SOHBET VE MUAŞERET EDEBLERİ

UZLET: İnsanlara nasihat ve şefkat ile davranmak sünnettir. Bu şekilde insanlar arasında bulunmak, insanlardan ayrılıp, nâfile ibâdetle meşgul olmaktan daha iyidir. Bununla beraber, din büyüklerinden bir kısmı uzlete çekilmeği, insanların arasına karışıp, onlarla sohbet etmemeği tercîh etmişlerdir: İbrâhim bin Edhem, Fudayl bin İyâd, Dâvud-i Tâî, Süleymân-ı Havvâs bunlardandır. Zîra Muâz bin Cebel (radıyallahü anh) der ki, Resûlullah’dan (sallâllahü aleyhi ve sellem) duydum: «5 kişinin kefili ben olurum» buyurdu ve bu arada, insanların kendisinden, kendisinin de insanlardan zarar görmemesi için evinde oturanı saydı. Çünki uzleti tercih edenler, nefislerini kırmağı ve aşağılamağı ve dünyâdan yüz çevirmeği bunda görmüşlerdir. Sıdk ve ihlâsın ilk yolu budur.

Halveti, yanî insanlardan ayrılıp, bir köşeye çekilmeği, Allahü teâlâ’ya ünsiyyet için ister. Halvette, verdiği sözü tutmamak, daha az bulunur. Kızgınlığını yenmede kuvvet sâhibi olur. Yetecek kadar şeye kanâat, tevekkül ve rızâya götürür. Bununla emr-i ma’ruf ve nehy-i münker mes’uliyetinden kurtulur. İnsanlara müdâhene ve mürâilik etmekten ve insanlarla beraber bulunduğunda vâki’ olacak benzeri günahlardan uzaklaşmış olur. Hattâ halvet asıl, ihtilât, yanî insanlar arasına karışmak tâlîdir, ârızîdir. Bunun için aslı bırakma ve insanlarla ihtiyaç mikdarı görüş demişlerdir. İnsanlara karıştığın zaman, bir hüccetin bulunsun. İnsanlar arasına girince de susmayı beğen. Çünki susmak esas, konuşmak tâlidir, ikinci derecedendir. Konuştuğun zaman, elinde hüccetin bulunsun.

Bâzı âlimler, sohbetin, insanlarla birlikte oturmanın, görüşmenin tehlikesi çoktur demişlerdir. Çünki insanın çok şey bilmesi, insanlarla görüşmek, onlarla oturup kalkmanın zararlarından sakınmak için çok haber ve esere, yanî bu konudaki ilimlere ihtiyaç vardır. Kitablar bu bilgilerle doludur.

SOHBET: Sonra gelen âlimlerden bâzısı, sohbeti ulzete tercîh, İnsanlarla görüşmeğe onlar arasına karışmağa, Allah için kardeşliğe teşvîk ettiler. Allahü teâlâ mü’minlere, onları kardeş kılarak ihsânda bulundu dediler ve deiîl olarak Âl-i İmran sûresi 103.: «Allah’ın ni’meti sayesinde kardeşler oldunuz» âyetini gösterdiler. Allahü teâlâ Enfal sûresi 62 ve 63. âyetlerinde: «Seni, yardımı ile ve mü’minlerle te’yid eden Odur. Kalblerinin arasını sevgi ile birleştirdi. Yoksa yeryüzünde olanların hepsini harcasaydın, onların kalblerini birleştiremezdin. Fakat Allah, onların aralarını sevgi ile birleştirdi» buyuruyor. Haberde: «Allahü teâlâ’ya en sevgili olanlarınız sevenler ve sevilenlerdir» buyuruldu.

Ebû Ya’kûb-i Sûsî der ki: İnzivaya, ancak ma’neviyatı çok sağlam olanlar dayanabilir. Bizim gibilerin, bir arada bulunması daha fâidelidir. Birbirlerinden görerek amel ederler. Nitekim Ebû Osmân-ı Mağribî: «Halvet ve Sema’, ancak Rabbânî âlimlere fâidelidir» buyurdu.

Selefin büyüklerinden Saîd bin Müseyyib ve Abdullah bin Mübârek ve daha başkaları (rahmetullahi aleyhim) insanlarla sohbeti ve Allah yolunda din kardeşi olmak yolunu seçmişlerdir. Buyurmuşlardır: Sohbetin fâidesi, kalbin tıkanmış yollarını açar. İnsan sohbetten olanları ve olması mümkün olanları öğrenir. Kalb, ilim vekar ve sekinesi ile kuvvetlenir. Âfet rüzgârlarına karşı sıdkı sağlamlaşır da, bunlardan îmân sebebiyle kurtulur. Sohbet ve kardeşlik yoluyla, birbirine yaklaşma, dayanışma, yardımlaşma husule gelir. Kalb askerleri kuvvet bulur. Ruhlar, koklaşarak rahatlar, Refîk-i a’lâya yönelir. Bunun örneği, şehâdet âleminde, yanî dünyâda seslere benzer. Hepsi birleşince ecrâmı yırtar, tek kalınca ise, merâmı anlatmağa bile yetmez. Avârif, İhyâ, Hâlisa ve Şer- hü’l-hutab’da da böyle yazılıdır. Musannifin buradaki sözü, bu son fırkadakilerin sözüne uygundur.

Sohbete katlanmak, hakkını vermek, âfetlerinden zarar görmemek büyük iş olup, sevâbı da çoktur. İnsanlarla birlikte bulunmanın hakları çoktur.

Biri, kalıbı ve ameli ile insanlarla olmak, kalbi ve dîni bakımından ise onlardan ayrı bulunmaktır. Ebû Alî Dekkak (rahimehullah) buyurur ki: «İnsanların giydiklerini giy, yediklerini ye, fakat kalben onlardan ayrı ol.» Bunun için, ârif kâin ve bâindir, yanî ârif insanlarla bulunur, ama kalbi onlardan ayrı olur demişlerdir.

Biri de, iyilikten kendisi için sevdiğini insanlar için de sevmek, dînin zâhire ve kalbe âid işlerinde onlara nasîhat etmektir. Çünki nasîhat, dînin direğidir. Görünüşlerinde ve amellerinde bulunan eziyet verici şeyleri onlardan gidermeğe uğraşır. Uygunsuz işlerden onları men eder. İnsanlara merhamet ve şefkatle muamele eder. Hiç kimseyi, beğenmediği şeyle anmaz. Çünki kula müvekkel bir melek vardır. Arkadaşı için söylediğini, ona iâde eder. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) anlatır: Ebûbekir (radıyallahü anh) Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) ile bir mecliste idi. Bir adam geldi ve Ebûbekr-i Sıddfka dil uzattı. Ebûbekr-i Sıddîk cevab vermedi. Resûlullah tebessüm etti. Sonra Ebûbekir, adamın sözlerinin bir kısmını ona iade ile cevab verdi. Resûlullah öfkelendi ve kalktı. Ardından Ebûbekir de kalktı ve giderken, yâ Resûlâllah, o bana sövdü saydı, siz tebessüm ettiniz; sonra söylediklerinin bir kısmını ben ona iade edince, öfkelenip kalktınız dedi. «Sen sustukça, senin nâmına yanındaki bir melek ona cevab veriyordu. Konuşmağa başladığın zaman, şeytan gelip oturdu. Ben ise, şeytanın bulunduğu yerde oturmam» buyurdu. Bunu Avârif bildirmektedir.

Kim olursa olsun, bir kimsenin kötülüğüne sevinmemelidir. Peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Mü’minler birbirini sevme ve acımada, bir beden gibi olup, âzalarından biri ağrır, rahatsızlaşırsa, diğeri de rahatsızlanır» buyurdu. Meşârık şârihleri der ki: Ya’nî insanın bedeninin bir yanı ağrırsa, bu ağrı veya acı, bütün bedenine sirâyet eder. İşte mü’minler de, böyle tek bir beden gibi olup, birine bir musîbet, üzüntü gelirse, bu musibet sebebi ile bütün mü’minler üzülür ve giderilmesine çalışırlar.

İyi, kötü, ehil, nâ ehil herkese iyilikte, ihsanda bulunur.

Biri de, insanların eziyet ve sıkıntılarına katlanmaktır. İnsanın cevheri bununla ortaya çıkar, anlaşılır. Kendisini döven, söven, eziyet edem afv edip, hakkını ona halâl eder. Onların eziyyetlerinden kurtulmağa çalışmaz. Bundan kurtulmak imkânsızdır. Çünki Allahü teâlâ, insanların dilini, kendine sataşmaktan kesmedi. Ya insan, kendi nev’inden olanın dilinden hiç kurtulabilir mi? Mûsâ aleyhisselâm: «Yâ Rabbi, senden, insanların bende bulunmıyan şeyi bana söylememelerini istiyorum» diye münâcât edince, Allahü teâlâ: «Bunu, kendim için yapmadım, senin için nasıl yaparım» buyurdu. Şerhü’l-hutab’da böyle bildirmektedir.

insanların ağırlıklarına, zahmetlerine, istemiyerek değil, istiyerek ve Allahü teâlâ’nın ni’metlerine şükr ederek katlanır, insanların ihtiyaçlarını görür. İşlerini görmeğe çalışır. Hadîs-i şerîfde: «Her iki tarafın rızâ ve menfaati bulunan bir müslüman kardeşinin ihtiyâcını sırf Allah rızâsı için görmeğe çalışan, Allahü teâlâ’ya bin sene hizmet etmiş, bu zaman zarfında bir ân günâha düşmemiş gibidir» buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde de: «Müslüman kardeşinin işini gören, ömrü boyunca Allahü teâlâ’ya hizmet etmiş gibidir» buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde de: «Gece veya gündüz, bir din kardeşinin işini görmek için bir müddet yürüyen, o işi görsün veya görmesin, kendisi için bir aylık îtikâfdan hayırlıdır» buyuruldu. Bunu İmâm Gazâlî bildirmektedir.

Daralmış, zor ve güç halde olana kolaylık gösterir. Sıkıntıda olanın sıkıntısını giderir. Gamlının, kederlinin, gamını kederini gidermeğe uğraşır. Çünki kul, müslüman kardeşine yardımda olduğu müddetçe, Allahü teâlâ’nın yardımındadır. Bir hadîs-i şerîfde: «Mağfiret sebeblerinden biri, müslüman kardeşinin kalbini sevindirmendir» buyuruldu.

Abdullah bin Ömer’in Alî bin ebî Tâlib’den (radıyallahü anhüm), onun Resûlullahdan, Onun Cebrâil aleyhimesselâmdan, Onun da Allahü teâlâdan verdiği haberde: «Farzları edâdan sonra, iyi ameller içinde, müslüman kardeşinin kalbine sevinç koymaktan daha iyi, bir amel yoktur» buyuruldu. Resûlullah (saflâllahü aleyhi ve sellem): «Allahü teâlâ’nın en çok sevdiği amellerden biri, mü’mini sevindirmek, üzüntüsünü gidermek, borcunu ödemek, yâhud aç iken onu yedirmektir» buyurdu. Ve yine: «Bir mü’mini sevindireni, Allahü teâlâ da kıyâmette sevindirir» buyurdu. Hâlisa ve İhyâ’da bunlar bildirilmektedir.

Üzerinde hak olana, hak sâhibi yanında şefâat ve yardım eder. Hatırı sayılır, sözü geçer kimselerin yanında, müslümanların işini görmek, onlara yardım etmek müslümanların birbiri üzerindeki haklarındandır. Elinden geldiği kadar, din kardeşlerinin işini görür. Muâviye’nin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîş-i şerîfde: «Birinin işini görmen İçin benden yardım isteyiniz, sevab kazanırsınız. Ben bir şeyi yapmak isterim de, geciktiririm. Sizin gelip ricâ etmenizi ve bu yolla sevab almanızı beklerim» buyuruldu. Yine buyurdu: «Dilin sadakasından üstün sadaka yoktur». Bu nasıl ölür? dediler. «Şefâat ile kan akmaz, onunla menfaat bir başkasına çekilir, onunla bir başkasından bir kötülük giderilmiş olur» buyurdu. Bunu İmam Gazâlî (rahimehullah) bildirmektedir.

İki kişinin arasını bulur. Bir kelime ilâvesiyle de olsa bunu yapar. Çünki bu sadakanın efdalindendir. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Sadakanın efdali, iki kişinin arasını bulmaktır» buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde de: «Allahü teâlâ’dan korkun! Dargınlarınızı barıştırın. Çünki Allahü teâlâ, kıyâmet günü mü’minleri barıştırır, aralarını bulur» buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde de: «İki kimsenin arasını bulmak için, hayır söyliyen, yalancı sayılmaz» buyuruldu. İmâm Gazâlî (rahmetullahi aleyh) buyurur ki, bu hadîs-i şerîf, dargınları barıştırmanın, aralarını bulmanın vâcib olduğunu göstermektedir. Çünki. yalan söylememek vâcib [yanî farz] dır. Vâcib, ancak kendinden kuvvetli vâcib ile sâkıt olur.

Din.kardeşinin ırzını korur. Yanî canını ve namusunu korur ve aşağılanmasına karşı onu himâye eder. Arkasında, bulunmadığı yerde ona yardım eder. Şeref, ve hürmetini çiğnetmez. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Bir din kardeşinin ırzını savunanı, Allahü teâlâ kıyâmette Cehennem ateşinden savunmağı kendi üzerine alır» buyurdu. Enes’in (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Bir kimsenin yanında müslüman kardeşi anılır da, ona yardım ederse, Allahü teâlâ, bu yardımından ötürü, ona dünya ve âhirette yardım eder» buyuruldu.

Câbir ve Ebû Talha (radıyallahü anhümâ) derler ki, Resûlullah’dan (sallâllahü aleyhi ve sellem) işittik: «Bir müslümana, ırzına saldırdıkları, şerefiyle oynadıktan zaman yardım edene, Allahü teâlâ da, yardım istediği bir yerde yardım eder. Bir müslümana, ırz ve şerefinin çiğnendiği yerde oyun oynıyanı, Allahü teâlâ da, yardım istediği yerde rezil eder» buyurdu. .Yine buyurdu: «Yanında bir müslümânın aşağılandığı kişi, ona yardım etmek elinde iken, yardım etmezse, Allahü teâlâ, onu kıyâmette, herkesin huzurunda zelil eder». İhyâ’da da böyle diyor ve devam ediyor: Gıybeti duyan, gıybet günâhından, dili ile beğenmediğini bildirmedikçe, yanî, susun, gıybet etmeyin demedikçe kurtulamaz. Korkarsa, dili ile değil, kalbi ile beğenmez. Gıybet edilen yerden kalkabilirse kalkmalı, sözü kesebiliyorsa kesmelidir. Dili susun deyip, kalbi ile dinlemek istiyorsa, bu nifak alâmetidir. Kalbi ile kerîh görmedikçe, gıybet günâhından kurtulamaz. Eliyle, kaşıyla, alnıyla, sus diye işâret etmek yetişmez. Çünki bu, bahis konusu kimseye hakârettir. Halbuki onu ta’zîm etmesi, onu açıkça koruması lâzımdı.

Bir hadîs-i şerîfde: «İnsanların Allahü teâlâ’ya en sevgilisi, insanlara fâideli olan ve kendine zulm edeni afv edendir» buyuruldu. Allahü teâlâ Âl-i İmrân sûresi 134. âyetinde: «Takvâ sâhibleri, kızgınlıklarını yenenler, insanların kusurlarını bağışlıyanlardır» buyuruyor.

Hazret-i Enes (radıyallahü anh) bildirir: Resûlullah ile beraberdik. Bir ara, o kadar güldü ki, mübârek azı dişleri göründü. Ömer (radıyallahü anh), anam babam sana fedâ olsun, sizi güldüren şey nedir, yâ Resûlâllah? dedi. «Ümmetimden iki adam Râbbü’l-izzetin huzurunda diz çökmüşler. Biri, yâ Rabbi, bundan hakkımı al dedi. Allahü teâlâ, diğerine kardeşinin hakkını öde buyurdu. Yâ Rabbi, iyilik ve sevablarımdan hiçbir şey kalmadı dedi. Bunun üzerine, hak sâhibi, yâ Rabbi, öyleyse günahlarımı yüklensin dedi.» Sonra Resûlullah’ın gözleri doldu, ağlıyarak «O gün, gerçekten büyük bir gündür. İnsanların, birbirlerinin günahlarını yüklenmek zorunda kaldıkları bir gündür» buyurdu ve devam etti: «Allahü teâlâ haksızlığa uğrıyana, gözünü kaldır ve Cennetlere bak buyurur. Yâ Rabbi, gümüşten şehirler, incilerle süslü altından köşkler görüyorum. Bunlar hangi nebînin, sıddîkın, yâhud şehidindir der. Allahü teâlâ, bunlar karşılığını verenindir buyurur. Bunları alacak kadar karşılık, ücret kimde bulunur der. Sen bunları alabilirsin buyurur. Yâ Rabbi, ne ile alabilirim der. Din kardeşini afv etmekle buyurur. Yâ Rabbi, onu afvettim der. Kardeşinin elini tut ve onu Cennete götür buyurur.» Bunu İmam Gazâlî (rahimehullah) bildiriyor.

Hazret-i Alî (radıyallahü anh) bildirir: «Kıyâmet günü bir adam gelir, diğerinden hakkını ister. Allahü teâlâ, sen onu afvetmemiş mi idin? buyurur. Hangisini Yâ Rabbi? der. Sen, bütün mü’min erkek ve kadınları bağışlamamı istememiş mi idin? Dilersen, o duânı kabûl edeyim, o adam da onların arasında bulunsun. Dilersen, o duânı kabûl etmiyeyim, sen de bağışlanmamış olanlar arasında bulun buyurur. Yâ Rabbî, duâmı kabûl eyle der. Bunun üzerine Allahü teâlâ, fadlı ve keremi ile hepsini mağfiret eder.» Bunu Mişkâtü’l-envâr bildirmektedir.

Kendine kötülük edene iyilik eder. Ebû Zer’e (radıyallahü anh), bir koyunun ayağını kırmış bir köle geldi. Ebû Zer, bu koyunun ayağını kini kırdı? sordu. Ben kırdım dedi. Niçin bunu yaptın? buyurdu. Bile bile kırdım dedi. Peki niçin kırdın? buyurdu. Seni kızdırıp, beni dövmen ve bu yüzden günâha girmen için kırdım dedi. Bunun üzerine Ebû Zer (radıyallahü anh), beni kızdırmaya çalıştığın için, sana kızmıyacağım deyip, onu âzâd etti.

Süfyân (radıyallahü anh) buyurdu: İhsân, sana kötülük yapana, iyilik yapmandır. Zîra iyilik yapana iyilik yapmak bir nevi ödeşmektir. Çarşıda, para veçip birşey almak gibidir. Hasan-ı Basrî (rahmetullahi aleyh): «İhsan, güneş, rüzgâr ve yağmur gibi umumî olmalı, hususî olmamalıdır» buyurdu. Bunu Avârlf’de bildiriyor.

Kendisinden kesileni ziyâret eder, kendisine vermiyene verir ve insanlara iyi zanda bulunur. Çünki kötü zan, sözün en yalanıdır. Çünki bu şeytanın ilkası ile olur. Bu konuda Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Zandan sakının! Çünki zan sözün en yalanıdır» buyurdu. Bununla kötü zannı murâd etti. Nitekim Allahü teâlâ, Hucürât sûresi 12. âyetinde: «Zannın bâzısı günâhdır» buyuruyor. İmam Nevevî (rahmetullahi aleyh), Müslim şerhinde diyor ki, bundan murad, insanın kalbinde devam üzere bulunan zan olup, hâtırına gelip giden değildir.

İsâ aleyhisselâm hırsızlık yapan birini görür ve çaldın mı? der. Kendinden başka ilâh olmıyanın hakkı için «hayır» cevabını verir. İsâ aleyhisselâm Allahü teâlâ’ya inandın, fakat İsâ’yı tekzîb ettin buyurur.

Allahü teâlâ’nın verdiği ni’metten dolayı kimseye hased etmez, kimsenin malının, parasının elinden çıkmasını dilemez ve elinden çıkması için hîleli yollara baş vurmaz. Selefden biri buyurur: İlk günah haseddir. İblis’in Âdem aleyhisselâma hasedidir. Secde ile emrolundukta, onu kıskanıp, secde etmemiş ve bu kıskançlığı onu günâha sokmuştur. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Allahü teâlâ’nın ni’metlerinin de düşmanları var» buyurdu. O nedir? dediler. «Allahü teâlâ’nın fadlından verdiği ni’metlerin bulunduğu kimseleri kıskananlar» buyurdu.

Zekeriyyâ aleyhisselâmdan bildirilir. Allahü teâlâ buyurdu ki: «Hased edici ni’metimin düşmanıdır, kullarım arasında yaptığım taksîme râzı olmıyarak kazâma kızar.»

Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu: «6 kişi hesabdan önce Cehenneme girer.» Onlar kimlerdir? dediler. «Zâlim hükümdarlar, hiyânet eden tüccarlar… ve hased eden âlimler»’e kadar saydı.

HİKÂYE : Bekir bin Abdullah anlatır: Bir adam vardı. Hükümdarlardan birini medh eder, yanında ayakta durur, iyilik edene, iyiliğine karşı iyilik et. Çünki kötülük yapana, yaptığı kötülük yeter derdi. Bu makamda bulunmasını birisi çekemez, hükümdarla senli benli konuşmasını kıskanır ve onu hükümdâra kötülemek ister ve: «Bu adamınız, hükümdarımızın ağzının koktuğunu söylüyor» diye şikâyet eder. Hükümdar, hayır, böyle şey olmaz der. Adam, onu çağırın ve dikkat edin, size yaklaştığı zaman, ağız kokunuzu duymamak İçin, elini burnuna koyacaktır der. Hükümdarın yanından çıktığı gibi, çekiştirdiği adamı kendi evine dâvet eder ve içfhde sarımsak bulunan yemek yedirir. Adam oradan çıkıp, hükümdarın huzûruna gider. Her zaman konuştuğu gibi, onunla konuşur. Hükümdar, bana yakın gel der. Adam yaklaşır ve hükümdar ağzındaki sarımsak kokusundan rahatsız olmasın diye, eliyle ağzım kapatır. Hükümdar, önceki adam doğru söylediler. Hükümdar, kendi el yazısı ile, yalnız caize, mükâfatnâme yazardı. Hemen, kalkıp kendi el yazısı ile bir mektûb ve içine (bu mektûbu taşıyan adam sana gelince, onu boğazla, derisini yüz ve içine saman doldur ve bana gönder) yazıp, bir vâlisine götürmesini söyler. [İçinde yazılı olandan haberi olmıyan suçsuz ve dolayısı ile bir korkusu olmıyan] bu adam mektubu vâliye götürmek için alır ve çıkar. Yolda, kendisini çekemiyen adamla karşılaşır. Elindeki mektubu göstererek hükümdârın mükâfat mektubudur der. Diğeri, yalvararak, sızlıyarak, ne olursun, o mektubu bana ver, ben götüreyim ve mükâfat alayım der. Verir. O da alıp, vâliye götürür. Vâli ona, getirdiğin mektubda, seni boğazlayıp, derini yüzüp, saman doldurup hükümdara göndermem yazılıdır der. Adam, bu mektûb benim için değildir. Allah Allah, şu başıma gelene bak! Ben dönüp, hükümdara durumu arz edeyim der. Vâli, hükümdârın mektubu, emirnâmesi geri çevrilmez deyip, adamı boğazlattı, derisini yüzüp, saman doldurdu ve gönderdi. Öbür adam âdeti üzere, hükümdârın yanına gider. Hükümdar hayret eder. Benim mektûbu ne yaptın der. Adam: Yanınızdan ayrılınca, filân kimseye rastladım. Mektûbu kendisine hediye etmemi ricâ etti, ben de verdim der. Hükümdar, o bana, senin ağzımın koktuğunu söylediğini bildirmişti. Hayır, asla olamaz dedi. Peki öyleyse, yanıma yaklaşınca, neden burnunu tuttun? der. Efendim, o bana yemek yedirdi. İçinde sarımsak vardı. Size yaklaşınca, ağzımın kokusu ile rahatsız etmiyeyim diye ağzımı tuttum, cevabını verir. Hükümdar, haklısın, yerine git. Kötülük edene, ettiği kötülük yeter dedi.

Büyüklerden biri buyurdu: Hased eden, meclislerde, toplantılarda aşağılanmak ve horlanmaktan başka bir şeye kavuşmaz.

Meleklerden de, lânet ve buğzdan başka birşey kazanmaz. İnsanlardan da, sıkıntı ve derdden başka birşey görmez. Can verirken ise, şiddet, zorluk ve korkudan başka birşeyle karşılaşmaz. Mevkafte ise, rezillik, rüsvâlik ve azabdan başka bir şey bulmaz. İhyâ’da da böyle diyor ve devam ediyor: Hasedinin etkisi, düşmanına değil, sanadır. Eğer uyanık veya uykuda hâlin sana gösterilse, ey hased eden kimse, elbette kendini, düşmanının gözünü çıkarmak için attığın taşın, ona isâbet etmeyip, geri dönüp senin sağ gözüne geldiğini ve gözünü çıkardığını, bu işten daha çok kızıp, ö taşı alıp, birincisinden hızlı atıp, yine ona isâbet etmeden geri gelip, diğer gözünü çıkardığını, seni kör ettiğini, bu sefer daha çok kızıp, taşı 3. defa attığını ve onun da geri gelip, başını yardığını, her defasında düşmanına hiçbir zarar gelmediğini, her attığının sana döndüğünü, düşmanlarının etraftan sevinip güldüklerini görürdün. İşte hased edenin hâli budur. Şeytanın maskarası, oyuncağıdır. Hayır, hased içindeyken senin hâlin, bundan daha çirkindir. Çünki düşmanına attığı taş sadece gözünü çıkarmıştır. Yaşasaydı ölünce zâten gözleri de gidecekti. Hased ise, günahla kendine döner. Günâh ise, ölümle yok olmaz. Belki onu Allahü teâlâ’nın gadabına ve Cehennem âteşine götürür. Buna göre, dünyada iken gözünden olmak, gözleri kendinde kalıp, bununla Cehenneme gitmekten ve Cehennem ateşinin alevlerinin gözlerini oymasından hayırlıdır.

Cömerd kimsenin suçunu hemen bağışlamalıdır. Cezâsı haddi gerektirmiyorsa, mürüvvet sâhibinin kabahatini de afvetmelidir. Büyüklerden biri anlatır: Abdullah bin Mes.’ûd (radıyallahü anh) ile oturuyordum. Yanında bir başka adam ile birisi geldi ve: Bu adam sarhoştur dedi. Abdullah bin Mes’ûd (radıyallahü anh) koklayın buyurdu. Sarhoş olduğunu anladılar. Sarhoşluğu gidinceye kadar habsettiler. Sonra sopa istedi ve dövünüz buyurdu. Elini kaldırdı ve her uzvun hissesine düşeni vurdu. Üzerinde aba, yâhud etekli kaftan vardı. Vurmayı bitirince, getirene, sen bunun nesi oluyorsun? buyurdu. Amcasıyım dedi. Abdullah (radıyallahü anh): «İyi yetiştirilmemişsin, birde kabahatini de örtmemişsin. İmam, devlet reisi veya vekili, kendisine intikal eden suçun cezasını vermekle görevlidir. Lâkin Allahü teâlâ afvedicidir, afvı sever buyurup, Nûr sûresi 22.: «Kusurları bağışlasınlar, aldırmasınlar. Allahü teâlâ’nın sizi bağışlamasını sevmez misiniz. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir» âyetini okudu.

Bir hadîs-i şerîfde: «Salâh ve takvâ sahihlerinin kusurlarını bağışlayın» buyuruldu.

Verdiği sözü yerine getirmelidir. Çünki verilen söz, bir bağış ve bir borçtur. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) de böyle buyurmuştur. Sözünden dönmek nifak alâmetidir. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem: «3 şey vardır ki münafıkta bulunur: Konuşunca yalan söyler, söz verir tutmaz, kendisine emânet edilse hiyânet eder» buyurdu. Yine: «3 şey vardır. Kimde bulunsalar, oruç tutsa, namaz kılsa da münâfıktır» buyurup, üstteki hadîste bildirilenleri saydı İmam Gazâlî (rahimehullah) ve başkaları bildiriyor.

Kimsenin ayıb, kusur, gizli şeylerini araştırmaz, aksine örter. Peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Bir müslümanın aybını örtenin, Allahü teâlâ, dünyâ ve Âhirette ayıblarını örter», bir hadîs-i şerîfde de: «Din kardeşinin aybım görüp örten Cennete girer» buyurdu. Şu şiir ne güzel söylenmiştir:

Aybım İnsanların gözünden saklıyandan,
Bahsetme! Hak kaldırır, perdeyi ayıbından;
Konuşunca kişinin say iyiliklerini,
Sende de var söyleme o kötülüklerini.

Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Bir kimse, konuşmalarıma dinlenmesini istemiyenlerin, gizli konuşmalanna kulak verirse, Allahü teâlâ, kıyâmette kulaklarına ergimiş kurşun akıtır» buyurdu.

Abdurrahman bin Avf (radıyallahü teâlâ anh) anlatır: Bir gece, Ömer ile (radıyallahü anh) Medine’de kontrole çıkmıştım. Yürürken bir ışık gördük. O eve yaklaştık. Evin kapısı kapalı idi. İçerde sesler, gürültüler vardı. Ömer (radıyallahü anh) elimi tutup, bu ev kimin evidir, bilir misin? dedi. Hayır dedim. Bu Rebîa bin Ümeyye bin Halefin evidir. Şimdi onlar içiyorlar. Senin fikrin ne? İçeri girelim mi? dedi. Bence girmiyelim, çünki Allahü teâlâ bizi bundan men etmekte ve: «Tecessüs etmeyin» buyurmaktadır dedim. Bunun üzerine Ömer (radıyallahü anh) onları bırakıp geri döndü. İşte bu, kusur ve ayıbların örtülmesinin, araştırılmamasının gerekli olduğunu göstermektedir. İmam Gazâlî (rahimehullah) İhyâ’da böyle bildirmekte ve devam etmektedir: Ömer (radıyallahü anh), bir gece Medine’de kontrole çıkmıştı. Bir adamın evinde şarkı sesi duydu. Hemen duvardan içeri indi. Yanında bir kadın ve şarap gördü. Ey Allah’ın düşmanı, sen zanneder misin ki, Allahü teâlâ aybım örter ve sen günâh işlersin buyurdu. Ey Emîre’l-mü’minîn esas kabahatli sensin. Acele etme! Ben Allahü teâlâya karşı 1 günâh işlediysem, sen 3 günâh işledin. Allahü teâlâ, tecessüs etmeyin, ayıb araştırmayın buyuruyor, sen tecessüs ettin. Allahü teâlâ, evlere arkalarından gelmeniz iyilik değildir» buyuruyor, sen duvardan inerek geldin. Allahü teâlâ, evinizden başka evlere izin almadan, içerdekilere selâm vermeden girmeyiniz buyuruyor, sen ise evime, izinsiz girdin ve selâm vermedin dedi. Bunun üzerine Ömer (radıyallahü anh), seni afv edersem, bir iyilikte bulunur musun? buyurdu. Evet, Ailahü teâlâ’ya yemîn ederim ki, ey mü’minlerin emîri, beni afv edersen, bir daha bunu yapmam dedi. Hazret-i Ömer onu bırakıp çıktı.
Bir kimseyi, onda gördüğü aybından dolayı ayıblamaz ve ona sitem etmez. Çünki çoğu zaman aynı kusuru kendisi de işler. Din kardeşinin hatâsına ma’zeret olarak yetmiş özür arar. Hiçbir özür bulamazsa, ben iyi göremedim deyip, din kardeşinin yaptığını iyiye hamletmeğe uğraşır. Bizden önceki sâlihlerin âdeti böyle idi.

Bir mü’min kardeşine veya zlmmî gibi bir başkasına bir şey va’d öderken, söz verirken, belki veya inşâallah demeli ve içinden onu yerine getirmeğe niyet etmelidir. Bu durumda, dediğini yerine getiremezse, önceki sözünden dolayı günâh işlememiş olur.
Müslüman kardeşinin tahakkümünü hüsn-i kabûl ile karşılayıp, ihtiyacını görür. Tahakküm, hüküm vererek istemektir. Bir adam Peygamber efendimize (sallâllahü aleyhi ve sellem) hükmedip, çobanı ile 80 koyun vereceksiniz dedi. Resûlullah cevâbında: «Tamam» buyurdu.

Bir kadın, Mûsâ aleyhisselâma Yûsuf aleyhisselâmın kabrini gösterdi ve buna karşılık, dünyâda kendisine genç bir hizmetçi kız vermesini ve âhirette de kendisi ile, yanî Mûsâ aleyhisselâm ile beraber Cennete gitmesini hükmetti, Mûsâ aleyhisselâm da kabûl edip, öyle yaptı ve ona duâ etti.

MÜDÂRÂ: İnsanların elinde olandan ümidini kesmek sünnettir. İnsanların sevgisi ancak bununla kazanılır. Kendisini sevmiyenin yaptığına, yaptığıyla karşılık vermez. Hadîs-i şerîfde: «İnsanlara müdârâ sadakadır» buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde de: «Farzları edâ ile emr olunduğum gibi, insanlara müdârâ ile de emr olundum» buyuruldu. Müdârânın anlamında, Ebû Derdâ (radıyallahü anh), kalbden istemediği halde, insanların yüzüne gülmektir dedi. Nitekim Allahü teâlâ: «Kötülüğü iyilikle savarlar» buyuruyor. Yanî kötülük ve eziyeti müdârâ ile ve selâm ile savuştururlar. Bâzı tefsirlerde de böyle diyor. Hâfız-ı Şîrâzî der ki :

İki cihan huzuru, sığmış iki kelâma;

Dostlar iie mürüvvet, düşmanlarla müdârâ.

İnsanlarla yumuşak konuşur ve zararlarına uğramamak için onlara saygı gösterir. Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) anlatır: Resûlullah’ın yanına girmek için, birisi izin istedi. «Müsâade edin gelsin, aşiretin pek kötü kardeşidir» buyurdu. Huzûruna girince, onunla yumuşak konuştu, ona iyi davrandı. Hattâ Resûlullah’ın yanında hususî bir yeri var sandım. Çıktıktan sonra, yâ Resûlâllah, biraz önce, hakkında söylediğini söyledin. Sonra onunla tatlı, yumuşak konuştun dedim. «Ey Âişe, kıyâmet günü, Allahü teâlâ katında insanların en kötüsü, kötülüklerinden korkarak insanların terk ettiği kimsedir» buyurdu. Haberde geldi ki: «Mü’minin» ırzını koruduğu şey, sadakadır.»

Muhammed bin Hanefiyye (radıyallahü anh) buyurur: İnsanlarla iyi geçinmiyen akıllı değildir.

Müdârânın mânası, ona iyi davranma ile de olsa, düşmanının zararını önlemektir. İsâ aleyhisselâm buyurdu: «Kazancınızın on olması için, sefihin, akılsızın bir sitemine katlanın.»

Dövmek, eziyet etmek ve bedduâ etmekle, zâlimin âhiretteki cezası azalmaz. Derler ki İncilde şöyle yazılıdır: «Ey Âdemoğlu! Kızdığın zaman beni an ki, ben de kızdığım zaman seni, anayım. Şana olan yardımıma râzı ol! Çünki benim sana yardımım, senin sana yardımından iyidir.» Bunu Şerhü’l-hutab, kendine zulm edenden, bedduâ ile bile olsa intikam almamalı, hattâ ona duâ etmelidir derken bildirmektedir. Nitekim bir adam Ebû Hüreyre’ye (radıyallahü anh): Sen Ebû Hüreyre misin? dedi. Evet buyurdu. Yanî boya otu çalan? Bunun üzerine Ebû Hüreyre (radıyallahü anh): «Yâ Rabbi, doğru söylüyorsa beni mağfiret eyle, yalan söylüyorsa, onu mağfiret eyle diye duâ etti ve sonra, Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) bize, zulm edenlere karşı, böyle istiğfar etmemizi emir buyurdu dedi. Hâlisa’da da böyle diyor.

İnsanlara, yaptıklarından ötürü, yumuşak muamele eder. Lokman aleyhisselâm buyurdu: «Üç şey, ancak üç şeyle bilinir: Halîm, mülâyim insan, kızgınlık zamanında, yiğit savaşta, dost ihtiyaç ânında.» İnsanlar halîm bir kimseyi dövdüler, kızmadı. Niçin kızmadın dediler. Onu, çarptığım bir taş yerine koydum ve kızmadım dedi. Mahmûd-i Verrâk der ki Şiir:

Her günâhkâra karşı hep iyi davranırım,
Günâhı çok olsa da, ben bu tavrı alırım, insanlar üç gurubun birinde bulunurlar,
Ya şerefli, yâ âdi, yâ da normal olurlar.
Benden üstün olanın kıymetini bilirim,
Suçu vâr ise görmem, hakkını gözetirim.
Benden aşağı olan, ne söylese aldırmam,
Nâmusumu korurum ve hattâ ayıblansam.
Benim gibi olanın, aybım bağışlarım,
Çünki hayır yönünden bağışlıyandır hakîm.

İsâ aleyhisselâm bir yahudî topluluğuna uğradı. İsâ aleyhisselâma Iâf attılar. O ise onlarla iyi konuştu. Niçin böyle yaptın? dediklerinde, «herkes kendi yanında olandan verir» buyurdu. İhyâ’da da böyle diyor.

İbrâhim bin Edhem’e (rahimehullah), dünyâda hiç sevindin mi? dediler. «Evet, iki defa! Birincisi, bir gün otururken biri gelip, üzerime bevl etti. İkincisi, yine otururken, bir adam geldi ve bana bir tokat vurdu» buyurdu.

Ma’rûf-i Kerhî (rahmetullahi aleyh) abdest almağa başlayacaktı. Mushaf’ı bıraktı ve paltosunu çıkardı. Bir kadın gelip, ikisini de aldı. Mârûf-i Kerhî ardından gidip, hemşirem, ben Ma’rûfum! Zararı yok, senin Kur’ân-ı kerîm okuyacak oğlun var mı? buyurdu. Kadın, hayır dedi. Kocan var mı? buyurdu. Hayır dedi. O halde, Mushafı bana ver, palto sende kalsın buyurdu.

Bir kadın. Mâlik bin Dinâr’a (rahimehullah), ey riyâkâr! diye seslendi. Basralıların kaybettiği ismimi sen buldun, ey hanım! buyurdu.

İbrâhim bin Edhem (rahimehullah) sahrâya çıkmıştı. Karşısına bir asker çıktı ve şehir nerededir? dedi. İbrâhim-i Edhem, kabristanı gösterdi. Asker kızıp, başına vurdu ve onu yaraladı. Asker ayrılıp giderken, birisi ile karşılaştı ve ona, başına vurup yaraladığın adam Horasan zâhidi İbrâhim bin Edhem idi dedi. Asker geri dönüp, özür diledi, İbrâhim bin Edhem: «Sen beni dövdüğün zaman, senin için Allahü teâlâ’dan Cenneti istedim» buyurdu. Neden böyle yaptın? dedi. «Bana vurduğunda, suçsuz yere döğüldüğüm için sevab alacağımı bildim. Bunun için, benim senden nasibimin hayır, senin benden nasibinin şer olmasını istemedim» buyurdu.

Ebû Abdürrahman Hayyât (rahimehullah) terzi idi. Mecûsî bir müşterisi vardı. Ne zaman ona elbise dikse, geçmez para verirdi. Bir defa parayı çırağına verdi. Çırak parayı almadı. Mecûsî ona geçer akçe verdi. Ustası geldiği zaman, çırak mecusînin yaptığını ona anlattı. «Çok kötü yaptın! O bir zamandan beri bana hep öyle yapıyordu. Ben de sabr ediyor, başkalarını aldatmaması için, o paraları alıp, kuyuya atıyordum» buyurdu. Bunların hepsini Şerhü’l-hutab’dan aldık.

KIZINCA NE YAPMALI: Kızgınlık ânında kendini tutar. Çünki bu dinde kuvvetli olmanın alâmetidir. Ebû Hüreyre’nin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Kuvvetli, hasmını yere seren değil, kızdığı zaman kendine hâkim olandır» buyuruldu. Yanî kuvvetli, en kuvvetli düşmanını yenendir. O da nefsdir.

Enes’in (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Cennetin her yanını görebilen köşkler gördüm. Ey Cebrâil, bunlar kim içindir? dedim. Kızgınlığını yenen ve insanların hatâlarını afvedenler içindir dedi» buyuruldu. Bunu Avârif bildiriyor.

Derler ki, Fisagor, bir gurub kimseyi yemeğe çağırdı. Hizmetçisi gevşek davrandı ve yiyecek birşey hazırlamadı. İnsanlar geldiler. Uzun boylu oturdular. Hizmetçi ona durumu bildirmedi. Durumu öğrenince, kızmadı, bozulmadı, aksine güldü ve iyi bir gün geçirdik. Ne için toplanmışsak, ondan daha iyi oldu. Bu da kızgınlığını yenmek, sabretmek ve ilimle korunmaktır dedi. Yorumuna herkes şaştı ve bunun için ona teşekkür ettiler. Muhâdarât’da bildirilmektedir.

Kızgınlık ateşi parlayınca, hemen abdest almalıdır. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Kızgınlık şeytandandır. Şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Ateş de, ancak su ile söner. O halde sizden biriniz kızarsa abdest alsın» buyurdu.

Kızdığı zaman, ayakta ise oturmalıdır. Kızgınlığı geçer. Oturmakla geçmezse, yatmalıdır: Ebû Zer’in (radıyallahü anh) rivâyet eylediği hadîs-i şerîfde böyle buyurulmuştur. Kızan kimseye, oturmasın; ve yatmasını, böylece kızgınlık zamanında, sonradan pişmanlık duyacağı şeyin kendisinden meydana gelmemesini emir buyururdu. Çünki yatma hâli, hareketten en uzak haldir. Oturan da, ayakta olandan hareketsizdir,

Müslüman kardeşinin yaptığı kötülük ve kusurlarına katlanır, eziyetlerine sabreder. Ayrılıp gitmesini, din kardeşinin mürüvvetsizliğine değil, kendi işlediği günâha ve suça hamleden Herkese hâline göre davranır.

İNSANLARA, HALLERİNE GÖRE MUAMELE EDİLİR: Giyinişi, duruşu, yüksek bir zât olduğunu gösteriyorsa, ona daha çok saygı göstermek lâzım olur. Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) bir seferde idi. Bir yerde konakladı. Kendisine yemek hazırladılar. O sırada bir dilenci geldi. Bu fakire ekmek verin buyurdu. Sonra hayvan üstünde bir adam geldi. Onu yemeğe çağırın buyurdu. Fakîri bir ekmekle savdın, zengini ise. yemeğe çağırdın dediklerinde, «Allahü teâlâ, insanları mertebe mertebe yarattı. Biz de bulundukları mertebelere göre davranmalıyız. Bu fakir, bir ekmeğe râzıdır. Bu hâli ile bu zengine bir ekmek verip, savmak bize yakışmaz» buyurdu. Bunu İmam Gazâlî (rahimehullah) bildiriyor. Nitekim, herkese aklına göre hitâb edilir. Bunun için: «İnsanlara akıllarına göre konuş» denmiştir.
Herkese dindeki yerine göre davranır. Eğer dinde son derece dindâr ise, ona çok hürmet gösterir. Dinî bakımdan zaif ise, saygısı da ona göre az olur. İnsanı, değerinden yukarıda tutan, onu azdırmış kendini unutturmuş olur. İnsanı bulunduğu mertebeden aşağı tutan, onun düşmanlığını üzerine çekmiş olur demişlerdir.

Herkese karşı adâletli olur. Yanî kendi nefsinde adâleti tatbik edip başkalarından adâlet istemez. Yoksa zâlimlerden sayılabilir. Resûlullah, (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Şu 3 haslet, kendinde bulununcaya kadar, kulun îmânı tamam olmaz: Darlıkta infâk, herkese adâletle davranmak ve çok selâm vermek» buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm Rabbine: «Yâ Rabbi, kullarından hangisi daha âdildir» dedi. Allahü teâlâ: «Kendinden âdil olan» buyurdu. Hutab şârihi ne güzel söylemiştir. Beyt:

İnsaf ve adalet, en güzel haslettendir,
Elden insaf ummamak, bundan daha güzeldir.

Ebû Osman Hayri dedi ki: Arkadaşlığın hakkı, arkadaşına, sana yaptığından daha cömerd davranman, malına göz dikmemen, ona fedakârlık yapıp, ondan fedakârlık beklememen, ona uyman, onun sana uymasını istememen, ondan sana geleni çok, senden ona gideni az bilinendir. Şeyh Sühreverdî ve İmâm Gazâlî (rahimehümallah) de böyle bildirmektedirler.

Dünyâ ve âhiret ehlinden her dereceden olana güzel huyla muamele eder. Çünki fâcir ve kötü insanlar da, iyi muâmele, güzel huydan hoşlanırlar. Bunun için fâçiri, kalbden sevmese de, dıştan iyi davranır. Mü’minin mü’mine karşı davranışının ise, iyi olması vâcibdir. Bütün mü’minlere karşı iyi huylu olmalıdır, mü’min fâcir olsa da. Ancak bunu da uygun şekilde yapmak gerekir. Câhili ilimle, ümmîyl fıkıhla, anlayışsızı beyânla karşılamak isterse eziyet ve zorluk çeker. Herkese karşı iyi davranır demek, müdârâ eder demektir. Burada bunu bir başka ifâde ile bildirdi.

Her kavmin kerîmine, ona yakışır şekilde ikrâm etmeli, değer vermelidir. Peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) evlerinden birine girmişti. Ardından Eshâbı da girdi. Hattâ ev doldu. Sonra Cerîr bin Abdullah geldi. Oturacak yer bulamadı ve kapının üzerine oturdu. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) ridâsını çıkarıp katladı, ona attı ve: «Bunun üzerine otur» buyurdu. Cerîr bunu aldı, yüzüne sürdü, öptü ve ağlıyarak onu katladı ve Resûlullah’a atıp: «Ben senin giydiğin elbisenin üzerine oturamam. Bana ikramda bulunduğun gibi, Allahü teâlâ da sana, ikrâm etsin» dedi. Bunun üzerine Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) sağına ve diğer tarafına baktı ve sonra: «Bir kavmin kerîmi, büyüğü size gelince, ona ikrâm ediniz» buyurdu.

Bir kavmin, devletin başkanına da, Islâma gelir ümidi ile ikrâmda bulunur. Bir hadîs-i şerîfde: «Bir müslüman kardeşini ikrâm eden, Allahü teâlâ’ya ikrâm etmiş gibidir» buyuruldu.

TEVÂZU’: İnsanlardan alçak gönüllü olanlara karşı alçak gönüllü, kibirlilere karşı ise kibirle mukabele eder. Bu konuda ne güzel demişlerdir. Şiir:

Mütevâzi olana sen de mütevâzi ol,
Kibirliyi görürsen, yâ kibret, ya uzak ol.

Ravdatü’n-nâsıhîn’de diyor ki: Abdullah bin Mübârek (rahimehullah) buyurdu. Zenginlere karşı kibirli, fakîrlere karşı alçak gönüllü olmak, tevâzu’dandır».

Abdullah bin Ömer’in (radıyallahü anhümâ) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Ümmetimden tevâzu’ sâhiblerlni görürseniz, onlara tevazu’ ediniz; tekebbür edenleri görürseniz, onlara karşı tekebbür edin. Çünki bu hareketinizde onları küçültmek ve aşağılamak vardır» buyuruldu. İmam Şâfiî (rahmetullahi aleyh) buyurdu: «Nefsine en büyük zulmü eden, kendisine ikrâm etmeyene tevâzu’ eden ve bir faydası olmıyan kişiyi, sevmeğe uğraşandır. Tanımadığı kimseyi medh etmek de böyledir denildi.

Hukemâdan biri, kibirliye karşı kibirli ol ki, kibrini terk etsin demiştir.

Tevâzu’un hakikati, gördüğü herkesi, kendinden iyi zannetmektir. Eğer kendinde, insanların, iyidir, takvâ sâhibidir dediği sıfatlar yoksa, bundan hoşlanmamalıdır.

Yûsuf bin Esbât’a (rahmetullahi aleyh) tevâzu’un gayesi, nihâyeti nedir diye sorulduğunda: «Evinden çıktığında, rastladığın herkesin kendinden iyi olduğunu görmendir» buyurdu. Hasan-ı Basrî’nin (rahimehullah) şu sözü pek güzeldir: Evinden çıktığında, rastladığın yaşta senden büyükse, bu benden büyüktür. Allahü teâlâya benden önce ibâdet etmiştir de. Yaşta senden küçüğüne rastlarsan, bu benden iyidir, ben ondan önce günâh işlemeğe başladım de. Akranına rastlarsan, bu benden daha iyidir, bende olanları ben bilirim, ama onda olanları bilmem de. Hâlisa’da da böyle diyor.

Ebû Yezîd’e, insan ne zaman mütevâzi’ olur denildiğinde: «Kendine bir makam görmediği ve insanlar içinde kendinden kötü kimseyi görmediği zaman» cevâbını verdi.

Hukemâdan birine, kıskanılmıyan bir ni’met ve sâhibine acındırmıyan bir belâ biliyor musun? dediklerinde: «Evet, biliyorum. Kıskanıl- mıyan ni’met tevâzu’, sâhibine acındırmıyan belâ ise, kibirdir» dedi. Bunu Şeyh Avârif’te bildiriyor ve diyor ki: Tevâzu’da îtidal, ya’nî orta yol, insanın, hak ettiği mertebeden aşağı mertebeye râzı olmasıdır. İnsan nefsine hâkim olabiliyorsa, onu fazla veya noksan, müstehak olmadığı yerde durdurmaz. Lâkin nefsin hilkatinde hararet de bulunduğundan ve tabîati îcâbı, ateşin merkezine ulaşmak, uzanmak istediğinden, tevâzu ile tedâvi edilmeğe ve onu, hak etmiş olduğu mertebenin bir altında bulundurmağa, bu yolla kibrin kendisine yol bulamamasını te’mîn etmeğe ihtiyaç gösteriyor.

KİBİR: İnsanın kendisini, başkasından büyük ve üstün sanmasıdır. Tekebbür ise, böyle göstermesidir. Yanî kendini büyük göstermesi, böbürlenmesidir. Bu öyle bir sıfattır ki, ancak Allahü teâlâ’nın hakkıdır. Mahlûklardan biri kendinin kibriyâ sâhibi olduğunu iddia ederse, yalancıdır. Nitekim Allahü teâlâ’dan bildirilen hadîs-i kudsîde: «Kibriyâ benim rldâm (dış elbisem), azamet izârımdır (iç elbisemdir). Bunlardan biri için benimle çekişmeye gireni Cehennem ateşine atarım» buyuruldu, Azan insana haddini bildirmek için Allahü teâlâ: «Yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Elbette yeri yaramaz ve elbette boyca da dağlara erişemezsin!» buyurdu.

Allahü teâlâ Et-Târık sûresi 5 ve 6. âyetlerinde: «Şimdi insan baksın (düşünsün), neden yaratıldı? Ablan bir sudan yaratıldı» buyuruyor. Ve sonra Abese sûresi 17, 18, 19. âyetlerinde : «Kahrolası kâfir insan, ne nankör şey! Bu kibir ve gururu nereden? Düşünmez mi ki, onu yaratan hangi şeyden yarattı. Bir nutfeden (menîden) yarattı da, insan biçimine koydu» buyuruyor.
Bâzıları, kibirli olanlardan birine: «Senin başlangıcın bir damlacık meni, sonun ise değersiz bir leş. Sen bu ikisi arasında pislik taşımaktasın» dedi.

Yine büyüklerden biri, kibre işâretle anlatır: Haccâc’ın ordu kumandanlarından Mühelleb, ipek bir cübbe giymiş, kibirle geçerken Mutrıf (rahimehullah) ona: «Ey Allah’ın kulu, bu, Allahü teâlâ’nın ve Resulünün sevmedikleri bir yürüyüştür» buyurdu. Mühelleb, beni tanımadın mı? dedi. Evet seni iyi tanırım. Başlangıcın bir damlacık menî, sonun işe yaramaz bir leş. Sen ise ikisi arasında pislik taşımaktasın» buyurdu. Bunun üzerine Mühelleb, bu yürüyüşten vazgeçti. Şerh-i hutab’da da böyle yazıyor.

Mütevâzinin sıfatları çoktur. Yaşlı olanların bastonla yürümesi, hizmetçilerle yemek yemesi gibi.

Hâlisatü’l-hakâik kitâbında diyor ki: Ümmü Seleme (radıyallahü anhâ) diyor ki, Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Hizmetçi ile yemek yemek tevâzu’dandır. Hizmetçi ile yemek yiyene, Cennet müştakdır» buyurdu.

Tevâzu’ sâhibinin sıfatlarından biri de, yolda insanlara eziyet veren şeyleri kaldırmaktır. Biri de, çocuklara selâm vermektir. Biri de, fakirlerle oturmaktır. Biri de, koyunun ayaklarını oyluk veya bacakları arasına alıp sağmaktır. Biri de, eşeğe binmektir.

Mesâbîh’de diyor ki; Enes (radıyallahü anh) bildirir: Hayber günü Resûlullah’ı (sallâllahü aleyhi ve sellem) gördüm; bir eşeğe binmişti ve yuları liften idi. Hattâ, bu bildirilenlerin hepsi Resûlullah’da vardı demişlerdir. O, güzel ahlâkın zirvesinde idi. Allahü teâlâ, onun (sallâllahü aleyhi ve sellem) şânında: «Sen elbette hulûk-ı azîm (en güzel ahlâk) üzeresin» buyurmuştur.

Mütevâzînin sıfatlarından biri de, çarşıdan alışveriş edip, satın aldığı şeyleri evine kendisi getirmektir. Ca’fer bin Muhammed (radıyallahü anhümâ) babasından bildirir: Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) çarşıya, pazara çıkar, çoluk çocuğunun ihtiyaçlarını satın alırdı. Hikmeti sorulduğunda: «Cebrâil aleyhisselâm bana bildirdi: Çoluk çocuğunu insanlara muhtâç etmemek İçin çalışan Allah yolundadır» buyurdu. Mişkâtü’l-envâr’da da böyle yazıyor.

Şerhü’l-hutab’da diyor ki: Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) tevâzu’undandır: Deveye ot verirdi. Evi süpürürdü. Ayakkabılarını tâmir ederdi. Elbise yamar, koyun sağar, hizmetçi ile yemek yer, kölesi yorulunca, el değirmeninde un öğütür, ona yardım eder, çarşı ve pazardan aldıklarını taşımaktan utanmaz, zengin ve fakirle müsâfeha ederdi. Önce kendisi selâm verirdi. Bir hurma yemeğe da’vet edilse de, beğenmemezlik etmez, giderdi. Kimseye yük olmazdı. Yumuşak huylu, kerîm tabîatli olup, herkesle İyi geçinirdi. Güler yüzlü olup, tebessüm eder, sesle gülmezdi. Üzüntülü görünürdü, fakat asık suratlı değildi. Alçak gönüllü idi, fakat aşağı değildi. Cömerd idi, fakat israf etmezdi. Yumuşak kalbli idi. Bütün müslümanlara karşı merhametli idi. Hiçbir zaman tıka basa yemiş değildir. Tama’kâr değildi.

Urve bin Zübeyr (radıyallahü anh) anlatır: Emîrü’l-mü’minîn Ömer’i (radıyallahü anh) gördüm. Boynunda su kırbası vardı. «Ey mü’minlerin emîri, bu sana yakışmıyor» dedim. «Bana elçiler gelip, beni dinledikleri, boyun eğdikleri zaman, nefsimde bir büyüklük peyda olmağa başladı. Bunu kırmak istedim ve su kırbasını boynuma aldım» buyurdu. Sonra bu kırbayı Ensâr’dan bir ihtiyar kadının evine götürdü ve kaplarına boşalttı.

Biri de, kimsenin önünden yürümemektir. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) yürüyen iki kişinin önüne geçmezdi. Eshâbını önüne geçirirdi. Çünki önde yürümek, fitneye yol açabilir. Selîm bin Hanzala (radıyallahü anh) buyurur. Ubeyy ibni Kâ’b’ın ardında yürürdük. Ömer (radıyallahü anh) gördü ve kamçı ile üzerine yürüdü. Ubeyy ibni Kâ’b, dikkat et, ey mü’minlerin emîri, ne yapıyorsun? dedi. «Senin bu yaptığın, arkanda olanları aşağılamak ve senin için de fitnedir» buyurdu. Bunu, yürümenin sünnetlerini anlatırken bildirmiştik.

Yaşlıları tevkîr, âlimleri ta’zîm eder. Güçsüzlere, yaşlılara, düşkünlere yardım eder. Peygamberimizin (sallâllahü aleyhi ve sellem) evlâdına hürmet eder, onları büyük tutar.

Derler ki, Zeyd bin Sâbit (radıyallahü anh) hayvan üstünde idi. Abdullah bin Abbâs (radıyallahü anhümâ) ona yaklaşıp, özengisinden tuttu. Ey Resûlullah’ın amcasının oğlu, ne oluyoruz? dedi. Büyüklerimize karşı böyle yapmakla emr olunduk dedi. Zeyd (radıyallahü anh), elini bana göster dedi. Elini çıkarıp, ona gösterdi. Zeyd, elini öpüp: Biz de Resûlullah’ın Ehl-i beytine karşı böyle davranmakla emr olunduk» dedi. Bunu Ravdatü’n-nâsıhîn’de bildirmektedir

Resûlullah’ın evlâdının işlerini görmeğe çalışır. Onları kalbi ile sever, dili ile medh eder, her işte ve halde onları kendinden önde ve önce tutar.

Bişr-i Hafî (rahmetullahi aleyh) der ki: Resûlullah’ı (sallâllahü aleyhi ve sellem) rü’yâda gördüm. «Ey Blşr bilir misin, Allahü teâlâ, seni niçin akranından üstün eyledi?» buyurdu. Bilmiyorum, yâ Resûlâllah! dedim. «Sünnetime uyman, sâlihlere hürmet etmen, din kardeşlerine nasihat etmen, Esbabımı ve Ehl-i beytimi sevmenle» buyurdu. Mişkâtü’l- envâr’da bildiriliyor.

BÜYÜKLERE SAYGI: Yaşlı müslümanlardan hayâ eder ve onlara, Resûlullah’ın asrına daha yakın olduğu için saygı gösterir. Allahü teâlâ’yı tanımakta önde olmaları ve tâatlerinin çokluğu sebebiyle hürmet ederler ki, birisi Ebû Abdullah bin Hafifi (rahimehullah) ziyârete geldi . Beraber yürümeğe başladılar. Ebû Abdullah, ona, buyur, öne geç dedi. Ne sebeble? dedi. Çünki sen, Cüneyd-i Bağdâdî’yi gördün, ben onu görmedim dedi. Peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Müslüman yaşlılara hürmet ve ikrâm, Allahü teâlâ’ya saygıdandır» buyurdu.

Büyüklere karşı saygının tamamından biri de, huzurlarında izinsiz konuşmamaktır. Haberde geldi ki: «Bir genç, bir yaşlıya, yaşından dolayı hürmet ederse, onun yaşına varınca, Allahü teâlâ, ona gençleri hürmet ettirir.» Bunda, büyüklere hürmet edenin çok yaşayacağına bir işâret vardır O halde buraya dikkat buyurulsun! O halde yaşlılara hürmet edenler, ancak ömürlerinin uzun olması takdîr olunanlardır. Şeyh ve İmam da böyle bildirmektedir.

Bir hadîs-i şerîfde şöyle buyuruldu: «3 kişi vardır ki, hakları hafife alınmaz: Zelîl olan kavmin azizi; fakır olan kavmin zengini; câhillerin, hakkını bilmediği âlim.» Şerh-i hutab’da bunu, Fudayl bin İyâd’dan (rahimehullah) naklen bildirmektedir. Musannifin sözü de, burada böyle yorumlanabilir. Bu haberdeki mânada gelen bir hadîs-i şerîfde: «Güçsüzlere, hastalara, yaşlılara ve küçüklere merhamet edilir» buyuruldu:

Câbirin (radıyallahü anh) Resûlullah’dan (sallâllahü aleyhi ve sellem) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Büyüklerimizi saymıyan, küçüklerimize acımıyan bizden değildir» buyuruldu.

Şeyh Sühreverdî güçsüzlere, yaşlılara ve çocuklara iyilik etme hakkında anlatır: İbrâhim bin Edhem (rahimehullah) hasadda çalışır, arkadaşlarını yedirirdi. Gece bir araya gelirlerdi. Gündüz oruç tutarlardı. Bâzan işten geç dönerdi. Bir defasında, gelin biz gecikmeden yiyelim. Bir daha geç kalmasın, erken dönsün dediler ve erkenden yeyip, yattılar.. İbrâhim bin Edhem dönünce, onları uykuda buldu. Ve, zavallıların, herhalde yiyecek bir şeyleri yoktu dedi. Undan birşey yapmak istedi. Hamur yoğurdu. Bu esnâda arkadaşları uyandı. O ise, sakallarını toprağın üzerine yayıp, ateşe üfürürdü. Yaptıkları işi ona anlattılar. O ise, ben sizin için çalışıyordum. Yiyecek birşey bulamayıp, yattığınızı sanmıştım buyurdu. Arkadaşları birbirlerine, bakın biz ona ne muamele ettik, o bize nasıl muamele ediyor dediler.

Yaşına hürmeten, ziyârete büyükten, ihsan, iyilik, bir şey vermeğe ise küçükten başlar. Çünki küçük yaştakilerde, ekseriya sabır az, feryâd, sızlanma çok olur.

Yetimleri evinde- barındırır. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Acıyarak elini yetimin başına koyan, elini dokundurduğu her saçına karşılık bir sevab alır» buyurdu. Yine buyurdu: «Müslümanlar için hayırlı ev, içinde bulunan yotıme iyilik yapılan evdir. Müslümanlar için kötü ev de, içinde bulunan yetime kötülük yapılan evdir.» (İhyâ)’da böyle yazıyor.

Miskinlere acır. Miskin, hiçbir şeyi olmıyana denir. Fakir ise, biraz şeyi olana denir. Aksi de söylenmiştir. Amma sahîh olan birincisidir. Tariflerdeki farklılık, vasiyyetler bahsinde açıklanır. Vikâye’de de böyle diyor.

Köleye karşı rıfk ile, yumuşaklıkla muâmele eder. Ömer (radıyallahü anh) kölesi ile beraber nöbetleşe deveye binerdi. Ömer (radıyallahü anh) binince, kölesi yularını tutardı. 1 fersah (6 km.) yol alınca, iner, köle biner, Ömer (radıyallahü anh) yuları tutardı. Şam’a yaklaşırlarken, deveye binme sırası, kölenindi. Köle deveye bindi ve Ömer (radıyallahü anh) yularını tuttu, önlerine su çıktı. Hazret-i Ömer suya girip, devenin üstünde köle durdu ve yular ise Ömer’in (radıyallahü anh) elinde idi.

Şam’ın emîri Ebû Ubeyde bin Cerrah (radıyallahü anh) onu karşılamağa çıktı ve: «Ey mü’minlerin emîril Şam’ın ileri gelenleri seni karşılamağa çıkıyorlar. Seni bu halde görmeleri iyi olmaz» dedi. Ömer (radıyalfahü anh): «Bizi, Allahü teâlâ, İslâm dîni ile azîz eyledi. İnsanların sözlerine aldırmayız» buyurdu. Bir başka rivâyette: «Emir yüksek yerdendir deyip, eli ile Semâya işâret etti» diyor. Ravdatü’n-nâsıhîn bildiriyor.

Zengine, zenginliği için hürmet etmez ve tevâzu’ göstermez. Eder ve gösterirse, dîninin üçte ikisi gider. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Zengine eğilenin, dîninin üçte ikisi gider» buyurdu. Bu, Bostan’da bildirilmektedir. Bir hadîs-i şerîfde de: «Zengine, elinde olana kavuşmak için eğilenin Allahü teâlâ, amelinin üçte ikisini yok eder». Şerhu’l-hutab’da bildirilmektedir.

Ebû Alî Rudbârî (rahimehullah), Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) : «Zengine, zenginliğinden dolayı tevâzu’ edenin, dîninin üçte ikisi gider» hadîs-i şerifinin mânasında diyor ki: İnsan üç şeyden mürekkebdir: Kalb, dil, beden. Tevâzu’ edince, alçalınca, dili ve bedeni ile tevâzu’ etmiş, alçalmış demektir. Yani üçten ikisi tevâzu’ etmiş, dîninin üçte ikisi gitmiş olur. Kalbden de inanarak bu alçalmağı, eğilmeği yaparsa, bütün dîni gider. Hâlisatü’l-hakâik’da da böyle diyor.

Elinde az şey olan mü’mini aşağı görmez. Eserde geldi ki: «Zenginliğinden dolayı zengini yücelten ve fakirliğinden dolayı yoksulu aşağılayan mel’undur. Zâlime, zulm etmekten men’etmek için ve mazluma, zulmünü defetmek için yardım eder. Resûlullah (sallâllahü alyhi ve sellem): «Zâlim olsun, mazlum olsun, din kardeşine yardım et!» buyurdu. Zâlime nasıl yardım edebiliriz? dediler. «Onu zulmden men’etmekle» buyurdu. Yine buyurdu: «Kederlinin kederini gidereni, yâhud bir mazlûma yardım eden), Allahü teâlâ, yetmişüç mağfiretle mağfiret eder.» Bunu İhyâ bildirmektedir.

Hediye verenin hediyesini alır ve bulunduğu mecliste olanlara ondan ikrâm eder. Zîra Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): Kendisine verilen hediyeyi orada bulunanlarla paylaşır ve: «Hediye müşterektir» buyururdu. Bunu Tıbb-ı nebevi’de bildirmektedir. Hediyeye, daha fazlası ile mukabele eder. Hediyede önce davranmağı, fazilet bilir. Hediye ni’metlne karşı, ona düâ ile şükr eder. Onu medh eder ve yaptıklarını anlatır.

Hastaları yoklamalıdır. İmam Gazâlî (rahimehullah) buyurur: «Marifet ve İslâm, bu hakkın isbâtı ve faziletine kavuşmak için kâfidir.»
Müslimanların cenâzelerinde bulunmalıdır. Namazdan sonra da, cenazeyi teşyi’ eder. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Cenâzeyi teşyi’ edene 1 kîrât, defn zamanına kadar durana 2 kîrât sevab vardır» buyurdu. Haberde geldi ki, kirât, uhud dağı gibidir. Ebû Hüreyre bu hadîsi bildirdiği ve İbni Ömer (radıyallahü anhümâ) duyduğu zaman, demek ki, bu zamana kadar çok kîrâtlar kaçırdık» dedi.

Musîbete uğrayan, yakını ölen mü’mine başsağlığı diler, tâziyede «bulunur. Mü’mine, kaybettiği şey için, kolaylık ve yol gösterir. Zenginlerle ve zâlim devlet adamları ile oturup kalkmaktan sakınır. Çünki böyleleri ile görüşmek, meclislerinde bulunmak fitne ve belâdır.

Ebû Derdâ (radıyallahü anh) buyurur ki: Bir köşkün üstünden düşüp parçalanmamı, zenginle oturmaktan çok severim. Çünki Resûlullah’dan (sallâllahü aleyhi ve seilem) duydum «Ölülerle oturmaktan çok sakınınız!» buyurdu. Ölüler kimlerdir? dediler. «Zenginlerdir» buyurdu.

Sehl ibni Abdullah-i Tüsterî (rahimehullah) buyurdu: İnsanlardan 3 sınıfla arkadaşlık, ahbablık etmekten kaçın: Gâfil zorbalar, müdâhene eden Kur’ân ve mevlid okuyucuları ve câhil mutasavvıflar. Bunu Mişkâtü’l-envâr bildiriyor.

Hükümdarların, vâlilerin ve zenginlerin çocukları ile oturmaktan kakınır. Onlara uzun uzun bakmaz. Çünki bu da fitnedir. Tecribe edenler bunu bilirler. Zenginlere şefkat ve merhamet nazarı ile bakar. Gözlerini onlara dikmez ve süslerine bakmaz. Çünki bu insanın değerini düşürür.

Fısk ve bid’at ehlini, güler yüzle karşılamaz. Kâfir ve bid’at sâhiblerine karşı asık suratlı durur (*). Fâsıka, fışkı için kalbinden buğz eder ve onun işini Allahü teâlâ’ya ısmarlar. Ona beddüâ etmez, lâ’net etmez ve fısktan dönmesini, ettiğine pişman olmasını diler, isterse geç olsun. [(*) Bu hükümler Dûrü’l-islâmda böylece uygulanır. Darü’l-harbln hükümleri değişiktir. Mütercim.]

Zâlime, bir adım da olsa; işinde yardım etmez. Ederse, zulmüne ortak olur.

Bir terzi, Abdullah bin Mübârek’e (rahimehullah), ben sultanların elbisesini dikerim, zâlimlere yardım edenlerden olmaktan korkayım mı? dedi. «Hayır, zâlimlere yardım eden, sana iplik ve iğne satandır. Sana gelince, sen nefsine, kendine zulm edenlerdensin» buyurdu. Bunu imam Gazâlî (rahimehullah) bildiriyor.

Ebül Kasım Hakîm’e (rahimehullah), zararı sebebi ile, kulun kalbinden îmânı söküp çıkaran bir günah var mıdır? dediler. «Evet, üç şey vardır:

Birincisi, İslâm ni’metine şükrü terk etmek,
İkincisi, İslâmın gitmesinden korkmamak,
Üçüncüsü, müslimanlara zulm etmek» buyurdu. Şerh-İ hutab’da da böyle diyor.

Hakdan ayrılan, zâlim devlet başkanlannın ve devlet adamlarının, kapısına yakın gitmez. Allahü teâlâ Cin sûresi 15. âyetinde: «Zulm edenlere gelince; onlar Cehenneme odun olmuşlardır» buyuruyor. Zâlim emîre doğru, selâm vermek için yürümez. Onunla bir araya gelmez. Gelirse, Cehennem ateşinde de onunla beraber bulunur. Eserde de böyle gelmiştir.

 

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler