Yolculukta, sultânı veya idârecisi bulunmıyan beldeye girmez. Mütehassıs doktoru bulunmayan yere de uğramaz denildi. Tâun olan yere de girmez. Tâun, vebâdan ölmek mânasındadır. Muhtârü’s-sihah’da böyle diyor. Böylece, bir zorlama olmadan, aralarındaki fark anlaşılmış olur. Bunun, koltuk altlarında, parmaklarda ve bedenin diğer taraflarında çıkan ve etrafını siyah-yeşil veya kırmızı yapan yara ve çıbanlar olduğu söylenmiştir. Vebâ için ise, tâundur demişlerdir. Doğrusu bu, insanlarda çok görülen bir hastalıktır. Bir çeşittir. Mesâbih şerhinde de böyle diyor. Lâkin doğru olan inceleme ve gerçeğe en yakını Evrâd şârihinin bildirdiğidir: Tâun, zehirli maddelerden (bir çeşit zararlı mikroplardan) bezelerde meydana gelen bir hastalıktır. Doktorlar böyle diyorlar. Tedâvi ederken kullandıkları ilâçların yararlı olması, bu sözü kuvvetlendiriyor. Yemek ve ilâçlardan, tâuna yakalanmış olanın mizâcının reddettiği birçok şeyleri beyân etmeleri ve tâunun sebebinin bozuk, kirli hava ve mizaç bozukluğu olduğunu bildirmeleri de böyle olduğunu izahda işe yarıyor. Yâhud tâun, zinâ yüzünden, Allahü teâlâ’nın, kullarına musallat ettiği cin dokunması ve çarpmasıdır. Allahü teâlâ Enfâl sûresi 25. âyetinde: “Bir de öyle bir musibetten korkun ki, o, yalnız içinizden zulm edenlere isâbet etmez. Bu belâ başkalarına da geçer, umumî olur” buyuruyor.
Bu sözümüzü, bu hastalığın ismi de te’yid ettiği gibi, bâzı hastaların ve çocukların görmesi de kuvvetlendirmektedir. Bâzılarının rüyâda, bid’at ehli ve kötü insanlar sûretinde birinin, filân ve falan kimseleri, boynundan, koltuk altından, ya da kulağının arkasından çarptığını görüp, sonra gördükleri gibi çıkması da bunu kuvvetlendirmektedir. Bu hastalığa, din büyüklerinden ve seçilmişlerden tecrube ile bildirilen cinden korunmada okunan âyet ve duâlar faydalı gelir.
Telfîk kitâbında diyor ki: Muhtemeldir ki, cin çarpması, bir hikmetledir. Çarpılacak mahallin, ve onunla çarpılan kimse arasındaki münâsebetin bulunmasına bağlıdır. Cin bir yaratıktır. Galib eczâsı ateştir {daha doğrusu alevdir). Allahü teâlâ Errahmân sûresi 15. âyetinde: “Allahü teâlâ cinlerin atasını, ateşin dumansız alevinden yarattı” buyuruyor. Yediği gıdalar ve teneffüs ettiği bozuk, kirli hava sebebiyle bedende hararet galib olursa, adı geçen münâsebet, uygunluk meydana gelir. Vebâya gelince: Kirli su, leş, kokuşmuş toprak, çamur veyâ rüzgârla uzaklardan gelen pis koku ve dumanlar gibi semavî ve arazî sebeplerle havanın cevherinde ârız olan bozukluktan meydana gelir. Bu pis hava teneffüs yolu ile ciğerlere ve oradan kalbe gelince, rûhun mizacını bozar, içindeki rutûbeti kokuşturur, tabiatının dışında bir harâret, ateş meydana gelir ve artık buna müsâit hâle gelmiş bedene yayılır deriz. Telfik’ın yazısı burada bitti.
Azâb ve fitne bulunan beldeye girmez. Bulunduğu yerde, tâun hastalığı varsa, oradan çıkmaz, tâundan kaçmaz. Üsâmenin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: “Tâun, Benî İsrâilden bir tâifeye gönderilmiş bir hastalıktır. Bir yerde tâun olduğunu duyarsanız, oraya gitmeyiniz. Bulunduğunuz yerde tâun görünürse, azâb hastalığı olan tâundan kaçıp oradan çıkmayınız. Bu tâife, Allahü teâlâ’nın, kendilerine, kapıdan secde ederek girmelerini emrettiği ve emri dinlemedikleri tâife olup, Allahü teâlâ’nın onlara tâun gönderdiği ve içlerinden yaşlı ve ileri gelenlerinden 24.000 kişinin bir anda öldüğü bir tâifedir” buyuruldu. Buradaki kapı, Mûsâ aleyhisselâmın ona doğru namaz kıldığı Beytü’l-mukaddes kubbesinin kapısıdır.
Tâundan kaçmayınız hadîs-i şerifinin mânasında şöyle demişlerdir: Bundan Allahü teâlâ’ya tevekkül edip, kazâsına râzı olmağa işâret vardır. Çünki azab kaçmakla gitmez. Ancak tevbe ve istiğfarla gider. Kaçma şeklinde değil de, bir iş için, tâunun bulunduğu yerden çıkarsa câizdir. Mesâbîh şerhinde böyle diyor.
Tahâvî (rahimehullah) Müşkllü’l-âsâr kitabında, bu hadîs-i şerîfi açıklarken diyor ki: Oraya girersem, mutlaka bu hastalığa yakalanacağım deyip oraya girerse, yâhud buradan çıkarsam, muhakkak bu hastalıktan kurtulacağım düşünürse, itikadını korumak için bu yere girmez ve çıkmaz. Ama herşeyin, Allahü teâlâ’nın kaderi ile olduğunu bilir ve Allahü teâlâ’nın yazdığı olur derse, girmesinde ve çıkmasında bir mahzûr yoktur. Mecma’ü’l-fetâvî’de de böyle diyor.
HİKÂYE: Abdülmelik bin Mervân, tâundan kaçıp, geceleyin yanında bir köle ile oradan uzaklaştı. Hayvamn üzerinde uyurdu. Bir ara köleye, bir şeyler söyle dedi. Köle, ben kim oluyorum ki, sana birşey anlatayım dedi. Abdülmelik, önemli değil, duyduklarından konuş dedi. Köle şöyle anlattı: Duyduğuma göre, bir tilki, kendisini âfet, belâ ve tehlikelerden koruması için, bir arslana hizmet edermiş. Bir gün bu tilki, kendisine kasd eden tehlükeli bir şey görmüş. Arslana sığınıp, gördüğünü anlatmış. Arslan, korkma demiş. Tilki korkudan sıyrılamamış, titremesi, ürkekliği, korkaklığı kuvvetlenmiş. Aslan, tilkinin bu ürkekliğini görünce, ona acıyıp sırtına almış. Ama korktuğu şey, üsten gelip, onu kapıvermiş. Tilki, ey arslan, imdâd! Bana verdiğin söz nerede? deyip feryâd etmiş. Arslan] benim gücüm ancak yerde olanlara yeter, seni ise semâ ehlinden biri yakaladı, benim gücüm ona yetmez demiş. Bunun üzerine Abdülmelik, ey köle, bana pek güzel bir öğüt verdin, şimdi geri dönüyorum deyip, geri döndü ve kazâya râzı oldu. Beyt:
Birşeyden korkup kaçarsan eğer,
Ona doğru yol alırsın meğer.
Bunu Muhâdarât’da bildiriyor.
Bir köye, kasabaya, bir beldeye girince: “Allahümme innâ nes’elüke min hayri hâzihil karye ve hayri mâ fîhâ ve neûzü bike min şerrihâ ve şerri mâ fîhâ” der. Yanî Yâ Rabbi, senden bu beldenin ve içindekilerin iyiliğini isteriz ve onun ve içindekilerin şerrinden sana sığınırız.
Gittiği yerin Fah’ini yemesi müstehabdır. Bir hadîs-i şerîfte: “Bir yerin fahasından (soğanını) yiyene, oranın suyu zarar vermez” buyuruldu. Musannif (rahimehullah) bunu açıklarken diyor ki: Bir yerin sarımsak, soğan, bakla, nane, kereviz, pırasa ve benzeri sebzelerinden yiyene, oranın suyu ve vebâsı zarar vermez.