EMR-İ MA’RUF VE NEHY-İ MÜNKERİN SÜNNETLERİ

Münker, söz veya işden, Allahü teâlâ’nın râzı olmadıklarına denir. Ma’rûf ise bunun tersi, yanî söz veya amelden Allahü teâlâ’nın beğendiklerine denir.

İnsanlarla görüşen, aralarında bulunan kimsenin en mühim ve büyük vecibelerinden biri, emr-i marûfdur. Âlimler, ma’rûfu emretmek, yaptırmak, emredeceği işe tâbidir dediler. O iş vâcib ise, onu emretmek vâcibdir. Buradaki vâcib, farz-ı kifâye şeklinde olup, bir kişi yapmayınca, farzıyyeti sâkıt olmaz. Bâzıları bunu yaparsa, diğerlerinden sâkıt olur. Allah yolunda cihad böyledir. Ma’ruf müstehab cinsinden ise, emri de müstehab olur. Diğer ma’ruflar da böyledir.

Nehy-i münkere gelince: Vâcib olması için şartlar vardır:

Bunlardan biri, nehy edilen, yapılmaması söylenen ve yasak edilen şeyin henüz vâki’ olmamasıdır. Yapıldıktan sonra, uygun olan, o şeyin çirkin olduğunu, iyi olmadığını söylemektir. Çünki o yasağı işlememe durumundan geçmiştir.

Biri de, yasak edilmiş bir işi, o kimsenin yapacağına zann-ı galib olmalıdır. Meselâ içki içen bir kimsenin, şarab, kadeh ve diğer gerekli şeyleri hazırlamakta olduğundan, onun içki içeceğine hükmetmek gibi.

Biri de, ona nehy-i münker yapınca, kendisine zarar gelmiyeceğine zannının gâlib olmasıdır. Ayrıca günâh işlemesine engel olmak istediği kimsenin inadçı olmaması lâzımdır.

Biri de, günâh işlemekten men etmesinin etkili olacağına zann-ı gâlibi olmalıdır. Meşârık şerhinde de böyle diyor.

Musannif, daha sonra cihâdı anlatırken, şu hadîs-i şerîfi bildirecek: «Bütün iyi ameller, Allah yolunda cihâd etmenin yanında, engin bir denizde bir damla gibi, bütün iyi ameller ve Allah yolunda cihâd, emr-i ma’rûf ve nehy-i anil münker yanında, okyanus’ta bir damla gibidir.»

Allahü teâlâ’nın gadab ettiği şeylere kızmadıkça, Allah için olan amelin fâidesi yoktur. Câbir (radıyallahü anh) Resûlullah’dan (sallâllahü aleyhi ve sellem) bildirir: «Allahü teâlâ, bir meleğe, filân şehri, içindekilerle beraber altüst et diye vahy etti. Melek, yâ Rabbi, o şehirde, sana bir ân isyân etmiyen filân kulun vardır dedi. Onun üstüne ve diğerlerinin üzerine yık, altüst et bu şehri. Çünki, onların kötülüklerini gördüğü halde, bir defa yüzünü değiştirmemiş, onlara kızmamıştır, buyurdu.»

Âişe (radıyallahü anhâ) anlatır: Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) : «İçinde, peygamberler ameli gibi ameli olan 18.000 kişinin bulunduğu şehrin ehâlisi azaba uğramıştır» buyurdu. Bu nasıl oldu? dediklerinde: «Çünki o iyiler, kötülük ve günâh işliyenlere, Allahü teâlâ için kızmadılar, ma’rûfu emr, münkeri nehy etmediler» buyurdu. İhyâ’da da böyle diyor.

İnsanlar, emr-i ma’rûfu terk edince, helâk olurlar. Allahü teâlâ hepsine belâ gönderir.

Hâlisa kitâbında yazıyor: Ebûbekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) der ki, Resûlullah’dan (sallâllahü aleyhi ve sellem) duydum: «İnsanlar bir münker görür de, onu değiştirmez, men’etmezlerse, Allahü teâlâ onlara, en kısa zamanda umûmî azab gönderir» buyurdu. Yine buyurdu: «Allahü teâlâ, kendi aralarında münker görüp, onu değiştirmeğe gücü yettiği halde değiştirmiyenler bulunmadıkça, bir kimsenin kötü ameli sebebi ile, bir topluluğa azâb etmez. Ama ellerinden geldiği halde, münkeri nehy etmiyenler yüzünden genel ve özel hepsine azâb eder.»

Allahü teâlâ, böylelerinin duâsını kabûl etmez. Bereketi, iyiliği ve kurtuluşu onlardan kaldırır. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) : «Duâ etmeden önce, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapınız. Yoksa duâ edersiniz kabûl olmaz, istersiniz yerilmez, Allahü teâlâ’dan yardım istersiniz, size yardım etmez» buyurdu. Kurtuluşu onlardan kaldırır demiştik. Buradaki necâh = zafer, kurtuluş, düşmanları yenmek ve diğer zorluklardan kurtuluşa çıkmak demektir.

Bilâl bin Saîd der ki: Günâh gizli tutulduğu müddetçe, yalnız sâhibine zarar verir. Âşikâre olursa, bu günâha mâni’ olmadıkları için, herkese zarar verir. Nu’man bin Beşîr’in (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Allahü teâlâ’nın hukukuna riâyet etmiyenler, edenler ve başkalarını da ettirenler, bir gemide bulunan ve mevkileri ayrı olan 3 kişiye benzerler. En altta bulunan susayınca, diğerlerinin yanında keseri eline alır. Keseri niye aldın, ne yapmak istiyorsun dediklerinde, bulunduğum yeri kırıp, suya kavuşacağım der. Diğerlerinden biri, bırakın kendi hakkını kırsın, bozsun, ne yaparsa yapsın der. Diğeri ise, gemiyi kırmasına sakın müsâade etmeyin, bizi de, kendini de helâk eder der. O halde elindekini alırlarsa, o da, kendileri de kurtulur. Elinde olanı almazlarsa, o da, kendileri de helâk olur» buyuruldu. Şerhu’l-hutab’da da böyle bildirilmektedir.

Süfyân-ı Sevrî (rahmetullahi aleyh) bir münker görse ve onu değiştirmeğe gücü yetmese, günlerce küçük abdest bozarken içinden kan gelirdi. Bütün müslimanların bu hususta, bu gayret, hamiyyet ve salâbette olması lâzım ve lâyıktır. Müdâhene edip, insanlar tarafından sevilmeği düşünmemelidir. Müdâhene, bir işte gevşek davranmak demektir. Dindeki mânası ise, âşikâre günâh işliyen birisini görür ve engel olmak elinde iken, işleyen veyâ bir başkasından sebebsiz yere çekinir veya dindeki gayretinin azlığı sebebi ile ona engel olmaz demektir. Mazhar’da da böyle diyor.

Ebû Ümâme-i Bâhilî’nin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Kıyamet günü, ümmetimden bir gurub insanlar, kabirlerinden kalkıp, Allahü teâlânın huzûruna maymun ve domuz şeklinde çıkarlar. Bunlar, elinden geldiği halde günâh işliyenlere karşı müdâhene edip, nehy-i münkeri terk edenlerdir» buyuruldu. Bu, Ravdatü’l-ulemâ kitâbında yazılıdır.

Emr-i ma’ruf ve nehy-i münker yapan, başkalarının kınamasından, dil uzatmasından çekinmez. Nitekim Allahü teâlâ, Mâide sûresi 54. âyetinde: «Allah yolunda cihâd ederler, dil uzatanın kınamasından korkmazlar» buyuruyor. Hattâ dayaklarından, düğmelerinden, hattâ öldürmelerinden bile korkmaz. Çünki selef-i sâlihîn, devlet reislerinin, vâlilerin kötülüklerini men eder, aslâ çekinmezlerdi.

HİKÂYE: Ebû Gıyâs Zâhid, Buhârâ kabristanının yanında yaşardı. Bir gün, bir kardeşini ziyâret için şehre geldi. Emîr Nasr bin Ahmed’in adamları, yanlarında şarkıcılar ve oyuncular olduğu halde evden çıkıyorlardı. Emîrin ziyâfet günü idi. Zâhid bunları görünce: Ey nefsim! Öyle bir işe düştün ki, susarsan onlara ortak olursun deyip, başını yukarı kaldırdı, Allahü teâlâ’dan yardım istedi. Bastonunu kapıp, üzerlerine saldırdı. Öyle bir saldırdı ki, mağlûb, yenik, korkak halde, Sultanın sarayına döndüler ve sultana anlattılar. Sultân, zâhidi çağırıp, sultâna hurûç edenin, karşı gelenin zindana atıldığını bilmiyor musun? dedi. Ebû Gıyâs Zâhid, Rahmâna hurûc edenin, baş kaldıranın yerinin Cehennem ateşi olduğunu, sen bilmiyor musun? dedi. Sana bu, nehy-i münker görevini kim verdi? diyor. Sana emirliği veren cevabını verdi. Emîr, bana emirliği halîfe verdi dedi. Ebû Gıyâs, bana da nehy-i münker vazifesini halîfenin Rabbi verdi dedi. Seni Semerkand’a nehy-i münker yapmakla vazifelendirdim dedi. Kendimi bu vazifeden azl ettim cevâbını verdi. Emîr, senin hâlin beni şaşırtıyor; şimdi emr olunmadığın halde nehy-i münker yapıyorsun, nehy-i münker görevi veriliyor, kabûl etmiyorsun dedi. Zâhid, evet, sen beni vazîfelendirirsen, sonra azl edersin, ama Rabbim vazîfe verince, beni hiç kimse azl edemez. Emîr, ne istiyorsun söyle? dedi. Bana gençliğimi ver dedi. Emîr, bu benim işim değildir. Başka şey iste dedi. Zâhid, Cehennem meleklerinin reisi Mâlik’e mektûb yaz da, bana azâb etmesin dedi. Emîr, bu da benim işim değildir, başka şey iste! dedi. Cennet meleklerinin reisi Rıdvan’a mektûb yaz da beni Cennete soksun dedi. Emîr, bu da bana âid iş değildir dedi. Bunun üzerine Zâhid, ama bütün bunları ihtiyaçları gören Rabbim karşılıyor, veriyor. Ondan ne istediysem hepsini verdi dedi. Emîr de, onu serbest bıraktı.

HİKÂYE : Zâhidlerden biri Süleyman bin Abdülmelik’in şarab sofrasını kırdı. Cezalandırılması için ona götürdüler. Emîrin, yanına geleni öldüren bir katırı vardı. Emîr vezîri ile, bu zâhidin, katırın ahırına atılıp, öldürülmesinde aynı görüşte birleşti. Zâhidi katırın yanına koydular. Katır ona saygı gösterdi ve küçüğün büyük yanında durması gibi edeble durdu. Sabahleyin, zâhidin sağ, ayakta ve sağlam olduğunu ve ayrıca nurlu yüzünü gördüler. Muhakkak, Allahü teâlâ, bunu korudu deyip, özür dilediler ve onu serbest bıraktılar.

HİKÂYE : Hârun Reşîd, Dus şehrine tenezzühe gidecekti. Yanında Süleyman bin Ebû Ca’fer de vardı. Hârun Reşîd, ona, senin güzel sesli bir câriyen vardı. Onu da bizimle getir dedi. Vezir emretti. Geldi. Şarkı söyledi. Fakat vezir şarkı söylemesini beğenmedi ve sana ne oldu dedi. Bu benim udum değil dedi. Vezir, bir hizmetçiye, câriyenin udunu getirmesini söyledi. Hizmetçi udu getirirken, yolda bir ihtiyara rastladı. Yolda eğilmiş, hurma çekirdeği topluyordu. Ey ihtiyar, yoldan çekil! dedi. İhtiyar başını kaldırdı, udu gördü, hemen kapıp, yere çaldı. Hizmetçi bunu alıp, hâne sâhibine götürdü. Bunu sakla, çünkü emîr bunu sen- ■ den ister dedi. Hârun Reşîd’in yanma girip, olayı anlattı. Emîr kızdı ve gözleri kızardı. Süleyman, ey mü’minlerin emîri, neden bu kadar kızıyorsun? Hâne sâhibine gönder, boynunu vursun ve Dicle’ye atsın dedi. Hârun Reşid: Hayır, ona bir adam gönderelim, gelsin görüşelim dedi. Haberci geldi ve Emîrü’l-mü’minîn seni istiyor dedi. İhtiyar, peki dedi. Haberci, hadi bin! dedi. Ben o hayvana binmem deyip, yaya gitti. Sarayın kapısında durdu. Hârun Reşide, ihtiyârın geldiğini söylediler. Hârun Reşîd, nedimlerine, o zâtın yanımıza gelmesi için, bu odada münker cinsinden ne varsa kaldırın, yâhud içinde münker bulunmıyan bir başka meclis, oda hazırlayın dedi. Başka bir oda hazırlıyalım dediler. Ve oraya gittiler. Sonra o ihtiyar geldi. Yeninin içinde, içinde hurma çekirdekleri bulunan küçük torbası vardı. Hizmetçi, bunu at da, Emîrin yanına öyle gir dedi. Bu geceki yemeğim bunlardandır cevabını verdi. Biz seni yediririz dedi. Benim sizin yemeğinize ihtiyacım yoktur cevabını verdi. Hârun Reşîd, ey ihtiyar, ne taşıyorsun, ne yaptın? dedi. Ne yaptım ki? dedi. Bunun üzerine Hârun, sen benim udumu kırdın demeğe sıkıldı. Uzun zaman sükût edip durunca, ihtiyar: Duyduğuma göre, senin baba ve dedelerin Nahl sûresi 90.: «Muhakkak ki, Allahü teâlâ, adâleti, ihsânı ve akrabaya vermeği enir ediyor. Zinâdan, fenâlıklardan ve insanlara zulm yapmaktan da nehy ediyor» âyetini okurlardı. Ben de bir münker gördüm, onu nehy ettim, değiştirdim dedi. Bunun üzerine Hârun Reşid, gördüğün münkeri nehyet, Allahü teâlâ’ya yemîn ederim ki, babalarım hep bunu söylediler dedi. İhtiyar dışarı çıkınca, Hârun Reşid, adamlarından birine onbin dirhemlik (gümüşlük) bir kese verdi ve ihtiyarı ta’kîb et, eğer emîrü’l-mü’minîne böyle dedim, o bana şöyle dedi, derse, ona birşey verme, ama hiç kimse ile konuşmadığını görürsen, bu keseyi ona ver dedi. Saraydan çıkınca, ne görsün, ihtiyar yine hurma çekirdekleri topluyor ve küçük torbasına dolduruyor, kimse ile de konuşmuyor. Ona: Emîrü’l-mü’minîn, sana, bu keseyi alsın dedi. Emîrü’l- mü’minîne söyle, bunları aldığı yere versin dedi. Sonra sözünü bitirince, yerden hurma çekirdekleri çıkarmağa koyuldu. O anda şöyle diyordu:

Şiir: Görürüm ki, kimde dünyâlık varsa,
Elem, derd, sıkıntı hepsi ondadır,
Ona saygı gösteren küçülür büyük olsa.
Ona kıymet vermiyen, büyür küçük de olsa.
Neye muhtaç değilsen, bulundurma at anı,
Elde etmeğe çalış, ihtiyacın olanı.

Ravdatü’l-ulemâ ve İhyâ’da da böyle yazıyor. Bir hadîs-i şerîfde : «Sizden biriniz insanlardan korkarak, doğru bildiği şeyi söylemekten çekinmesin! Çünki ma’rûfu emreden, peygamberler aleyhimüsselâm gibi eziyet çeker» buyuruldu. Bundan anlaşılan bunun müstehab olduğudur. Çünki daha önce emrin, umura, yanî emr edilecek şeylere tâbi’ olduğu bildirilmişti. Bir iş farz ise, emri farz, vâcibse vâcib. sünnet ve müstehab ise, sünnet ve müstehabdır.

Kâ’bü’l-ahbâr, Ebû Müslim-i Havlânî’ye (rahimehullah), kavminin içinde yerin nasıldır? dedi. O da, iyidir cevabını verdi. Kâ’b, Tevrat, bunun aksini söylüyor dedi. Tevrat ne söylüyor? dedi. Tevrat’da: «Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapanın, kavmi içindeki yeri kötü olur» yazılıdır dedi. Ebû Müslim: «Tevrât doğru, Ebû Müslim yanlış söyledi» dedi.

Süfyân-ı Sevrî (rahimehullah) buyurdu ki: Bir kimse komşuları içinde seviliyor, arkadaşları arasında medh ediliyor ise, onun müdâhene ehli olduğunu biliniz. Hâlisa ve İhyâ’da da böyle diyor.

Korkmadığı fâsıka, Allah’dan kork demekten çekinmez. Zalim devlet başkanının yanında doğru söylemeği fırsat ve ganîmet bilir.

Ebû Ubeyde bin Cerrâh (radıyallahü anh) anlatır: Yâ Resûlâllah, Allah katında en üstün şehîd hangisidir? dedim. «Zâlim devlet başkanına gidip, ona ma’rûfu emr, münkeri nehy edip, öldürülendir. Öldürmezse, kelem onu, ondan sonra yazar. Yaşarsa, en güzel şekilde yaşar» buyurdu.

Hasan-ı Basrî’nin (rahimehullah) bildirdiği hadîs-i şerîfde : «Ümmetimin en yüksek şehidleri, zâlim hükümdarın karşısında, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapıp, öldürülendir. Bu şehîd Cennette, Hamza ile Ca’fer-i tayyar (radıyallahü anhümâ) arasında bulunur» buyuruldu.

Zâlim hükümdara emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmak en büyük cihad sayılır. Ebû Zer, Ebû Bekr-i Sıddîk’tan (radıyallahü anh) bildirir. Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh), yâ Resûlâllah, müşriklerle harb etmekten başka cihad var mıdır? diye suâl ettikte, Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Ey Ebâbekr, Allahü teâlâ’nın yer yüzünde iki mücâhidi vardır. Onlar diridirler. Yerler, içerler ve dolaşırlar. Allahü teâlâ onlarla, gökteki meleklere övünür, Ümm-i Seleme’nin Resûlullah için süslendiği gibi, Cennet de onlar için süslenir» buyurdu. Onlar kimlerdir, yâ Resûlâllah? dedi. «Onlar, ma’rûfu emr, münkeri nehy edenlerle hubb-i fillâh ve bugd-i fillâh – Allah için seven, Allah için düşman olan – yapanlardır. Rûhum, yed-i kudretinde bulunan Allahü teâlâ’ya yemîn ederim ki, onlardan olan bir kul, en yüksek odalarda, saraylarda bulunacak şehidlerin de üstündeki odalarda, saraylarda bulunacaktır. O büyük, manzaralı odalardan herbirinin üçyüzbin kapısı vardır. Bir kapısı yâkut ve zümrüttendir, Her kapının üzerinde bir nûr vardır. Onlardan biri, gözleri kendisinden başka hiçbir erkekte olmıyan 300 hûrî ile evlenir. Onlardan birine dönüp bakınca, ona, ma’rûfu emr, münkeri nehy ettiğin filân günü hatırlıyor musun der. Hangisine baksa, bir yerdeki emr-i mâruf, yâhud nehy-i münkerini ona hatırlatır» buyurdu.

Gördüğü münkere eli ile mâni’ olur. Buna gücü yetmezse dili ile: mâni’ olmak ister, bunu da yapamazsa, kalbi ile o işi beğenmez. Bu îmânın en zaif derecesidir.

Ebû Saîd’in bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Sizden hanginiz bir münker görürse, onu eli ile men etsin; buna gücü yetmezse diii ile önlesin; bunu da yapamıyorsa, kalbi ile onu beğenmesin» buyuruldu. Şerh-i Meşârık’da diyor ki: Elin öne alınması, engel olmada daha kuvvetle iş gördüğü içindir. Amelde ise, sözü öne almak gerekir. Çünki maksada kavuşmak tatlı, yumuşak sözle daha kolay mümkün olur. Söz ile mâni” olamazsa, o zaman el ile mâni’ olur. Bu hadîs-i şerîf: «Siz kendinize çok dikkat edin. Siz doğru yolda olursanız, başkalarının sapıtması size zarar vermez» âyetine ters düşmüyor mu? denirse, CEVÂBında deriz ki, âyet-i kerîmedeki, Siz kendinize dikkat edin kelâmında, siz üzerinize düşeni yaparsanız, başkalarının kusurları size zarar vermez mânası vardır. Kişinin üzerine düşenlerden biri de, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmaktır. Ya’nî emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yaparsanız, başkalarının sapıtması size zarar vermez demek olur.

Bu, îmanın en zaif derecesidir dendi. Bu söz, îmânın çoğalıp azaldığını gösterir, İmam Şafiî de (rahimehullah) böyle buyurdu, bunu Hanefîler nasıl îzâh ederler? denirse, CEVÂBında deriz ki: Burada îmanın en zaîfidir demek, sıfat ve semeresi demektir Böyle olunca, onların bulunmaması ile, îmandan çıkmış olmaz. Halbuki böyle değildir. Çünki bâzı rivayetlerde, bu hadîs-i şerifin devamında: «Bunun ötesinde îmandan hardal tanesi kadar kalmaz» diye gelmiştir, denirse. CEVÂBında deriz ki: Kuvvetli ve zaif semereler kalmayınca, îman yok gibi olur. Bunu açıklamakta şu haberi bildirmek uygun olur Huzeyfe ye (radıyallahü anh) «yaşayan ölü» kimdir? sorulduğunda, münkeri, eli, dili ve kalbi ile nehy edip, aşağılamıyor:. begenmemezlik etmiyendir buyurdu.

Fâsıka karşı asık yüzlü olur. Çünki bu. îman gayretindendir. Zinnûn-ı Mısri (rahimehullah) buyurur Sende üç şey bulunmayınca, emr-i ma’ruf yapma

1 — Niyyetin düzgün olsun.
2 — Hüccetini iyi bil,
3 — Neticesinde vâki olana sabret.

Musannif buna işâret edip buyurdu ki:

EMR-İ MA’RÜFUN ŞARTLARI: Üçdür.

Birincisi, bu hususda niyyeti düzgün, dürüst olmalıdır. Bu da, emr-i ma’rufdan maksadının, Kelimetullanı yüceltme olmasıdır. Kelimetullah, tam kelâm, yanî şehâdet kelimesidir, yâhud Kur’ân-ı kerîmdir. Eski âlimler kelime ile kelâm arasında fark görmemişlerdir Kelimetullah’ın yüceltilmesi demek, ahkâmının yürümesi, geçerlilik taşıması demektir.

İkincisi, emr edeceği,veya nehy edeceği şeye âid hücceti, bilgisi olmaktır.

Üçüncüsü, bu esnâda kendisine gelen, yapılan kötülüklere sabretmek, katlanmaktır.

Selefden birinden anlatılır. Oğluna vasiyyet edip, şöyle dedi: Siz den biriniz, ma’rûfu emretmek istediğiniz zaman, kendini sabretmeğe hazırlasın ve Allahü teâlâ’dan gelecek karşılığına güvensin. Çünki karşılık ve sevaba güvenen eziyet görmez. Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapacak olanın edeblerinden biri, kendini sabr etmeğe alıştırmak ve alâkayı azaltmaktır. Böylece ondan çekinmeleri azalmamış ve kendisinin de, insanlardan tama’ı kesilmiş, müdâhene kapısı kapanmış olur.

Meşâyıhdan birinin kedisi vardı. Her gün civardaki bir kassab dükkânından kendisine, hayvanların artık bezelerinden alırdı. Bir gün kasabda bir münker gördü. Eve döndü, kediyi evden koğdu, sonra kasaba gelip, nehy-i münker yaptı. Kasab, bu günden sonra kedin için sana birşey vermiyeceğim dedi. Ben kediyi evden koğduktan ve senden ümidi kestikten sonra sana nehy-i münker yapıyorum dedi. Nitekim, «insanların gönlünü hoş tutmağı istiyen, nehy-i münker yapamaz» demişlerdir.

İmam-ı Gazâlî (rahimehullah) bunu İhyâ’da yazdıktan sonra şöyle buyurur: Bu konuda vâcibliğin sâkıt olması, hissi acze bağlı değildir Belki tam mânasıyla, kendisine zarar ve kötülüğün geleceğine kanâat edince, hasbeti, yanî münkeri nehyi terk edebilir. Acizlik, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapamamak ve yapamamanın suç olmaması bu demektir.

Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapacak olanda, yukarıda belirtilen üç şart ve farzın bulunmasından sonra, üc hasletin daha bulunması lâzımdır. Bunlar rıfk, hilm ve ilimdir

Rıfk, sertliğin, katılığın tersi olup, yumuşak demektir. Emr ederken, yâhud nehy ederken, yumuşak söylemeli, tatlı ifâde etmelidir. Çünki sertlik ve kabalık, ancak fesadı arttırır.

Me’mun halîfenin sözü rıfkın vücûbuna bir delildir. Bir gün Me’mun’a bir vâiz va’zederken, onun için sert ve ağır sözler söyledi: «Ey kişi, rıfk ile söyle, biraz daha yumuşak davran. Çünki Allahü teâlâ senden iyisini benden kötüsüne göndermiştir» dedi. Ona rıfkı emr eyledi. Allahü teâlâ Tâhâ sûresi 44. âyetinde: «Fir’avn’a gidin ve yumuşak söyleyin. Olur ki, nasihat dinler, yâhud korkar» buyuruyor. Nehy ederken, ey fâsık, ey ahmak, ey câhil, ey gabî, Allah’dan korkmaz mısın, bu yaptığın nedir? gibi sözler söylemez. Çünki bu derecesi birbirine saldırmadır. Zarûret olmayınca, işi buraya vardırmamalıdır Yâhud güzellikten anlamıyorsa, o zaman sert söylenebilir.

İkincisi doğruyu söylemelidir. Bişr-i Yemânî’den anlatılır: Birisinin evine uğradı. Yanında arkadaşları vardı. Şarab içiyorlardı. Kapının önüne gelip durdu. Kapıyı çaldı. Kapıya bir câriye çıktı. Câriyeye, bu evin sâhibi kul mudur? dedi. Hayır, hürdür cevabını verdi. Bişr-i Yemânî, «doğru söyledin, kul olsaydı, ibâdetle meşgul olurdu» söyledi. İçerdeki adam, onun konuşmasını duydu ve ağlıyarak, başına vurarak kapıya çıktı, tevbe ve inâbe edip, yüksek makamlara erişti.

Hilm ile, tatlılıkla söyler. İlimle konuşur. Hüccetlerin inceliklerini iyi kavrar. Tam basiret sâhibi olur. Diğer şartlarda bu kadar ilim sâhibi olmıyabilir. Çünki onlarda, yapacağı şeyi bilmek yetişir. Çünki iyice bilmez, hüccetlerin inceliklerine vâkıf olmazsa, münkeri emretmiş olabilir. Böylece şerîatin hudûdunu tecâvüz eder. Musannif (rahimehullah). Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurduğunu şöyle açıklar Emr-i ma’rûf ve nehy-i münkeri ancak rıfk sâhibi olan yapar. O, ma’rûfu rıfk ile emreder, münkeri de rıfk ile nehy eder. Bir de hilm sâhibi olan yapar. Münkeri nehyederken hilm, ma’rûfu emr ederken de yine hilm üzere bulunur. Birde fakîh, yanî bilgili ve anlayışlı olmasıdır. Emrinde bilgi ve anlayış, nehyinde de bilgi ve, anlayış bulunmalıdır. Buradan anlaşılıyor ki, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapanın, her hususda fakîh olması şart değildir. Ancak hangi ma’rûfu emr, hangi münkeri nehy edecekse, onu iyi bilmelidir.

İmam Gazâlî (rahimehullah) buyurur ki: Burada büyük bir âfet ve tehlike vardır. Bundan çok kaçınmak lâzımdır. Çünki o, gerçekten helâk edicidir. Bu da. bildirme zamanında, kişinin ilmi sebebiyle, kendini yüksek, diğerini, bilmemek sebebiyle, aşağı tutmasıdır. Ve çoğu zaman da, bildirmek, kendisinin ilimde ileride olduğunu ve cehlin kötülüğünü başkasına yüklemek sebebiyle olur. Eğer birşeyin emir veya yasak olduğunu bildirmekteki sebebi bu ise, bu itiraz ettiği münkerden daha kötü bir münkerin kendinde bulunduğunu gösterir. Böyle emr-i mâruf ve nehy-i münker yapan, kendisini yakıp başkasını kurtarana benzer. Bu son derece câhilliktir ve burası birçoklarının ayaklarının kayacağı bir yerdir. Gâilesi çoktur. Şeytanın aldatmasıdır. Hidâyet ışığı ile, Allahü teâlâ’nın, nefsinin ayıblarını bildirip, basîretini açtığı kimseler dışında, şeytan bu hîle ile herkesi avlıyabilir.

Emr-i ma’rûf ve nehy-i münkerde, önce kendinden başlamak sünnettir. Yanî yaptırmak istediği şeyi, önce kendisi yapmalı, yapılmamasını istediği şeyi de kendisi yapmamalıdır. Söylediği, yanî yaptırmak veya yaptırmamak istediği şeyle kendisi amel etmiyorsa, sözü kalblere işlemez. Allahü teâlâ isâ aleyhisselâma vahy edip: «Ey Meryem oğlu, önce nefsine (kendine) öğüt ver, öğütünü tutar, dediğini kendin yaparsan, aynı şeyi insanlara da yaptırmağı söyle. Yoksa benden hayâ et!» buyurdu. Buradan, önce kendisi yapmalı sonra söylemeli, önce o şeyi kendisi terk etmeli, sonra terk ettirmelidir kıyâsı yapıldı. Çünki, başkasının hidâyeti, kendindeki hidâyete kavuşmanın bir dalı, bir şu’besidir. Bunun gibi, başkasını kuvvetlendirmek ve doğru yola getirmek, kendisinin istikametinin neticesidir. Kendisi sâlih olmıyan, başkasını nasıl ıslâh edebilir! Gölgesi doğru olunca sopa iğri olur mu?

Böyle olmakla beraber bütün iyi işleri yapmasa, bütün kötülüklerden sakınmasa da, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmak, bir kimseden sâkıt olmaz.

Enes (radıyallahü anh) anlatır: «Yâ Resûlâllah, bir emri mükemmel yapmadıkça emretmiyoruz, bir münkeri de ondan tam sakınmadıkça nehyetmiyoruz» dediğimiz zaman, Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Tam yapmıyor olsanız da ma’rûfu emr edin, tam sakınmıyor olsanız da, münkeri nehyediniz» buyurdu. İhyâ’da bildiriliyor.

Bu iki vazîfe hiçbir zaman sâkıt olmaz. Lâkin âhir zamanda, kalblerin katılaştığı zaman va’z ve men etmek fâide vermez. İnsanlar ve nefisleri dünyâya çok düşkün ve harîs olurlar. İşte o zaman, gördüğü münkerlere, kötülüklere sabretmek gerekir. O zaman bunu yapmak, ateşi avuçlamak gibi zordur. Sehil bin Abdullah (rahimehullah) buyurur: Dininde, emr veya yasak etmekle, bir hususta amel eden bir kul, işlerin bozulduğu ve kötüleştiği zaman, başkasına yaptıramayıp, kendisi yapınca ve başkalarının kötülüklerini kalben beğenmezse, kendisine düşeni yapmış olup, kendi zamanında emr-i ma’rûf ve nehy-i münkeri yapmış olur.

Ebû Sa’lebe (radıyallahü anh) Resûlullah’a, «Siz doğru yolda bulundukça, başkalarının kötülüğü size zarar vermez» âyetinin mânasını sorduğunda, Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: «Ey Ebâ Sa’lebe, ma’rûfu emret, münkeri nehy et. İnsanları dünyaya dalmış, âhireti unutmuş görürsen, kendine çok dikkat et, halkı bırak. Çünki senin arkanda (yanî sonradan gelecek) karanlık gece parçaları gibi fitneler vardır. O zaman senin yaptığın gibi yapana 50 ecir vardır.» Onların ecrinden ellisi mi verilir? dediklerinde, «Hayır, sizin 50 ecrinizden. Çünki siz iyiliğe yardımcı buluyorsunuz. Onlar ise, yapmak istediklerine yardımcı bulamazlar» buyurdu. İbni Mes’ûd’a (radıyallahü anh) bu âyet-i kerîme sorulduğunda, şöyle cevab verdi: «Biliniz ki, şimdi, o zaman değildir. Bugün makbûl, iyi bir zamandır. Lâkin az sonra, o zaman gelecek Siz ma’rûfu emr ettiğiniz zaman, size şöyle şöyle yaparlar ve siz yaptığımız kabûl olmadı dersiniz. İşte o zaman, siz kendinize bakınız, siz, doğru yoldaysanız, başkalarının sapıtması size zarar vermez. Şerh-i hutab ve İhyâ’da da böyle yazıyor.

Ana-baba hakkında emr-i ma’rûfa gelince: Eğer kabûl ederlerse, onlara bir defa, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmak sünnettir. Kabûl etmezlerse, daha söylemez, onlara duâ ve istiğfarla meşgul olur Muhakkak ki, Allahü teâlâ, onlar için olan düşünce ve isteğine kâfidir. Onları ya hidâyet ve salâha kavuşturur, ya da günahlarını bağışlar.

İmam Gazâlî (rahimehullah) buyurur: Çocuğun babaya, kölenin efendisine, hanımın kocasına, talebenin üstadına, tab’asının vâliye velilikleri, aksine olduğu gibi, bunlarda da, mutlaka sâbittir, aralarında fark var mıdır? denirse, cevabında deriz ki: Bizim görüşümüş şöyledir ki; velilik bulunması sâbittir. Lâkin aralarında fark vardır. Açıklıyalım ve meselâ çocukla babayı alalım. Biz deriz ki. hısbet – yanî emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapma – bakımından aralarında 5 mertebe vardır İlk 2 mertebede çocuk emr-i ma’rûf edebilir. Bu 2 mertebe, önce bildirmek, sonra da lûtf ile, tatlı sözle ona nasîhat etmek, anlatmaktır. Evlâd babasına, bağırarak, söğerek, azarlıyarak, paylıyarak, şiddet ve tehdîd ile emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapamaz. Nerede kaldı ki dayak atarak, döğerek yaptırmak hakkına sâhib olsun. Azarlıyarak ve döğerek yaptırmak, son iki mertebedir, ikisinin ortasında bulunan mertebede, yanî babasını üzerek veya ona kızarak, emr-i ma’rûf yapabilir mi? sorusuna gelince, burada durmak, düşünmek lâzımdır. Babasının çalgı âletini kırması, şarabını dökmesi, ipekten yapılmış elbisesini sökmesi, gasb veya hırsızlık sebebiyle evde bulunan haram mal ve paraları sâhiblerine vermesi, duvarda nakş edilmiş canlı resimlerini kazıması, asılı olanları indirmesi, altın ve gümüşten yapılmış yemek kablarını kırması, babaya bizzat saldırma değildir. Ona söğme, onu döğme gibi de değildir. Fakat baba, bunlardan üzülebilir ve bu yüzden kızabilir. Ancak, bu işleri yapmak hakdır, doğrudur ve babanın kızmasının menşei bâtıl ve haramı sevmesidir.

Buradan anlaşıldı ki, bu hak da çocukta olabilir. Hattâ bunları yapması üzerine lâzım olur deriz. Ancak münkerin çirkinliğini, babaya eziyyeti ve kızmasının derecesini de gözden uzak tutmamak gerekir. Şarabını dökmek gibi, münker fâhiş, babanın kızması hafif durumda olanlarda, üzerine düşeni yapar. Bunun aksi olursa, meselâ kıymetli kristal ve cam eşyası hayvan şeklinde olduğundan ve kırmasında büyük bir para zararı bulunduğundan, baba çok kızabilir. Günâh bakımından da, şarab gibi değildir. O zaman burada düşünerek hareket eder…

Kendisine emir veya nehiy edilen, izzetin Rabbi olan Allahü teâlâ’ya karşı tevâzu’ gösterip, kabullenmesi lâzım olur. Ona, «Allah’dan kork» •denince, yanağını toprağa koyup, İslâm dînine karşı saygılı olduğunu belirtir. Nitekim Ömer’e (radıyallahü anh), Allah’dan kork denildiğinde, Allahü teâlâ’ya karşı tevâzuunu göstermek için, yanağını yere koydu. Bunu, Meâlimü’t-tenzîl bildiriyor.

Bir yahudî Hârun Reşîd’e, askeri ile bir yere giderken, Allahdan kork dedi. Hârun Reşîd, bu sözü duyunca, atından indi, bunu gören askerler de indiler. Bunu Allahü teâlâ’nın ismine karşı ta’zîm için yaptılar. Cünki en büyük günahlardan biri, bir kimsenin din kardeşine, «Allahdan kork» deyince, «Sen kendine bak, sen mi bana, bunu emredeceksin?» demesidir. İsmet ve tevfîk Allahü teâlâ’dandır.

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler