fitneye katılmaktan kurtuldu.
İnfakta bahîl, harbde korkak, nasîhatte hased edici kimse ile meşveret etmez. Çünki bahîl, korkak ve hasûddan “herbiri, hakkı, doğruyu irşâd etmekten, göstermekten uzak sıfatlarla sıfatlanmışlardır. Müşâvereden maksad ise, irşâddır, doğruyu bulmaktır.
Bildiği şeyde istişâreye lüzum yoktur. Çünki istişâre, bilinen şeylerde değil, tereddüdlü, şübheli şeylerde yapılır. Meselâ Kûfe’ye gitmemen gerektiğini, yolda büyük tehlike ile karşılaşacağını bildiğin halde, birisiyle meşveret etmende bir fâiden olmaz, aksine zararına sebeb olur.
İstişâreden önce, Allahü teâlâ’ya istihâre eder. 2 rek’at namaz kılıp, sonra Allqhü teâlâ’dan hayırlı olanı ister. Dilediği şeyi yapmak veya yapmamak hususunda, kur’a çeker. Kalbine gelen doğru çıkar ise yapar, yoksa vazgeçer.
Başladığı işte rahat ve teenniyi gözetir. Şiddet ve acele göstermez. Hilm ve vekar ile davranıp, acelecilikten kaçınır. Orta yolu tutar, taşkınlık ve aşırılık yapmaz.
İki işle karşılaşırsa, hafif ve kolayını seçer. Çünki o, tehlike, zarar ve fitneden daha uzaktır. Her sözünde, işinde ve düşüncesinde Allahü teâlâ’dan hayır, âfiyyet ve din salâhı ister. Her işin şerrinden Allahü teâlâ’ya sığınır. Besmele okur. Çünki onda her iyiliğe yardım vardır. Eûzü billâhi mineşşeytânirracîm der. Çünki bunda, her belâyı ve fitneyi izâle vardır.
Giriştiği işi başarır, arzû ettiğine kavuşursa, elhamdü lillâhillezî bi- ni’metihi tetimmüs sâlihât der. Arzû ettiğine kavuşmazsa, elhamdü lillâhi alâ külli hâl der. Olmamasında gizli bir hikmet olduğunu düşünür. Çünki işlerin en hayırlısı, şübhesiz Allahü teâlâ’nın ihtiyâr ettiğidir.