Bir hadîs-i şerîfde: «Sefere çıkınız! Sıhhat ve zenginlik bulunuz» buyuruldu. Bir rivâyette: «Sefere çıkınız, rızkınız bol olur» buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfin tevcîhinde, şefere çıkanınız, hareketle sıhhatli olur. Gördüğü şeylerden ibret alması bakımından dîni, îmânı kuvvetlenir. Yolculuk esnasında sohbetinde bulunduğu, görüştüğü şeyh ve âlimlerden istifâde ile de kazançlı olur buyuruldu.

Bir hadîs-i şerîfde de: «Sefere çıkınız. Çünki misâfir, vâsıtalı olsun, yaya yürüsün, sefer müddetince, Allahü teâlâ’nın yardımında bulunur» buyuruldu. Bu yolculuk, sırf, Allah için, din ilmi, yâhud nefs riyâzeti öğrenmek ve edinmek için olan seferdir. Çünki yolculuk alışkanlıkları bozmakta, bilinen şeylerden ayırmaktadır. Kişiye sevdiklerinin, dostlarının ayrılık acısını yudumlatmakta, onu çoluk çocuğundan, yurdundan uzak düşürmektedir. Bunun gibi yolculukta, nefs definelerinin keşfi, insanların tanınması, yaramazların ortaya çıkarılışı vardır. Bu da, yolculuğun, ağır şartlarına katlanmadıkça, ortaya çıkmaz. Sefere, sefer denmesi, insanların ahlâkını ortaya çıkardığı içindir.

Şeyh Sühreverdî (rahimehullah) Avârif’de Nevevî’den alarak buyurur: Tasavvuf, nefsin bütün lezzetlerini terketmektir. Mübtedî, nefsin lezzetlerini terk ederek sefere çıkarsa, nefs mutmain olur. Nâfile ibâdetler ile yumuşadığı gibi yumuşar. Sefer onun için, deriyi debağlamak gibi olur. Yaratılıştan kendisinde bulunan sertlik, kuruluk, zorluk ondan gider. Derinin, derilikten çıkıp, elbise, kürk olması gibi, nefs de azgınlık, taşkınlık, serkeşlik tabîatını değiştirip, îmânı huy edinir.

Sefere çıkmak, din bakımından fitneden kaçmak için de olur ve hadîs-i şerîfde bildirilen Allahü teâlâ’nın yardımı bunları da içine alır. İmâm Gazâlî (rahimehullah) buyurur: Kendisinden kaçınılacak şeylerden biri vâli olmak, biri yüksek mevki, ve rütbe sâhibi olmak, biri meşguliyeti çok olmaktır. Çünki bu gibi şeyler, kalbi çok meşgul eder, karıştırır. Halbuki din, ancak Allah’dan başkasından arınmış, başka düşüncelerden kurtulmuş kalb ile tamam olur. Kalb, Allahü teâlâ’dan başkasından boşanmaz, arınmaz ise, arındığı derecede din ile meşgul olması düşünülür.

Fitne korkusundan, yurdundan ayrılmak, selefin âdetlerindendi. Süfyân-ı Sevrî (kuddise sirruh) buyurur: Bu zaman (yanî zamane insanları) kötüdür. Susup, kenarda kalanlara bile güvenilmiyor. Nerde kaldı ki, meşhûrlara, tanınmışlara güvenilsin. Şimdi, bir şehirden bir şehre, bir memleketten başka memlekete göçenin zamanıdır. Nerede bilinir, tanınırsa, ordan başka yere göçmelidir. İbrâhîm-i Havvâs (rahimehullah) bir beldede 40 günden fazla kalmazdı. 40 günden fazla kalsaydı, tevekkülünün bozulmağa başladığını görürdü. Kendisinden bildirilir. Şöyle dedi: 11 gün birşey yemeden sahrada kaldım. Nefsim buğday otu yemek istedi. O sırada Hızır aleyhisselâmın bana doğru gelmekte olduğunu gördüm. Ondan kaçtım. Sonra geri dönüp baktım. Bir de ne göreyim, geri dönmüş gidiyordu. Kendisine niçin Hızır aleyhisselâmdan kaçtınız? dediler. Nefsimin beni kandıracağını anladım dedi.

Şeyh (rahimehullah), Peygamber efendimizden (sallâllahü aleyhi ve sellem) bildirir: «Allahü teâlâ’nın en çok sevdiği şey, garîblerdir» buyurdu. Garîbler kimlerdir? dediklerinde: «Dinleri için yurtlarından çıkanlar» buyurdu. Nitekim bir başka hadîs-i şerîfde: «Dini için bir yerden bir başka yere göçene, bir karış yol alsa da, Cennet vâcib olur. İbrâhim aleyhisselâm’ın ve Muhammed’in (sallâllahü aleyhi ve sellem) arkadaşı olur» buyurdu.

YOLCULUĞUN SÜNNETLERİ: Yolculuğa çıkan, pazartesi veya perşembe gününü seçmelidir. Mesâbîh’de diyor ki: Peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) yolculuğa, perşembe günü çıkmağı severdi. Tebük gazvesine de perşembe günü çıkmıştır. Perşembe gününün mübârek bir gün olduğu, amellerin o gün göğe çıkarıldığı ve bunun için sâlih amellerinin çıkarılmasını istediği içindir. Zîra Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) bütün yolculuk ve seferleri Allahü teâlâ için idi.

Hazret-i Alî (radıyallahü anh), her ayın son 3 gününde, yolculuğu, ve evlenmeği beğenmezdi. Ay akreb burcunda iken de iyi değildir. Havas’da diyor ki: Ay akreb burcunda iken sefere çıkana, bu sefer ağır olur.

Sefere çıkacak olan, sabahleyin erken çıkmalıdır. Bunda bereket ve başarı vardır. Ebû Hüreyre’nin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Yâ Rabbi, perşembe günü sabahını ümmetime bereketli eyle», Enes’in (radıyallahü anh) rivâyetinde: «Cumartesi gününü» buyuruldu. Abdullah bin Abbâs (radıyallahü anhümâ): «Bir kimse ile görülecek bir işin varsa, gündüz git, gece gitme. Erken git. Çünki ben, Resûlullah’dan (sallâllahü aleyhi ve sellem) duydum: «Yâ Rabbi, sabahın erken (saatlerini) mübârek eyle» buyurdu.

Sahrü’l-Gâmidî tüccar idi. Mallarını sabah erken yola çıkarırdı. Sünneti gözetme sebebiyle malı, parası çok artmıştı. Çünki Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) sabah hakkındaki duâsı elbette kabûl olunmuştur. Cum’a günü sabahdan sonra yolculuğa çıkmak doğru değildir. Cum’ayı terk etmekle âsî olur. İhyâ’da da böyle diyor. Şunu da bilmelidir ki. bu takvâ hükmüdür. Fetvâ hükmünü ise, Cum’anın fazileti kısmında geniş olarak anlattık. Oradan bakılabilir.

Yolculuğa çıkanı teşyî’ etmek, geçirmek sünnettir. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Allah yolundaki bir mücâhidi, yolculuğa erken veyâ geç çıksın, teşyi’ etmeği, dünyâ ve içindekilerden daha çok severim» buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde: «Sizden biriniz sefere çıkmak istediğinde, evinde 2 rek’at namaz kılsın. Seferden dönünce de, 2 rek’at namaz kılsın. Evden çıkarken: Bismillâhi ve âmentü billâhi va’tesamtü billâhi ve tevekkeltü alellahi ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm demelidir» buyuruldu.

Yürüme bahsini anlatırken bildirdiğimiz gibi, Enes bin Mâlik’in bildirdiği hadîs-i şerîfde şöyle buyuruldu: «Kişi evinden çıkarken Bismillâh derse, bir melek kendisine, hidâyete kavuştun der. Tevekkeltü alellah deyince, melek, yeterliliğe erdin der. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh deyince, melek, sen korundun der. Şeytan ondan uzaklaşır. Giderken bir başka şeytana rastlar. İkinci şeytan birincisine sorar: Nasıl, o adama birşeyler yapabildin mi? O yeterliliğe ermiş, hidâyete kavuşmuş ve korunmuş… cevabını verir. Kişi şu düâyı okur: Allahümme innî e’ûzü bike min va’sâ-is-seferi ve kâ’bet-il-menkalebi ve sû-il manzarı fil-ehli vel-mâli. Allahümme ente-s-sâhibü fis-seferi vel-halîfetü fil-ehli. Allahümme’tvi lenâ-l-arde ve hevvin aleynâ-s-sefere. Allahümme zevvidnî-t-takvâ vağfir-if zenbî ve veccihnî lil-hayri eyne mâ teveccehtü. Sonra (herbirinin başında Besmele çekip) şu 5 sûreyi okur: Kul yâ eyyühel kâfirûn, İzâ câe, Kul hüvallahü ehad ve Kul eûzü’ler.»

Zâhid ebü’l-Hasan-ı Gazvînî (rahimehullah) der ki: Yolculuğa çıkmak istiyen, Liîlâfi sûresini okusun. Çünki o, bütün kötülüklerden emândır, güvencedir. Sahîh yolla gelmiştir: Evinden çıkmadan, Âyete’l-Kürsî’yi okuyana, evine dönünciye kadar, hiç bir şey isabet etmez. Çıkmadan önce, fakirlere sadaka vermelidir. Kirmanî en az 7 fakîre vermelidir diyor. Çünki bu, yolun selâmetidir. Lume’ât şerhinde de böyle diyor.

Sefere çıkarken, din kardeşleri iie vedâlaşmak sünnettir. Çünki Allahü teâlâ, onların düâsı ile, yolcunun iyiliğini arttırır. Zeyd bin Erkam (radıyallahü anh) Resûlullah’dan (sallâllahü aleyhi ve sellem) bildirir: «Sizden biriniz yolculuğa çıkmak isteyince, din kardeşlerine veda’ etsin. Zîra Allahü teâlâ, din kardeşlerinin düâsı ile ona bereket verir» buyurdu.

Yolculuğa çıkacak kişi evinden çıkarken evdekilere: «Sizi, emânetleri zâyi’ etmiyen Allah’a ısmarlıyorum» demelidir. Ebû Hüreyre, Mûsâ bin Verdân’a (radıyallahü anhümâ) böyle öğretti ve: Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) vedâ ederken, bana böyle öğretti» dedi. Bunu İhyâ’da bildiriyor ve, «Bıraktıklarının hepsini, kimseyi ayırmadan, Allahü teâlâ’ya ısmarlamalıdır» diyor.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), insanlara hediyelerini dağıtırken, adamın biri, oğlu ile çıka geldi. Ömer (radıyallahü anh), «sizin kadar birbirine benziyen kimse görmedim» buyurdu. Adam, bunun hikâyesi var, size anlatayım, ey mü’minlerin emîri dedi ve şöyle anlattı: Ben sefere çıkacaktım. Bu çocuğumun annesi, buna hâmile idi. Bana, beni bu halde bırakıp mı gidiyorsun? dedi. Ben de, karnında olanı, Allahü teâlâ’ya ısmarladım dedim ve gittim. Sonra dönüp geldiğimde, ne ile karşılaşayım! Çocuğumun annesi ölmüş! İnsanlarla oturup konuşuyorduk. Birden kabrinin üzerinde bir ateş gördüm. Yanımdakiiere, bu nedir dedim. Bu ışık, filân kadının kabrindendir. Her gece onu görürüz dediler. Vallahi, o çok oruç tutar, çok namaz kılardı dedim. Kazmayı alıp, kabrine gittim. Kabri kazıp açtık. Bir de ne göreyim! Kabrin içinde bir kandil yanar. İşte bu gördüğünüz oğlan orada dönüp duruyordu. O anda bir ses: «İşte emânetin! Eğer annesini de bize emânet etseydin, onu da bunun gibi bulurdun» diyordu. Bunun üzerine Ömer (radıyallahü anh), bu çocuk sana, karganın kargaya benzemesinden daha çok benziyor buyurdu.

Mukim olan misâfire: «Din ve emânetini ve amelinin neticelerini Allahü teâlâ’ya ısmarladım. Allahü teâlâ. azığını takvâ eylesin ve nereye dönersen hayırlı eylesin» demelidir. Çünki yolculukta insana birçok meşakkatler, zorluklar isâbet eder. Çeşitli korkularla karşılaşır. Bu yüzden din işlerinden bâzısını ihmâle sebeb olurlar. Bunun için ona yardım ve. tevfîk ile düâ etmelidir. Duâdaki emânet sözü, çoluk çocuğu ve malı mânasındadır. Şerh-i Mesâbîh’de de böyle diyor. «Amelinin neticeleri» sözü. Lokman aleyhisselâmın oğluna sözüdür. «Allahü teâlâ azığını takvâ eylesin ve nereye dönersen, seni hayra, iyiliğe döndürsün» sözü, Ömer bin Şuayb’ın, babasından, dedesinden (radıyallahü anhüm), o da Resûlullah’dan (sallâllahü aleyhi ve sellem) naklettiği: Bir kimseyi yolcu ettiği zaman: «Allahü teâlâ seni azıklandırsın, günâhım bağışlasın ve nereye dönsen, seni hayra çevirsin» hadîsinden alınmıştır.

Yolcu beraberinde bir takım şeyler bulundurmalıdır. Yağ şişesi, tarak, sürmeden, misvâk, makas, ayna, ok, kılıç, bıçak, sarık, ayakkabı, biz, ya’nî ayakkabı ve mesti dikme âleti, çuvaldız, iğne, ince ve kalın iplikler, kendisine yarayan ilâçlar ve diğer şeyler gibi. Korkulu yerlerde İhlâs sûresini okumalıdır. Her konakta bunu 11 defa ve âyete’l-kürsî’yi 1 defa okur. Sonra: «Ve mâ kaderullahe hakka kadrihi… den, Ve mâ yüşrikûn’e kadar 1 defa okur.

Ebû Mûsâ (radıyallahü anh) bildirir: Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem), düşmandan çekindiği zaman: «Allahümme innâ nec’alüke fî nuhûrihim ve ne’ûzü bike min şurûrihim» derdi. Yanî, Yâ Rabbi, heybetini onların kalblerine verir, şerlerinden sana sığınırız.»

İmam Gazâlî (rahimehullah) İhyâ’da buyurur: Seferde yalnızlıktan çekindiği zaman: «Sübhânel melikil kuddûs. Rabbül melâiketi ver rûh. Cellet semâvâtü bil izzeti vel ceberût» derdi.

Ravdatü’l-müttekin’de der ki: Düşmanına karşı Vennâzi’ât sûresini okuyana, düşmanı zarar vermez, ondan yüz çevirip gider.

HAYVANA BİNMEK: Hayvana binerken ve inerken Allahü teâlâ’nın ismini anar, Besmele okur. Binerken Besmeleyi unutanın yanına şeytan biner ve ona, şarkı söyle der. Şarkı söylemekten hoşlanmıyorsa, boş ve bozuk düşünceler ile ona hayâl kur der. Ayağını hayvanın özengisine koyarken Bismillâh der. Hayvanın sırtına oturunca, Elhamdü lillâh der. Hayvan yürümeğe başlayınca: «Sübhânellezî sehhara lenâ hâzâ ve mâ künnâ lehû mukrinîn. Ve innâ ilâ Rabbinâ le-münkalibûn» der. Hayvana taşıyabileceğinden çok yük yüklemez, hayvanın suratına vurmaz. 3 kişi bir hayvana binmez. Zîra bunlardan en önde binen lâ’netlenmiştir. Hadîs-i şerîfde böyle gelmiştir. Bu tehdîd, binenlerin üçünün de büyük olduğu zamandır. Ama bâzısı çocuk olursa, mahzûru yoktur. Nitekim Mesâbîh’de Abdullah bin Ca’fer’den (radıyallahü arih) bildirilir: Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir yolculuktan dönmüştü. Yanına koştum. Beni önüne bindirdi. Sonra Fâtıma’nın (radıyallahü anhâ) oğullarından biri geldi. Onu da arkasına bindirdi. Bir hayvan sırtında, üçümüz Medîne’ye girdik. Yâhud hayvanın üç kişiyi taşıyacak kadar kuvvetli olmadığı, yâhud mesâfenin uzak olduğu zaman doğru olmaz.

Hayvanı kürsî edinmez. Zîra Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Hayvanlarınızın sırtlarını kürsî edinmeyiniz» buyurdu. İhyâ’da vardır. Minber de edinmez. Yanî üzerine ayakta durup, insanlara hitâb edecek yer yapmaz. Çünki Peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Hayvanlarınızın sırtlarını minber edinmeyiniz» buyurmuştur. Ya’nî seyr etmeksizin, yola gitmeksizin hayvanın sırtında durmayınız. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) bunu men’ettiği halde, kendisinin hayvan sırtında oturup, hitâb etmesinden anlaşılıyor ki, zarûret ve ihtiyaç zamanlarında câizdir.

Bir şeyi beklemek için de, hayvanın üzerinde durulmaz. İnilir, öyle beklenir. Çünki Allahü teâlâ hayvanları binmek ve yük yüklemek için yaratmıştır, başka şey için değil. Hayvanın ayağı kayınca, tökezleyince, tâiseşşeytân dememelidir. Bu hayvanın helâkine beddüâ etmek olur. Böyle derse, şeytan, bununla böbürlenir, büyüklenir de, onu kendi kuvvetimle yere fırlattım der. Hayvan tökezleyince, düşünce. Bismillâh demelidir ki, şeytan bu sözle, küçülür, küçülür, sinekten de küçük olur. Şeytanın şerrinden Allahü teâlâya sığınır ve, Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm» der.

Ezkâr kitâbında diyor ki: Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) hazret-i Alî’ye (radıyallahü anh): «Ey Alî, sana, bir tehlikeye düştügün zaman, söyliyeceğin birkaç kelime öğreteyim mi?» buyurdu. Buyurun, Allahü teâlâ, beni sana feda eylesin dedi. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Bir tehiikeye düşersen, (Bismillâhirrahmânirrahîm, ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm) söyle. Muhakkak Allahü teâlâ, bu duâ ile, çeşitli belâlardan dilediğini senden çevirir» buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde: «Hayvan sâhibinin, hayvanın sadrında oturması daha uygundur» buyuruldu. Hayvanın sadrı, sırtının ortasının boynuna yakın tarafıdır. Hadîs-i şerîfin devamı şöyledir: «Bir kimse, izni olmadan din kardeşinin hayvanına binmesin.»

Ebû Büreyde (radıyallahü anh) anlatır: Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) huzûrunda bulunuyorduk. O esnada, eşeği ile bir adam geldi. Ey Allahın Resûlü! Buyurun, binin deyip, arkaya çekildi. Resûlullah: «Hayvanının sırtının önünde oturmak senin hakkındır. Ancak arzunla olursa, mümkündür» buyurdu. Resûlullah’ın böyle buyurması, adamın, kim daha üstün ise, onun önde oturması daha uygun olur düşüncesinin doğru olmadığını bildirmek idi. İşte bunun için, öne binmek, sâhibinin hakkı olduğunu beyan etti. Ancak îsar, ikrâm olarak bu hakkını başkasına verebilir.

2 veyâ 3 kişinin nöbetleşe bir hayvana binmesinde bir mahzûr yoktur. Birincisi iner, İkincisi biner, o da iner, üçüncüsü biner. Bu bir hayvana, bir anda üç kişinin binmesinden başkadır.

YOL ARKADAŞI: Yolculukta, kendine sâlih bir arkadaş arar. Fâsıkla yolculuk yapmaz. Bunun, için «önce arkadaş, sonra yol» denmiştir. Arkadaş, kendisine dîni bakımından yardım edici, unuttuğunu hatırlatıcı, hatırladığı zaman ona yardımcı olmalıdır. Çünki kişi, arkadaşının dîni üzeredir. İnsan, ancak arkadaşı ile tanınır. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) yalnız başına yolculuğa çıkmağı men etmiştir. En iyisi, 4 arkadaş beraber yolculuk etmektir demişlerdir. Yolculukta bir birleri ile ahbab olur, yakınlık kurarlar. Bir iş çıkınca biri gider, yardım için diğeri de ona muvafakat eder. Aynı zamanda yolculukta, insanın başına çok işler gelir. Bilhassa içlerinden biri vefât ederse, yıkamak, kabir kazmak, namaz kılmak ve defn etmekte kendilerine çok ihtiyaç ve iş düşer. Hele içlerinden biri, emânet ve borçları bir diğerine vasiyyet ederse, kalan ikisi de buna şâhid olurlar.

Bir topluluk yolculuğa çıkınca, içlerinden birini emîr, başkan yaparlar. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Seferde, 3 kişi oldunuz mu, birinizi emir yapın» buyuruyor. Bunu Avârif bildiriyor. Seçtikleri emir, bilgili, akıllı olmalı, sonra da kimse ona muhalefet etmemelidir. Emîrin, yolculuğa çıkan topluluğun dünya bakımından en zâhidi, takvâ yönünden en sağlamı, mürüvvet ve cömerdlik bakımından en üstünü, şefkat yönünden en büyüğü olması lâzımdır. Abdullah bin Ömer’in (radıyallahü anhümâ) Resûlullah’dan (sallâllahü aleyhi ve sellem) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Dikkatle dinleyiniz! Allahü teâlâ katında arkadaşların hayırlısı, arkadaşına karşı daha iyi olanıdır» buyuruldu.

Abdullah-i Mervezî’den anlatılır: Ebû Alî Rıbâtî, onunla sefere çıkmıştı. Ebû Alî’ye, ben mi emîr olacağım, sen mi dedi. Ebû Alî, sen ol dedi. Bunun üzerine kendinin ve ebû Alî’nin azığını yüklendi. Bir gece yağmur yağdı. Abdullah kalkıp, bütün gece, kilimi arkadaşının üzerine tutup, onu yağmurdan korudu. Ne zaman, yapma! dese, Abdullah, «ben emîr değil miyim? Senin ancak söz dinlemen ve bana itâat etmen lâzımdır» Cevâbını verirdi.

Yolcuların yiyeceklerinin, birinin kontrolünde bir arada bulunması müstehabdır. Bu onların kalblerinin daha rahat olmasını sağlar. Hadîs-i şerîfde: «Yavaş yürüyen hayvanın sâhibi, kafilenin emîridir» buyuruldu. Emîrin, kafiledeki, en zaif olan kadar yürümesi lâzımdır. Peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) ekseriya, yolculukta, arkadaşlarından ayrılır, zaif olanın yanına gelirdi. Onlara duâ eder, yiyecek vermek, binek hayvanı te’min etmek gibi elinden geldiği işlerde onlara hizmet ve yardımı kendi üzerine alırdı. Taşımada, binmede, inmede ve hayvanları otu bol olan yere götürmede yardım etmek de müstehabdır. Yürüdükleri yer, otlu ise, orta yürüyüşle gider. Zaman zaman hayvanını otlamağa bırakır. Peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Otlu yerde yolculuk yapınca, o otlaktan devenin hakkını veriniz» buyurdu. Şerh-i Mesâbîh’de de böyle diyor.

Kıraç, çorak bir yerden geçince, hızlı gitmelidir. Zîra birincide orta, İkincide ise hızlı yürüyüşle gitmek, rıfk ve merhamettendir. Birincide orta yürüyüşle gitmenin sebebi acıktır. İkincisinde ise, hayvan sür’atle konaklama yerine varır ve yolda acıkıp, susamadan ve bu sebeble yürüyüşten kalmadan, karnını doyurmak fâidesi vardır.

Yol arkadaşlarına karşı iyi huylu olur. Allah katında günah olmıyacak şekilde şaka yapar. Yol işlerinde arkadaşları ile bol bol istişâre eder, onlara danışır. Onları neş’elendirmek için, yüzlerine tebessüm eder. Çünki yolculuk hâli, sıkıntı ve meşakkatlidir. Yanındaki fazla su ve azığını onlardan esirgemez. Hattâ yanında ne varsa, onların istifâdelerine sunar. Mubâh olan herşeyde onlara uyar.

Seslenmelerine cevab verir. Yardım istiyene yardım eder. Bir şey istiyene, hayır demez. Elinden geldiği kadar isteğini karşılar. Hiçbir şey veremiyorsa, tatlı sözle mukabele eder.

Yolu şaşırırlarsa, durup meşveret ederler. Bir tek kişi görürlerse, ona yolu sormazlar ve onu kılavuz kabûl etmezler. Hırsızların adamı, yâhud kendilerini şaşırtan şeytan olabilir.

Rivâyet olunduğuna göre, tenha kırlarda, sahralarda, Gavl adında bir çeşit cin vardır; insanları yollarından saptırır ve helâk eder. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Gavl adındaki cinleri gördüğünüz zaman, ezan okuyunuz» buyurdu. Bu, İslâmın ilk zamanlarında idi. Sonra Allahü teâlâ, bunu kullarından kaldırmıştır da denir. Bir başka hadîs-i şerîfde buna işâret etmiş: «Uğursuzluk ve Gavl yoktur» buyurmuştur. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) Gavl yoktur demekle, Gavlin varlığını nefy etmiş olmayıp, arabların, gavlin tasarruf etme gücü olduğuna, muhtelif renk ve şekillerde görünebildiğine dair olan düşüncelerini, inançlarını silmek istemiştir de denilmiştir. Şerh-i Meşârık’da da böyle diyor.

Yolculuk esnasında namazı evvel vaktinden geciktirmeyip, hemen edâ ederler. Namaz kılarken, aynı zamanda dinlenirler. Çünki namaz, âkil ve bâliğ olanların, yerine getirmekle yükümlü oldukları bir borçtur. Dar ve korkulu yerde de olsalar, namazı cemâatle kılarlar. Hiç kimse hayvan üzerinde uyumaz. Çünki bu, hayvanın sırtının yaralanmasını çabuklaştırır.

Yolcu, hayvandan inince, kendi yemesinden önce, hayvanı yedirir. Konaklamak için, toprağı yumuşak, otu bol olan bir yer seçer. Yorgunluğu ve bitkinliğini gidermek için, oturmadan önce, 2 rek’at namaz kılar. Sonra: «Allahümme enzilnî münzelen mübâreken ve ente hayrül münzilîn. Eûzü billâhi minel esedi vel esvedi ve min şerri vâlidin ve mâ veled. Eûzü blkelimâtillâhit-tâmmâti küllihâ min. şerri mâ halâk» der. Güzel huyluluk ve büyük rıfkın gereği olarak, muhtaca yedirmeden, kendisi yemez.

Hayvün üstünde bulundukça Kur’ân-ı kerîm okur; hayvanın ve kendinin ihtiyaçlarını temin ederken, Allahü teâlâ’yı tesbîh eder. Bu ikisinin dışındaki zamanlarda da bol bol düâ eder.

Konakladığı yerden hareket edeceği zaman 2 rek’at namaz kılar ve ora halkına: «Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhissâlihîn» der. Daha önce geçtiği gibi, evine gelip de, evde kimse yoksa, yine bu şekilde selâm verir. Çünki her yerde, oraya mahsus melekler vardır. Bu melekler o beldeyi korurlar.

Yolcular, gecenin evvelinde yürümezler. Bu zamanda cinlerden zarar görebilirler. Bu vakitte konaklayıp dinlenirler… Gece yarısından sonra tekrar yola koyulurlar. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) : «Gecenin sonuna doğru yola çıkınız. Çünki yeryüzü gece dürülür», yanî çok yol alırsınız buyurdu. Zîra gecenin sonuna doğru yapılan yolculuk kolay ve rahat olup, yolcu çok yol aldığı halde, az gittiğini zanneder. Sanki yer onun için dürülmüş, katlanmış olur. Mesâbîh şerhi’nde de böyle diyor.

Yolculuk esnasında yüksek sesle konuşmazlar. Hırsız ve yabanî hayvanlara kendilerini duyurmuş, yerlerinim belirtmiş olurlar. Ya’nî seslerini yükseltirlerse, yol kesiciler, yırtıcı hayvanlar ve benzerleri onların nerede olduğunu anlarlar.

Her yüksek yerde çok tekbîr okumak, yanî Allahü ekber kebîren demek de, yolculuğun sünnetlerindendir. ihyâ’da diyor ki. Yüksek yerden geçerken: «Allahümms lekeş-şerefü alâ külli şeref ve lekel hamdü alâ külli hâl» demelidir. Her alçak yerden geçerken de, bol bol teşbih okur, ya’nî Sübhânallah der. Bir hadîs-i şerîfde: «Güneş batarken, deniz kenârında, yüksek sesle bir kere tekbîr söyliyene, Allahü teâlâ, o denizin damlatan kadar sevab yazar» buyuruldu. Gemiye binerken: «Bismillâhi mecrâhâ ve mürsâhâ inne Rabbî legafûrur-rahîın. Ve mâ kaderullahe hakka kadrih. Vel-erdu cemî’an kabdatühü yevmel kıyameti ves-semâvâtü matviyyâtün bi-yeminihi. Sübhânehû ve teâlâ amma yüşrikûn» der.

Yolun ortasında konaklamamalıdır. Cünki yol, yılanların ve diğer böceklerin barınağı, cinlerin geceledikleri ve yırtıcı hayvanların geçtiği yerdir. Cünki onlar, geceleyin, yoldan daha kolay yürürler. Yolcular konakladıklarında, bir yere toplanırlar. Birbirlerine sokulurlar. Hattâ üzerlerine bir örtü atılsa, hepsini örter. Nitekim Ebû Sa’lebe (radıyallahü anh) anlatır. İnsanlar konakladıkları zaman, kuytulara ve vâdilere dağılırlardı. Bunun için Resûlullah onlara: «Bu kuytu ve vâdilere dağılmanız şeytandandır» buyurdu. Bundan sonra her konakladıkları yerde, birbirlerine sokuldular. Hattâ üzerlerine bir örtü atılsa, hepsini örterdi denilebilir. Bunu Mesâbih
bildiriyor.

Gece bastırınca yolcu yer yüzüne: «Ey yer! Benim ve senin Rabbın Allahü teâlâ’dır. Senin ve içindekilerin ve üzerinde hareket edenlerin şerrinden ve büyük kara yılanın, aslanın, yılanın ve akrebin şerrinden, bu beldede oturanların, babasının ve çocuğunun şerrinden, Allahü teâlâ’ya sığınırım Sonra. «Ve lehü mâ sekene fil-leyli ven-nehâri ve hüves-semîul aiim» der İmam Gazâlî (rahimehullah) da böyle buyuruyor.

Yolcu, gece gördüğü karartıdan korkmamalıdır. Çünki o gördüğü şey, insandan, kendisinin ondan korkmasından daha çok korkar. Mücâhid (rahimehullah) buyurur: Geceleyin, bir karartı görürsen, ondan en çok korkan sen olma! Zira, o senden, senin ondan korktuğundan daha çok korkar.

Hayvanının boynunda çıngırak bulunanla yolculuk etme! Şâirle, büyücü ile, kâhin ile de yol arkadaşlığı yapma! Yıldızlara bakıp fal bakan, söz söyliyen müneccimle de yoldaş olma. Özürlü, sakat, yaşlı hayvanla da yola çıkma! Bir hadîs-i şerîfde: «İçinde köpek ve çan bulunan kafileye melekler refakat etmez» buyuruldu. Meleklerin çandan, yanî çıngıraktan nefret etmelerinin sebebi, nakusa, hıristiyanların kiliselerindeki çanlarına benzediğindendir demişlerdir. Bazıları da, sesinin çirkinliğindendir demişlerdir.

Âlimler, hayvanlara takılan çan, oyuncak gibi veya eğlence için olursa yasaktır, ama bir fayda için takılmışsa mahzuru yoktur buyurmuşlardır. Hadîs şerhlerinde açıkça vardır. Bir başka hadîs-i şerîfde: «Çan şeytanın çalgı âletleridir» buyuruldu. Buradaki çan sözü, bütün cinslerini içine almaktadır. Çünki mübtedâ müfred, haber cemi’dir. Çünki çan, çıngırak sesi, insanı zikir ve fikirden alıkoyar. Mesâbîh şerhinde de böyle diyor.

Mal, para arzûsuyla uzun yolculuklara çıkmaz. Mekrûhdur. Çünki bu, dünyaya olan hırsının çokluğundandır. İmam Mücâhid (rahimehullah) : Allah için harb, hac, ömre (ve sıla-i rahm) hâriç, deniz yolculuğu yapmak mekrûhdur. Deniz yolculuğu yapanın, denize dikkatle, ibretle bakması, onu bütün derinliği ile gözden geçirmesi müstehabdır. Çünki deniz, Allahü teâlâ’nın en büyük âyetlerinden, varlığını, birliğini gösteren en belirgin alâmetlerindendir. Böyle ibretle ve dikkatle denizi inceleyene Cennette, gözünün gördüğü kadar yer açılır.

Kadın, yanında mahremi bulunmadan 3 veya daha fazla günlük sefere çıkamaz. Bâzı hadîsde: «1 gün 1 gecelik mesâfe» diye bildirilmektedir (*) [1 günde 8 saat yürümekle, 3 gün süren yolculuk, ya’nî 108 km. lik mesâfe, 1 gün 1 gece, yanî 24 saatte alınmış oluyor demektir. Bunun için 2 hadîs arasında kasd olunan mesâfe ve zaman aynı olabilir. (Mütercim).]

Kafilede bulunanlar, hangi yoldan gideceklerinde şübhe ve. tereddüd ederlerse, şu hadîs-i şerîfe göre amel ederler: «Yollanndan hangisinden gideceğinizde tereddüd ettiğiniz zaman, sağ taraftaki yoldan gidiniz. Çünki o yolda Hâdî isminde bir melek bulunur.»

Yolcular yürümekten yorulunca, sür’atlerini arttırmalıdırlar. Zîra bu, yürümeden hâsıl olan bitkinliği giderir, uzağı yakın eder. Bir hadîs-i şerîfde: «Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) yolculukta sabah namazını kılınca, hayvanının yularının ipini tutar, 1 mikdar yürürdü» buyuruldu.

TÂUN HASTALIĞI: Yolculukta, sultânı veya idârecisi bulunmıyan beldeye girmez. Mütehassıs doktoru bulunmıyan yere de uğramaz denildi. Tâun olan yere de girmez. Tâun, vebâdan ölmek mânasındadır. Muhtârü’s-sihah’da böyle diyor. Böylece, bir zorlama olmadan, aralarındaki fark anlaşılmış olur. Bunun, koltuk altlarında, parmaklarda ve bedenin diğer taraflarında çıkan ve etrafını siyah-yeşil veya kırmızı yapan yara ve çıbanlar olduğu söylenmiştir. Vebâ için ise, tâundur demişlerdir. Doğrusu bu, insanlarda çok görülen bir hastalıktır. Bir çeşittir. Mesâbih şerhinde de böyle diyor. Lâkin doğru olan inceleme ve gerçeğe en yakını Evrâd şârihinin bildirdiğidir: Tâun, zehirli maddelerden (bir çeşit zararlı mikroblardan) bezelerde meydana gelen bir hastalıktır. Doktorlar böyle diyorlar. Tedâvi ederken kullandıkları ilâçların yararlı olması, bu sözü kuvvetlendiriyor. Yemek ve ilâçlardan, tâuna yakalanmış olanın mizâcının reddettiği birçok şeyleri beyân etmeleri ve tâunun sebe(*)binin bozuk, kirli hava ve mizaç bozukluğu olduğunu bildirmeleri de böyle olduğunu izahda işe yarıyor. Yâhud tâun, zinâ yüzünden, Allahü teâlâ’nın, kullarına musallat ettiği cin dokunması ve çarpmasıdır. Allahü teâlâ Enfâl sûresi 25. âyetinde: «Bir de öyle bir musibetten korkun ki, o, yalnız içinizden zulm edenlere isâbet etmez. Bu belâ başkalarına da geçer, umumî olur» buyuruyor.

Bu sözümüzü, bu hastalığın ismi de te’yid ettiği gibi, bâzı hastaların ve çocukların görmesi de kuvvetlendirmektedir. Bâzılarının rü’yâda, bid’at ehli ve kötü insanlar sûretinde birinin, filân ve falan kimseleri, boynundan, koltuk altından, ya da kulağının arkasından çarptığını görüp, sonra gördükleri gibi çıkması da bunu kuvvetlendirmektedir. Bu hastalığa, din büyüklerinden ve seçilmişlerden tecrube ile bildirilen cinden korunmada okunan âyet ve düâlar faydalı gelir.

Telfîk kitâbında diyor ki: Muhtemeldir ki, cin çarpması, bir hikmetledir. Çarpılacak mahallin, ve onunla çarpılan kimse arasındaki münâsebetin bulunmasına bağlıdır. Cin bir yaratıktır. Galib eczâsı ateştir {daha doğrusu alevdir). Allahü teâlâ Errahmân sûresi onbeşinci âyetin- ae: «Allahü teâlâ cinlerin atasını, ateşin dumansız alevinden yarattı» buyuruyor. Yediği gıdalar ve teneffüs ettiği bozuk, kirli hava sebebiyle bedende hararet galib olursa, adı geçen münâsebet, uygunluk meydana gelir. Vebâya gelince: Kirli su, leş, kokuşmuş toprak, çamur veyâ rüzgârla uzaklardan gelen pis koku ve dumanlar gibi semavî ve arazî sebeb- lerie havanın cevherinde ârız olan bozukluktan meydana gelir. Bu pis hava teneffüs yolu ile ciğerlere ve oradan kalbe gelince, rûhun mizacını bozar, içindeki rutûbeti kokuşturur, tabiatının dışında bir harâret, ateş meydana gelir ve artık buna müsâid hâle gelmiş bedene yayılır deriz. Telfik’ın yazısı burada bitti.

Azâb ve fitne bulunan beldeye girmez. Bulunduğu yerde, tâun hastalığı varsa, oradan çıkmaz, tâundan kaçmaz. Üsâmenin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Tâun, Benî İsrâilden bir tâifeye gönderilmiş bir hastalıktır. Bir yerde tâun olduğunu duyarsanız, oraya gitmeyiniz. Bulunduğunuz yerde tâun görünürse, azâb hastalığı olan tâundan kaçıp oradan çıkmayınız. Bu tâife, Allahü teâlâ’nın, kendilerine, kapıdan secde ederek girmelerini emrettiği ve emri dinlemedikleri tâife olup, Allahü teâlâ’nın onlara tâun gönderdiği ve içlerinden yaşlı ve ileri gelenlerinden 24.000 kişinin bir anda öldüğü bir tâifedir» buyuruldu. Buradaki kapı, Mûsâ aleyhisselâmın ona doğru namaz kıldığı Beytü’l-mukaddes kubbesinin kapısıdır.

Tâundan kaçmayınız hadîs-i şerifinin mânasında şöyle demişlerdir: Bundan Allahü teâlâ’ya tevekkül edip, kazâsına râzı olmağa işâret vardır. Çünki azab kaçmakla gitmez. Ancak tevbe ve istiğfarla gider. Kaçma şeklinde değil de, bir iş için, tâunun bulunduğu yerden çıkarsa câizdir. Mesâbîh şerhinde böyle diyor.

Tahâvî (rahimehullah) Müşkllü’l-âsâr kitabında, bu hadîs-i şerîfi açıklarken diyor ki: Oraya girersem, mutlaka bu hastalığa yakalanacağım deyip oraya girerse, yâhud buradan çıkarsam, muhakkak bu hastalıktan kurtulacağım düşünürse, itikadını korumak için bu yere girmez ve çıkmaz. Ama herşeyin, Allahü teâlâ’nın kaderi ile olduğunu bilir ve Allahü teâlâ’nın yazdığı olur derse, girmesinde ve çıkmasında bir mahzûr yoktur. Mecma’ü’l-fetâvî’de de böyle diyor.

HİKÂYE: Abdülmelik bin Mervân, tâundan kaçıp, geceleyin yanında bir köle ile oradan uzaklaştı. Hayvamn üzerinde uyurdu. Bir ara köleye, bir şeyler söyle dedi. Köle, ben kim oluyorum ki, sana birşey anlatayım dedi. Abdülmelik, önemli değil, duyduklarından konuş dedi. Köle şöyle anlattı: Duyduğuma göre, bir tilki, kendisini âfet, belâ ve tehlikelerden koruması için, bir arslana hizmet edermiş. Bir gün bu tilki, kendisine kasd eden tehlükeli bir şey görmüş. Arslana sığınıp, gördüğünü anlatmış. Arslan, korkma demiş. Tilki korkudan sıyrılamamış, titremesi, ürkekliği, korkaklığı kuvvetlenmiş. Aslan, tilkinin bu ürkekliğini görünce, ona acıyıp sırtına almış. Ama korktuğu şey, üsten gelip, onu kapıvermiş. Tilki, ey arslan, imdâd! Bana verdiğin söz nerede? deyip feryâd etmiş. Arslan] benim gücüm ancak yerde olanlara yeter, seni ise semâ ehlinden biri yakaladı, benim gücüm ona yetmez demiş. Bunun üzerine Abdülmelik, ey köle, bana pek güzel bir öğüt verdin, şimdi geri dönüyorum deyip, geri döndü ve kazâya râzı oldu. Beyt:

Birşeyden korkup kaçarsan eğer,
Ona doğru yol alırsın meğer.

Bunu Muhâdarât’da bildiriyor.

Bir köye, kasabaya, bir beldeye girince: «Allahümme innâ nes’elüke min hayri hâzihil karye ve hayri mâ fîhâ ve neûzü bike min şerrihâ ve şerri mâ fîhâ» der. Yanî Yâ Rabbi, senden bu beldenin ve içindekilerin iyiliğini isteriz ve onun ve içindekilerin şerrinden sana sığınırız.

Gittiği yerin Fah’ini yemesi müstehabdır. Bir hadîs-i şerîfde: «Bir yerin tahini (soğanını) yiyene, oranın suyu zarar vermez» buyuruldu. Musannif (rahimehullah) bunu açıklarken diyor ki: Bir yerin sarımsak, soğan, bakla, nane, kereviz, pırasa ve benzeri sebzelerinden yiyene, oranın suyu ve vebâsı zarar vermez.

YOLCULUKTAN DÖNME: Yolcu, işini, ihtiyâcını gördükten sonra, evine, ehline dönmekte acele eder. Çünki sefer, gurbet, ateşten bir parçadır. Çünki seferde, her türlü meşakkat ve zorluk vardır. Sefer, sakardan (Cehennemden) bir parçadır da denilmiştir.

Seferden dönünce çoluk çocuğuna bir hediye getirir. Yanî yolculuktan gelenin çoluk çocuğuna, akrabasına yiyecek ve benzeri birşey getirmek sünnettir. Tabiî ki, imkânı nisbetinde birşey getirir, bir taş bile olsa. Yanî getirecek birşey bulamazsa, heybesine bir taş koyup getirir. Bunu hediye getirmede gayret göstermek için bildirmiştir. Çünki gözler, yoldan geleni gözlemekte, gönüller rahatlık istemektedir. Hediye ile, muhabbet kuvvetlenir, neş’e artar.

Kötü bir şey, çirkin bir hal görmemek için, evine gece gelmez. Gündüz gelirse, hanımı onun için hazırlanır, yıkanır, temizlenir, taranır… Yolcunun, sabahleyin veya akşamdan önce evine gelmesi müstehabdır. Önce mescide gider ve namaz kılar. En iyisi, evine kuşluk vaktinde gelmesidir. Kâ’b bin Mâlik (radıyallahü anh) bildirir: Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) seferden gündüzün kuşluk vakti dönerdi. Gelince, önce mescide girer, 2 rek’at namaz kılar ve insanların kendisini ziyâret etmeleri, gelişi ile sevinmeleri için, otururdu. Mesâbîh’de böyle diyor.

Evine, çoluk çocuğunun yanına gelince, bol boi tekbir getirir. Zîra Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) gazâdan, hacdan ve başka bir seferden dönerken, her yüksek yerden geçerken 3 kere tekbîr getirirdi.

Şehre girince: «Lâ ilâhe illâllahü vahdehü lâ şerike leh, lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr. Âyibûne, tâyibûne âbidûne sâihûne hâmidûn» demelidir.

Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) seferden dönünce, Ehl-i beytinden çocuklar onu karşılardı. Onları sever, okşardı. Ekseriya bâzısını bineğine alırdı. Nitekim Resûlullah’ın amcasının oğlu Abdullah bin Cu’fer anlatır: Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) seferden gelince, Ehl-i beytinin çocukları onu karşılarlardı. Bir defasında yine seferden gelmişti. Beni ona koşturdular. Beni önüne oturttu. Sonra Fâtıma (radıyallahü anhâVmn oğullarından biri geldi, onu da arkasına oturttu. Böyle bir hayvan üzerinde 3 kişi olduğumuz halde Medîne’ye girdik. Daha önce geçtiği gibi bu hikâye Mesâbîh’de bildirilmektedir.

Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) Medîne-i münevvereye gelince, deve veya sığır keserdi. Âlimlerimiz yolculuktan dönüp vatanına yerleşenin böyle hayvan kesmesini müstehab tutmuşlardır.

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler