KADILIK, EMİRLİK, FETVÂ VE DİĞERLERİNİN H A K L A R I

Kadılık (hâkimlik) zor bir iştir. Bunun için Mekhûl: «Kadı olmak ile boynumun vurulması, arasında, birini seçmek için serbest bırakılsam. kadılığı kabûl etmeyip, boynumun vurulmasını isterdim» dedi. Bunu. Şerh-i Hutab bildiriyor.

Hadîs-i şerîfde: «Kadı yapılan kimse, kendini bıçaksız boğazlamış olur» buyuruldu. Bıçaksız denmesi, o kişinin bedeninin değil, dîninin helâk olmasına açık işârettir. Bundan murad, âhirette şiddetli azâba sebeb olacağını bildirmek ve bu işten çok sakındırmaktır. Çünki bıçaksız boğazlanmak, çok zor bir iş, büyük bir işkencedir. Bundan muradın, kadı yapılan kimsenin, bütün kötü isteklerden, uygunsuz arzû ve şehvetlerden çok kaçınması lâzım gelir, mânası da anlaşılabilir. Bu ise nefse en zor gelen işlerdendir. Böylece bıçaksız kesilmiş gibi, büyük meşakkat ve şiddetli zorluğa düşmüş olur. Mesâbîh şerhinde de böyle diyor.

Şemsü’l-eimme (Edebü’l-kadı) adlı kitâbında şöyle der: Bir kadı bu hadîs-i şerîfi duyunca, kabûl edemeyip, uzak buldu ve istihfâf yollu «İnsan bıçaksız nasıl boğazlanırmış» dedi. Sonra sakalını düzeltmek için bir berber çağırdı. Berber geldi. Sakalın sarkan kısımlarını düzeltirken, birden kadı aksırdı ve ustura başını önüne bırakıverdi. Nihâye’de de böyle diyor.

Hazret-i Âişe’nin (radıyallahü anhâ) bildirdiği bir hadîs-i şerîfde de: «Adâletle muamele eden bir kadı, kıyamet günü getirilir. Hesabının çokluğu ve şiddetinden, keşke iki hurma arasında bile hüküm vermeseydim der» buyuruldu. İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe (rahmetullahi aleyh) vefât edince, rü’yâda görüldü. Allahü teâlâ, kendisine, «Eshâbının isimlerini yaz. Allahü teâlâ onları mağfiret eyledi» buyurdu. İlk önce, kâğıda, zâhid olduğu için Dâvud-i Tâî’nin ismini, en sonuna da, ilmi ve fadlı çok olduğu ve fakat kadılık yaptığı için Ebû Yûsuf’un ismini yazdı.

Muhammed bin Vâsi’ der ki: Kıyâmet günü hesaba çağırılanların ilki kadılık yapanlardır. Derler ki: Mâlik bin Münzir onu, Basra kadısı yapmak için çağırdı. İstemedi. Tekrar çağırdı, yine kabûl etmedi. Nihâyet, ya oturur kadılık yaparsın, yâhud seni kamçılatırım dedi. Muhammed bin Vâsi’ sultansın, yapabilirsin. Ama dünyada zelîl olmak, âhirette zelîl olmaktan iyidir cevabını verdi. Bunu Şerh-i hutab yazıyor.

Kadılıktan sonra en tehlükeli vazife emirliktir. Ebû Hüreyre’nin (radıyallahü anh) Resûlullah’dan (sallâllahü aleyhi ve sellem) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Siz emîr olmakta çok hırslı olursunuz, o ise sizin için âhirette pişmanlık vesilesi olur» buyuruldu. Çünki kişi, çoğu zaman, hırsı, mal ve makam sevgisi ve nefsinin kalan arzûları sebebiyle, adaletten ayrılabilir.

Emirlikten sonra en tehlikeli vazife, fetvâ vermek görevidir. Bir hadîsde: «Ateşe karşı en cür’etliniz, fetvâya karşı en cür’etli olanınızdır» buyuruldu. Çünki müftînin sırtı, insanlar için Cehennem köprüsüdür. Müftî, mal, can, ırz husûsunda halâl ve haram diyen kimsedir. Onun için, çok dikkatli olması gerekir.

Bundan sonra tehlikeli olan, bir kavmin ulusu olmaktır. Bir hadîs-i şerîfde: «İrâfet hakdır» buyuruldu. Yanî bir kavmin ulusu olmak, şer’an câizdir. Çünki insanların birçok işlerinin düzgün yürümesi, görülmesi, ancak böyle bir zâtın idâresi altında olur. Bunun için, insanlara idâreci lâzımdır. Bu ulu kişi, kavmin seyyidi, efendisi, kabilenin, âilenin, sülâlenin, mahallenin işlerini yürütücüdür. Emîr halkın durumunu ondan öğrenir. Bu reis değildir. Lâkin bu kavmin ileri gelen kişilerinin çoğu Cehennemde olur. Ancak hakdan, zulümden kaçınanlar sevâb alırlar. Lâkin çoğu böyle olmayınca ve bu bir gerçek olunca, kaçınılacak bir iş olur. Mesâbîh şerhinde de böyle diyor.

Sünnet olan bu 4 vazifeden birini, kalben istiyerek yüklenmemektir. Ancak, kabûl etmediği zaman şiddetle tehdîd edilirse yüklenebilir. Eyyûb, Ebû Kulâbe’den (rahimehümallah) bildirir: Kadılık için çağrıldığında, kaçıp Şam’a geldi. Orada da bununla karşılaştı. Oradan da kaçıp Yemâme’ye geldi. Sonra karşılaştıklarında, kadılığı denizde yüzme gibi buldum. Boğulmamak için hep yüzmesi gerekmektedir dedi. Aynı şekilde, Süfyân-ı Sevrî’yi (rahmetullahi aleyh) kadı yapmak istediklerinde, Basra’ya kaçıp saklandı. Emîr bulunmasını istedi. Ölünceye kadar bulamadılar.

İbni Hübeyre, Ebû Hanîfe’yi (rahmetullahi aleyh) kadılığa çağırdı. Kabûl etmedi. Habsetti. Günlerce dayak attırdı. Her gün 10 kamçı vurdururdu. Bu halde öldü de kadılığı kabûl etmedi. Bostan ve Şerh-i nikâye’de de böyle diyor.

Devlet reisi, kendisinden âmillik, vâlilik istiyene bu görevi vermez. Ebû Mûsâ’dan (radıyallahü anh) bildirilir: Amcamın oğullarından biri ile Resûlullah’ın yanına girdik ve Allahü teâlâ’nın sana verdiği vâlîlikten bize de bir görev verir misin? dedik: Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Vallahi, ben bu vazîfeyi istiyene ve buna harîs olana vermem» buyurdu.

Yine onun bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Bu vazifeyi istiyeni, biz bu vazife ile vazifelendirmeyiz» buyuruldu. Mesâbîhde de böyle diyor. Çünki bu işe isteği ile tâlib olan, makam sevgisine kapılır, nefislerine uyarlar. Böylelerine Allahü teâlâ yardım etmez. Beğenmiyene, istemiyene verilirse, onu doğru olarak yürütür. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Kim istiyerek kadı olursa, nefsine uyar. İstemeden kadı olana ise, Allahü teâlâ iki melek gönderir, onlar onu doğrulturlar» buyurdu.

Kadı ve emîrde bâzı hasletlerin bulunması vâcibdir: Yaptığı işi sevmemesi, sağlam görüşlü olması, gayet azimli bulunması, gâfil olmaması, doğruluktan ayrılmadan ciddî olması, zaif olmadan yumuşak olması, isrâf etmeden cömerd olması, siyâset ve idâresi ilme dayanması, müeyyidi hilm, süsü vera’ olması, gidişatı güzel, içi güzel huylu olması, elini kavmine ihsân ve iyilikle açması, çeşitli hilelerle onların mallarını almağa çalışmaması, zaifin hakkını kuvvetliden adâletle alması, kalbi takvâ ile dolu, huyu güzel olması lâzımdır. Çünki takvâ ve kerem, ahâliyi düzeltmek için iki sağlam direktir. Halkına karşı merhametle, şefkatle nasîhat etmeli. Muhtâc ve fakirleri gece gündüz unutmamalıdır. Tab’asına çok ihtimam gösterir. Uyurken, uyanıkken, seferde veya hazerde iken, hep halkını düşünmelidir. Emrindeki halkın sınıfları arasında, ayırım yapmadan adâlet yapmalıdır. Oturma, konuşma ve benzeri hareketlerde, birini diğerine tercîh etmemelidir. Malı, şerefi için öncelik hakkı tanımamalıdır. Kadı, hasımlar arasında, oturma, konuşma, soruşturma ve huzurunda tutmada âdil davranıp, onlara hilm ile muamele etmelidir. Afvı çok, bağışlaması geniş olmalıdır. Suçluyu cezalandırmada acele etmemeli, onun kurtulması için yollar aramalıdır. Şübhe ile had cezâsı vurmamalı, ona müdafaa hakkı vermelidir. Çünki vâlinin afvda yanılması, cezada yanılmasından iyidir. Suçluların cezalandırılması için, delil toplamaktan hoşlanmamalıdır. Zinâ ve hırsızlık edene, haddi giderici bir hüccet telkîn etmeden, had cezâsı vermemelidir. Çünki Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) hırsızlık yaptığı için kendisine getirilen bir kadına: «Çaldın mı? Hayır, de. Çaldığını zannetmiyorum» buyurmuştur. .

Mesâbîh’de ‘yazıyor: Resûlullah’a (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir hırsız getirildi. Açıkça suçunu itiraf edip, «ben çaldım» dedi. Halbuki yanında çaldığı şeyler yoktu. Resûlullah: «Çaldığını zannetmem» buyurdu. O ise, 2-3 defa daha «evet çaldım» dedi. Elini kestirdiler. Buradan anlaşılıyor ki, cezâ tatbik edecek devlet reisinin, zinâ cezâsında olduğu gibi, hırsızlık cezâsında da, cezayı uygulamadan önce, hırsıza da sözünden dönmesi için telkinde bulunur. En doğru kavil budur. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem), zinâ ettiğini îtiraf eden bir kimseye : «Belki dokunmuşun. Belki onu öpmüşün. Sende cin çarpması, ya da akılsızlık var mı?» buyururdu.

Emîr ve kadılar, halka, ellerinden geldiği kadar kolaylık göstermeliler. Zorluk gösterip, onları nefret ettirmemelidir. Ebû Mûsâ (radıyallahü anh) anlatır. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem), Eshabından birini bir vazîfe ile bir yere gönderse, ona: «İnsanlara tâat ve iyiliklerine büyük karşılıklar verileceğini müjdeleyin, onları nefret ettirmeyin» buyururdu. Yanî kötü işler yaptıkları zaman, onları Allahü teâlâ’nın rahmetinden ümidsiz hâle getirecek kadar korkutmayınız. Aksine onları, tevbeye, tâate çağırın, tevbelerinin kabûl edileceğini, münkeri terk etmelerine çok sevab verileceğini söyliyerek gönüllerini hoş ediniz.

Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Allah nefret ettirenlere lâ’net etsin!» buyurdu. Onlar kimlerdir, yâ Resûlâllah? dediklerinde : «Kulları, Allahü teâlâ’nın rahmetinden ümidsiz edenler» buyurup, ardından: «Kolaylaştırın, güçleştirmeyin!» diye ilâve etti. Yanî zekât alırken lütuf ve kolaylık gösterin, gerekenden fazla alarak, gizli şeylerini araştırarak onlara zorluk göstermeyin. Mesâbîh şerhinde de böyle diyor.

Beğenmedikleri bir şeyle onları karşı karşıya getirmez. Ahdinde, kimseye gadr etmez. Yanî verdiği sözü tutar. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Kıyâmet günü, her gadr edenin kıçında bir sancak bulunur» buyurdu. Bu, o kimseyi aşağılamak, küçümsemek, ayıblamak ve insanları gadr, zulm etmekten men etmek için böyle söylenmiştir. Yoksa herkes bilir ki, şeref sancağı insanın arkasında değil, yüzünün karşısında olur.

Beytü’l-mâlden, kendisi için özel birşey ayırmaz. Ebû Zer’in (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Benden sonra gelen, Beytü’l-mâlin malını ve ganimetten geleni alan ve beytü’l-mâlden kendisi için özel bir şey ayırıp, onu hakkı olanlara vermiyen devlet reisleri ile nasıl olursunuz?» buyuruldu. O zaman Ebû Zer (radıyallahü anh), yâ Resûlâllah, seni hak peygamber gönderene yemîn ederim ki, öyle hükümdar gelirse, kılıcımı omuzuma vurur, sana kavuşuncaya kadar onunla vuruşurum dedi. Bunun üzerine Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) : «Sana bu dediğinden daha iyisi için yol göstereyim mi? Bana kavuşuncaya kadar sabret!» buyurdu. Bunu Mesâbîh şerhi bildiriyor.

Kadı, iki hasım arasında hükmederken tok, rahat, sıkıntısız olmalıdır. Çünki aç, susamış ve kızgınlık hâlinde verilen hüküm ve kararlar isâbetsiz olabilir. Hüküm ve karar verirken gereği kadar gayret gösteremez, hasımların meselelerinı iyice inceleyemez. İş böyle olunca sonunda haksızlık yapabilir.

Emîr, ticâret, zirâat, san’at ve diğer kazanç konularında, tab’asıyla ortaklık kurmaz. Çünki bu hareketi aşağılıktır. Zararı ise, herkes tarafından görülecek kadar açıktır. Çünki bu tutumu, onun mala, paraya karşı hırs ve tama’ı bulunduğunu ve bu yüzden insanların nazarında ve yanında heybeti kalmayacağını, ona bakış açılarının değişeceğini gösterir.

Kadı ve emîr, beytü’l-mâlden, bir hanımla evlenecek, bir hizmetçi tutacak, bir hayvan satın alacak, bir mesken edinecek kadar para alabilir. Bundan çok alırsa, hâinlik ve hırsızlık yapmış olur.

Kimseden hediye almaz. Bu onlar için ihtiyat olup, takvâya uygundur. Tab’asından hiç kimsenin dâvetine gitmez. Çünki bu hareket, heybeti kırar. Halka yaklaşmak, onlarla sık sık görüşmek, yemeklerini yemek sebebi ile, hak olan hükümlerin icrasını hayâ duygusu ile, yapamaz.

Tab’asına adâletle muamele ettikten sonra, emîr, onları gece gündüz korur. Zekât ve sadakaları fakirlere, miskinlere taksîm eder, haracı da savaşa katılanlara verir. Kendi vilâyetinin, sâhibliğinin bulunduğu yerde, yardım etmedik fakir, borcunu ödemedik borçlu, yardım etmedik zaif ve ihtiyar ve mazlum, zulm etmekten men etmediği zâlim, giydirmediği çıplak bırakmaz. Kimsenin malına haksız olarak tama’ etmez. Zinâ yapan ve şarab içenlere had cezâsı uygular. Hırsızlık yapan, yol kesen ve namuslu insanlara zinâ ve benzeri iftiralarda bulunanların da cezâlarını verir. Sâbit olduktan sonra, Allahü teâlâ’nın koyduğu had cezâsında gevşeklik etmez, kimseye müsamahakâr davranmaz. Hadîs-i şerîfde : «Bir yerde icrâ edilen had, 40 gün yağmur yağmaktan iyidir» buyuruldu.

Ömer (radıyallahü anh) bir vâli tâyin ettiği zaman, ona 4 şart söylerdi :
1 — Eyerli ata binmiyeceksin,
2 — Sırf beyaz undan ekmek yemiyeceksin,
3 — Kapıcı almıyacaksın,
4 — Yumuşak elbise giymiyeceksin. Bu dördüncü madde, bize gelen nüshaların çoğunda yoktur.

Nûşirevan dîvanında bir mektub bulundu. Mektubda şöyle yazıyordu: Emîrlik olmadan mülk olmaz. Emîrlik de adamsız olmaz. Adam da malsız olmaz. Mal imâretsiz, imâret adâletsiz bulunmaz. Yanî bir memleketin medenî, bayındır olabilmesi için, adâlet şarttır.
Kadı ve vâlînin yapacağı sünnetlerden biri de, fazîletli, âlim, akıllı, ameli sâlih kimseleri kendine yakın tutmasıdır. Aşağı ve rezil kişilerle düşüp kalkması ise mekruhdur. Ebûbekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) anlatır: Resûlullah (sallâllahü, aleyhi ve sellem), insanlar arasında vahy-i Rabbânî ile hükmederdi. Ona doğruyu bildiren bir melek arkadaşlık ederdi. «Bana vesvese vermek istiyen bir şeytan vardır. Kızdığım zaman, benden çekinin. Doğrulukta bana yardım edin. Yoksa beni ikaz edin. Dînini ve emânetini bilmiyeni kadı ve emîr yapmayın» buyururdu. O halde kadı ve emîr olanın, din bilgisi kuvvetli, emrindeki insanları idâre edecek derecede akıllı olması lâzımdır. İlmi, tab’asındakilerden çok olmazsa, kötü hâkimlere mübtelâ olur. Aklı başkalarından çok olmazsa, kötü vezirlere mübtelâ olur.

Âişe’nin (radıyallahü anhâ) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Allahü teâlâ, bir emîre iyilik murâd edince, ona sâlih, doğru bir vezîr verir. Emîr hakkı, doğruyu unutursa, o hatırlatır, hâtırlarsa, teşvik için ona yardım eder. Sevâbınnı ona bildirir. Onu unutma hâlinde bırakmaz. Bundan başkasını murâd ederse, ona kötü bir vezir, yardımcı verir. Unutursa, hatırlatmaz, hatırlasa, ona yardımcı olmaz» buyuruldu.

Nûşirevân’ın şöyle dediği rivâyet edilir: «Kılıç ne kadar iyi olsa, parlatılmağa, binek hayvanı ne kadar iyi olsa kamçıya, hükümdar ne kadar bilgili olsa, vezire muhtaçtır.» Mesâbîh şerhinde de böyle diyor.

Vâli ve kadı bilgili ve akıllı olmayınca, halk bozulur. 10 kişinin başına verilen kimsenin, ilmi ve aklı onundan da çok olmalı denmiştir. Kadı ve vâli, hüküm verirken, Kur’ân-ı kerîmin ve Resûlullah’ın hadîslerinin ve ümmetin icma’ının dışına çıkmaz. Sonra bu üçünde açıkça bulamazsa, bunlara aykırı düşmiyecek şekilde kendi re’y ve içtihadına uyar. İctihâdı, Allahü teâlâ’nın hükmüne uygun çıkarsa, 10 sevab, çıkmazsa 1 sevab alır. Bu 1 sevab doğruyu bulmak için olan çalışma ve gayretinin karşılığıdır Amr bin Âs’ın (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde böyle açıklanmaktadır.

Mesâbîh şerhinde şöyle diyor: Bu, ictihad şartlarını kendinde bulunduran müctehid için böyledir. Ama müctehid olmıyanların hatâsı afvolunmaz. Aksine büyük günah işlediklerinden korkulur.

Kadı ve emîr, karşılaştığı hâdise ve mes’elelerde, ilim adamları ile istişâre eder. Kadılık makamına oturduğu zaman: «Yâ Rabbi, ilimle fetvâ vermemi, hilm ile hükmetmemi senden istiyorum. Öfkeli ve rahat zamanlarımda adâletle hüküm vermemi nasîb et» der.

İki hasımdan birini dinleyip, diğerini dinlemeden hüküm vermez. Hükmü verince de, yüzüne karşı ona söyler ve kadılığın gereği yapılmış olur.

Vâlinin insanlar üzerindeki hakları: Dinde mubah olan şeylerde ona kesinlikle itâat etmektir. Bir habeşî köle başlarına ta’yîn edilse de, ona itâat edilir. İyi kötü her vâlînin arkasında, Cum’a ve bayram namazlarını kılar. Onlarla beraber din düşmanlarına karşı harb eder. Çünki bu, vâliye havâle edilen vazifelerdendir. Hadîs-i şerîfde: «4 şey vardır ki, iyi olsun, kötü olsun sultana verilmiştir: İnsanlar arasında hükmetmek, fey’, cum’a namazı ve cihâd» buyuruldu.

Ebû Ubeyd der ki: Harb esnâsında müşriklerden alınan mala ganimet, harb bittikten ve ülke İslâm ülkesi olduktan sonra onlardan alınan mala fey’ denir. Alî bin İsâ (rahimehullah) der ki, fey’ ganimetten daha geneldir. Çünki fey’, müşriklerden elde edilen bütün mallara verilen isimdir. Ebûbekr-i Râzî (rahimehullah) buyurur: Ganîmet fey’dir. Cizye fey’dir. Sulh ehlinin malı fey’dir. Haraç fey’dir. Çünki bunların hepsi, Allahü teâlâ’nın müşriklerin mallarından, müslimanlara ihsânıdır. Fıkıh âlimlerine göre, kâfirlerin mallarından alınması halâl .olanların hepsi fey’dir. Muğreb kitâbında da böyle yazıyor.

Bir hadîs-i şerîfde: «Sultanın imamlığını (devlet reisliğini) inkâr eden, zındıktır» buyuruldu. Fıkıh âlimlerine göre, korkudan mü’min görünüp, içten küfre ısrarla devam edene zındık denir. Tevbesinin kabulünde ihtilâf olundu. Sahîh olan, hanefî âlimlerine göre, zaferden önce ise, tevbesinin kabûl olmasıdır. Zaferden sonra ise kabûl olunmaz. Sihirbaz, ilhâda çağırıcı ve ibâhîler gibi öldürülür. Gurer şerhi Dürer’de de böyle diyor. Zındîka âid geniş bilgi, kitâbımızın başında İlim ve Ta’lîm bahsinde geçmişti. Güzel bir îzâhdı. Oradan okuyunuz.

Sultânın da’vetine gitmiyen bid’at sâhibi, da’vetsiz ona gelen ise, câhildir. Sultanın kapısına sıksık gitmemelidir. Çünki yakıcı ateş ve boğucu deniz gibidir. Sultan, halktan askerî araç ve gereçler, yâhud müslümanların iyi işlerini te’min etmek için, malın zekâtını isterse, vermelidir. Vebâli ona âiddir.

İbni Ömer (radıyallahü anhümâ) der ki: «Mallarınızın zekâtını, emirlere veriniz!» Vâliye, yanî devlet reisine saygı gösterin. Bir hadîs-i şerifde: «Sultan Allah’ın gölgesidir. Ona ihanet edeni, Allahü teâlâ zelîl eder» buyuruldu. Bir başka hadîs-i şerîfde de: «Sultan, Allahü teâlâ’nın yeryüzünde gölgesidir» buyuruldu. Hadîs-i şerîfde zil (gölge) sözünün mânasında ihtilâf etmişlerdir. Kimi ni’met, kimi hıfz, kimi heybet, kimi istiâredir dediler. Benzer tarafları şudur: Bir şeyin zilli (gölgesi), az da olsa aslına münâsibdir. Sultan da böyledir. Çünki memleket onun varlığı ile nizam bulur. Nitekim kâinatın nizamı Allahü teâlâ’nın varlığı iledir. Yine gölgeden fâidelenilir ve sıcaklar aşırı olunca, ona sığınılır. Sultan da böyledir. Sıkıntı ve derdi olan ona başvurur. Nitekim hadîs-i şerîfde: «Her mazlûm ona sığınır» buyuruldu.

Sultâna felâh ve hayırla duâ eder, Zulmü ve cefâsı için ona lânet etmez. Çünki vâlilerin, sultanların eliyle, Allah için yapılan iyi işler, yaptıkları kötü işlerden çoktur. Büyüklerden biri, «bir duâm kabûl edilecek bilsem, onu imam (yanî devlet reisi) için yaparım. Cünki devlet reisi iyi olursa, insanlar kötülükten emîn olurlar» buyurdu. Devlet reisi, kendi adâleti altında halkın yaptığı her iyilikte ortaktır.
Herkes, sultanın cevr ve zulmünü, yaptığı kötülüklere karşılık olarak, Allahü teâlâ’dan gönderilmiş bir azab ve ceza olarak görür. Bir hadîs-i şerîfde: «Siz nasıl iseniz, başınıza da öyle adamlar geçer» buyuruldu. Yanî siz iyi, sâlih olursanız, sizi idâre eden vâliler, devlet reisleri de iyi olur. Siz kötü olursanız, başınızdakiler de kötü olur. Haccâc bin Yûsuf’a, sen de, Ömer gibi niçin adâlet yapmazsın. Halbuki sen de onun gibi emîrlik makamındasın. Bu hareketinle onu ve salâhını tehdîd etmiş olmuyor musun? dediklerinde, cevâb olarak, «Siz zühd ve takvâda Ebû Zer gibi olun, ben de adâlet ve insafda Ömer gibi olayım» dedi. Bu sözde, vâlilerin, tab’aları gibi olduğuna, onlar iyi ise iyi, kötü ise kötü olacaklarına işâret vardır.

Zulüm yayıldığı, cevr ü cefâ her tarafı kapladığı zaman, her müslümanın Allahü teâlâ’ya yalvarması, Ona sığınması, tevbe ve istiğfâr ile Ona yönelmesi lâzımdır. Vâlinin zulmü de böyledir. Zulmü ve kötü işi ile memleketindeki hayvanların sütü çekilir, zirâatin bereketi gider, ağaçların meyvesi azalır, tüccarların muameleleri, san’at ve meslek sâhiblerinin işleri kesada uğrar. Adâlet yapınca da, aksine bereket ve bolluk olur.

Vehb bin Münebbih (radıyallahü anh) bu hususda şöyle buyurmuştur: «Vâli zâlim olur ve zulm ederse, Allahü teâlâ, ülkesine noksanlık verir. Bundan çarşılar, tarlalar ve hayvanlar da etkilenir. Her şey bunlar gibi azalır. Ama sultan iyilik yapmak ister, adâletten ayrılmazsa, Allahü teâlâ ülkesinde olanlara bereket ve bolluk verir.» Nitekim Allahü teâlâ Nemi sûresi 52. âyetinde: «İşte, zulümleri, küfürleri yüzünden çökmüş, harabeye dönmüş evleri!» buyuruyor. Ravdatü’n-nâsıhîn’de böyle diyor.

Bir hikâye: Sultan Mahmûd şeker kamışı bol olan bir yere uğradı Orasını o zamana kadar görmemişti. Kendisine soyup birkaç kamış verdiler. Kamışı emince, onu çok beğendi ve ondan çok tad aldı. Kalbinden, bu bölgeye haraç veya vergi koyup, her sene bu kamışlardan belirli bir mikdarı almak geçti. Ve bunu yaptı. Bu düşünceden sonra gelen kamışları emince, onları kuru ve şekersiz buldu. Bu hareketini, bu yöre halkından gayet yaşlı birisi duyunca, Sultan kendi memleketi için bid’at ve zulme başvurunca, şeker kamışları bozuldu dedi. Sultan ettiğine pişmân olup tevbe etti. Tekrar aynı bölgeye geldiğinde, kamışları eskisi gibi şekerle dolu buldu.

Mâlik bin Dînâr (rahimehullah) anlatır: Ömer bin Abdülâziz’in saltanatı zamanında, dağ köylerinden insanlar gelip, insanların başında idâreci olan bu zât, ne şaşılacak bir kimsedir? dediler. Nereden anladınız? dediklerinde, kurdlar koyunlarımıza saldırmayıp, uzak duruyorlar, ondan dediler. Hâlısatü’l-hakâik’de de böyle yazılıdır.

Sultan din sâyesinde ayakta durur, din ise sultan ile kuvvet bulur demişlerdir. Vâlinin haram irtikâbı gibi, dînin hudûdunu tecâvüz eden bir kötülüğünü görürse, ona nasihat edebilirse eder, edemezse, kalbinden ona buğz eder. Namaz kıldığı müddetçe vâliye karşı gelip, onunla çatışmaya girmez. Namaz kılmaktan birşey çıkmaz diyen vâliye karşı malı ve canı ile karşı gelir.

Mazlûm emîrinin çevrine sabreder. Cünki bu sabrı karşılığında Allahü teâlâ katında çok sevablara kavuşur.

Emîrin zulmünden kaçarak veya bir başka şekilde cemâatten, yanî şerîatin kaide ve usullerinden bir karış olsun ayrılmaz. Yoksa Câhiliyye ölümü ile ölmüş olur. Yanî câhiliyye devrindeki gibi sapık olarak ölür. Câhiliyye devrine benzetilmesi, onların yolunda bulunmasındandır. Onlar kurdlar gibi dağınık idiler. Onların bir milleti, bir usûlü yok idi. Birleşecekleri kaideleri, kendilerini toparlayacak esasları, kanunları yoktu. Emrine itâat ettikleri bir başkanları, aralarında adâlet ve insafla davranan reisleri yok idi. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Emîrinden, beğenmediği birşey gören, ona sabretsin. Zîra cemâatten ayrılan câhiliyye ölümü ile ölmüş olur» buyurdu. Bunu Meşârık bildiriyor.

Ona hakkını verir, ondan hak istemez. Bu ona olan saygısındandır. Zâlim bir hükümdârın yanına girince: «Ey yedi kat göklerin ve Arş-ı a’zamın Rabbi olan Allah’ım! Beni fülândan koru» der. Bu duâda, fülân yerine o hükümdârın özel ismini söyler. Meselâ beni Sultan Mahmud’dan koru der.

Bîr devletin başına kadın geçmez. Hadîs-i şerîfde: «Başlarında kadın bulunan millet felâh bulmaz» buyuruldu. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) İran’da bulunan Forsların başına Kisrâ’nın kızı geçtiğini duyunca, bu hadîs-i şerîfi buyurmuştur. Böyle buyurmaları da, kadının aklının ve dîninin noksanlığındandır. Emîrlik, vâlilik, kadılık gibi ciddî mülkî ve hukukî vazîfeler de olgun, bilgili adamlarla yürütülmelidir. Müslümanların işlerini görmek için savaşa da gidilecek. Kadın ise bu konuda zaifdir. Onun için vâli ve benzeri idârecilerin erkek olması gerekir.

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler