Sual: İmam Rabbânî hazretleri Mektubat’ta “sohbetin edeplerini titizlikle gözetiniz ki, faidelenebilesiniz” diyor. Sohbetin edepleri nelerdir? Meselâ hiç sual sormamak bir edep midir?

Cevap: Burada kasdedilen mürşid-i kâmillerin sohbetindeki edebdir. Şimdi böyle bir sohbet bulmak neredeyse imkânsızdır. Ama Allah rızâsı için bir araya gelip, dinden imandan bahsetmek, vaktiyle yaşamış mürşid-i kâmilleri anmak, onların sözlerini söylemek, hayatlarından ve menkıbelerinden bahsetmek de mecazen sohbet sayılır. Herkese göre edebin şekli farklıdır. Sohbet tasavvufi bir sohbet ise, konuşmamak, sual sormamak gerekir. Uyku bastırmak da edebe zarar vermez. Fıkıh meclisinde sual sorulur; uyku uyunmaz. İlim sahipleriyle sohbetin edebi bundan daha aşağıdır. Arkadaşlarla sohbetin edebi daha aşağıdır. Edeb, insanın haddini bilmesidir. Ben bu sohbetten maddî (ilmî) ve manevî olarak istifade edeyim. Ben bu sohbetin feyzine muhtacım diye düşünmek, edebi gözetmek olur. Kendisini üstün görmemek, karşısındakinden aşağı görmek, kimseyi incitmemeye çalışmak edebdir. Böyle davranan kimse, hep istifade eder.

 

Sual: Mektubat-ı İmam-ı Rabbânî’de diyor ki: “Tasavvuf yolunda ilerleyenlerin çoğu “rahmetullahi teala aleyhim ecmain” Tevhid-i Fiili ile karşılaşmaktadır. Her şeyi yapan Allahü tealadır derler. bu büyükler bu işleri yaratanın bir olduğunu bilir. Bu işleri yapan birdir demek istemezler. Böyle söylemek zındıklık olur.” diyor. Bunun alt paragrafında da İşleri yapan bir yapıcıdır demek sekr halinde söylenen sözlerdendir. Sözün doğrusu şöyledir ki: işleri yapan çoktur, işleri yaratan birdir. Tevhid-i vücud bilgileri de böyledir.” Bu satırlarda işleri yapan çok, ama yaratan birdir diyor. Bunu izah eder misiniz?
Cevap: Dünyadaki bütün işleri farklı güçler yapıyor. Bulut, yağmur yağdırıyor. Çiftçi, tarla ekiyor. Hepsini yaratan birdir, Allah’dır.

 

Sual: Bir gün Mektubat-ı İmam-ı Rabbanî’de Abdullah Ensarî Hazretlerinin “Ya Rabbi hangi kulunu cehenneme atmayı murad edersen bizim üzerimize saldırtırsın” diye yazdığını okudum. Bu cümleyi okuyunca güldüm. Daha sonra şöyle bir beyt geldi: “Korkarım ki her kim bu fakirlere gülerse, tard olunur, imansız gider” şeklindedir. Bu benim imansız öleceğime bir işaret midir, çok üzülüyorum.
Cevap: Beytin manası, evliyaya düşman olup zarar vermek isteyenler, Allahü tealanın şer murad ettikleridir, demektir. Kimsenin imanla ölüp ölmeyeceği bilinmez. İmansız gitmekten korkmak, imanla gitmenin alâmetidir. Bu gibi hareketlerle imansız gidilmez. Vesvesedir.

 

Sual: İmam Rabbânî hazretlerinin Mektubat’ında İbrahim aleyhisselâmın dininin ve milletinin bütün diğer dinlerden ve milletlerden üstün olduğu, bunun için bizim peygamberimiz aleyhisselâm onun milletine uymak emir olunmuştur yazıyor. En üstün din İslâmiyyet değil midir? Bunun izahı nasıl olur?
Cevap: Burada kasdedilen tevhid inancıdır. İbrahim aleyhisselam zamanında tevhid inancınan sahip ondan başka kimse kalmadığı için, sonra gelen bütün muvahhidler onun milletinde (yolunda) sayılır. Kur’an-ı kerim böyle diyor. Bunun etraflı cevabı, benim İslam Hukuku ve Önceki Şeriatler kitabında vardır.

 

Sual: Mektubat-ı İmam-ı Rabbânî’de geçen, “Sıfatlar ezelîdir, bunların eşyaya teallukları bağlantıları hâdistir” sözü ne demektir? Bağlantı ne demektir?
Cevap: Yaratma sıfatı ezelîdir. Bir şey yarattığı zaman, o eşyaya taalluk etmiş oluyor. O eşya ezelde yok idi.

 

Sual: Mektubat-ı İmam-ı Rabbânî’de “Yalnız arşta ayna kabiliyeti vardır” deniyor, başka nesnelerde yok mudur? Arş bildiğimiz gökyüzü müdür?
Cevap: Arş, (bize göre) varlık ve yokluk âlemlerinin arasında Allahü tealanın sıfatlarının tecelli ettiği mukaddes bir yerdir.

 

Sual: Mektubat-ı İmam-ı Rabbânî’de II. Cilt 19. Mektupta “sünnet” kelimesi tek başına kullanıldığı için şeriat mânâsında mıdır? Öyle olunca burada kullanılan bid’at da itikaddaki bid’at midir?
Cevap: Bid’at her zaman sünnettin zıddı değildir. Bid’at hem itikadda, hem amelde, hem âdette olabilir. Birincisi küfr veya haram, ikincisi tahrimen mekruh, üçüncüsü müah veya lâzımdır. Bid’at bir bütündür. Amelde bid’at de itikad ile irtibatlıdır. Çünki sünnette yeri omayan bir şeyin dinden olduğuna itikad etmektedir.

 

Sual: Mektubat-ı İmam-ı Rabbânî’de geçen “Vahdet-i vücud tanıyan evliyâ, mevcudatı mertebelere ayırıyor” ne demektir?
Cevap: Dünyadaki her şey Allahü teâlâyı gösteren bir ayna ise, her birinin mertebeleri, değişik hal ve hükümleri vardır demek oluyor.

 

Sual: Mektubat-ı İmam-ı Rabbânî’de geçen “Şeyh” tabirinin daha çok vahdet-i vücuta inananlar için kullanıldığını söylemek mümkün müdür?
Cevap: Hace Ahrâr’ın “Şeyhlik yapsaydım, hiçbir şey kendisine mürid bulamazdı” sözünü böyle anlamak gerekmez. Şeyh umumi bir tabirdir. Burada hal sahibi tasavvuf ehli kasdediliyor. Hal ve keramet sahibi olmak, şeyhliğin icabı olduğundan, yani ben de haller gösterseydim, herkesten ileri giderdim demek istiyor.

 

Sual: Mektubat-ı İmam-ı Rabbânî’de deniyor ki: “Allahü teâlâya kavuşturan yollar mahlûkların nefesleri kadardır. Her hayali, aslına kavuşturan bir yol vardır ve her mahlukun ayn-ı sâbitesi, yani mebde-i taayyunu, yani yaratılmasına ve vücutta kalmasına vâsıta olan ism-i ilahi başkadır” ne demek?
Cevap: Her nefes, Allahü teâlâya ve Resulüne tâbi olmak veya olmamak bakımından ayrılır. Tâbi olmakta, kavuşmaya vâsıta olan bir eser vardır. Böylece tâbi olunan her nefes, rızaya kavuşmak için de bir fırsat teşkil eder. Benzetmek gibi olmasın, daha çok alışveriş yaparsanız, çekilişe daha fazla katılabilirsiniz.

 

Sual: İmam Rabbanî hazretlerinin Mektubat kitabında sıkça, “Bazı zamanlar çoluk çocuğumuzun da bize düşman olacağı veya olduğu” ve “Evin, eşin ve çocukların idaresini Allahü teâlâ’ya bırakınız” deniyor. Ancak bunun ne şekilde yapılacağı tam olarak bildirilmiyor. Burada esas tema tevekkül müdür?
Cevap: Sâlikin meşguliyeti Allahü teâlânın rızasını kazanmak olmalıdır. Bu sebeple evdeki işler gibi basit dünya işlerini bu işin meraklısına tevdi etmelidir. Büyüklerimizden de böyle gördük. Mesela ev badana olacak; rengini hanımlar seçer. Çoluk çocuğun düşman olması, onların dünyalık istekleri o kadar artar ki veya onları hak yolda bulundurmak o kadar zorlaşır ki, sâlikin/müslümanın kendi işine/ibâdetine vakti ve gücü kalmaz, hatta seyr ü sülükünü terk bile edebilir demektir. Kendisini geçim için gereğinden fazla zorlamamalı, hırsa kapılmamalı, çoluk çocuğum ne olur diye düşünmemelidir. Âyet-i kerimede mealen “Kim Allah’ın dinine yardım ederse; Allah da ona yardım eder ve ayaklarını sıkı tutar” buyuruluyor.

 

Sual: İmam Rabbanî hazretlerinin Mektubat kitabında “Diğer yolların en sonunda verilenler, bu yolda olanlara en başta verilir” sözü çok sık tekrar ediliyor. Burada kasdedilen nedir?
Cevap: Bu yoldan kasıt, Nakşibendî tarikatidir. Bir takim haller ve zevkler, tatlı rüyalar başlangıçta verilerek sâlikin (tasavvuf yolcusunun) gönlü celbedilir. Yolun sonuna, yani fenâya kavuştuktan (Allah’ın sevgisini kazandıktan) sonra bunların maksat olmadığını anlar

 

Sual: Eflâtun’a İsa aleyhisselâmın tebliği ulaştığı, ama kibrinden kabul etmediği söyleniyor. Doğru mudur?
Cevap: Bu ifade İmam Rabbânî hazretlerinin Mektubat’ında geçiyor. Burada yüksek akıl sahiplerinin bile aklıyla Allahü teâlâyı bulmalarının imkânsız olduğu, bir peygamberin bildirmesine ihtiyaç bulunduğunu anlatmak için bu misal verilmiştir. Ama İsa aleyhisselâmın tebliğinin Eflâtun’a ulaştığı kat’i değildir. Eflâtun milâddan üçyüz sene evvel yaşamıştır. İsâ aleyhisselâm ise tarihçilerin tesbitine göre Eflâtun’dan üç yüz sene sonra yaşamıştır. İsâ aleyhisselâm ile aynı çağda yaşadıklarına dair rivâyeti zayıftır. İsâ aleyhisselâm üç sene peygamberlik tebliğinde bulunduktan sonra göğe yükseltildi. Kendisine inananlar çok azdı. İsevî dini, İsa aleyhisselâmın yaşadığı Filistin havalisinde bile çok sınırlı bir yayılma imkânı buldu. İsâ aleyhisselâm dünyada iken Yunanistan’da işitilmesi muhaldir. Eflâtun’un işittiği başka bir peygamber olabilir. Öyle bile olsa tebliğinin tam olarak kendisine ulaştığı belli değildir.

 

Sual: İtikadnâme’de “Melekler cisimdir; feylesoflarin sandığı gibi maddesiz de değildir” yazıyor. Mektubat-ı Rabbânî’de de “Melekler şahadet âlemindendir; yani madde ve ölçü âlemindendir” diyor. Başka yerde ise “Melekler nurdan yaratılmıştır… Işık, madde değildir” yazıyor. Bazıları da melekler maddeden yaratılmamıştır diyor. Bunun doğrusu nasıldır?
Cevap: Melekler nurdan yaratılmıştır. Nur (ışık) madde değildir; elle tutulmaz, ama gözle görülebilir, şahadet âlemindedir, hayal değildir. Şimdi buna enerji diyorlar. Madde değildir diyenler bunu kasdediyor. Bir şeyin madde olmaması, yok olduğunu göstermez. Maddedir diyenler de bunu kasdediyor. Bunlar fizik meseleleridir.

 

Sual: Mektubat-ı İmam-ı Rabbânî’de nefsini Frenk kâfirinden bile aşağı görmeyen, büyüklerin feyzine kavuşamaz diyor. Bir Müslüman kendisini Müslüman olmayan birinden nasıl aşağı görür?
Cevap: Kasdedilen, herkesin kendi nefs-i emmâresini gayrımüslimden aşağı görmesidir. Zira nefs-i emmârede hiç iyilik yoktur. Halbuki gayrımüslim birinde bazı iyilikler olabilir.

 

Sual: Mektubat-ı Rabbânî’de diyor ki: “Efdal olmak, bu fakire göre fazîleti, meziyeti, iyi sıfatları çok olmak değildir. Önce imana gelmek, din için herkesten çok mal vermek ve canını tehlikelere atmaktır. Yani dinde sonra gelenlere üstad olmaktır. Sonra gelenler, herşeyi öncekilerden öğrenir. Bu üç şartın hepsi Sıddîk hazretlerinde toplanmıştır.” Birçok kimse din için çok mal vermiş, canını tehlikelere atmıştır. Önce imana gelme ölçüsüne göre ise mesela Hazret-i Ömer 40. Müslüman olmasına rağmen üstünlükte ikinci sıradadır. O halde üstünlük nasıl bu üç şarta göre oluyor?
Cevap: Hazret-i Sıddık’ın üstünlüğü için bildirilmiştir. Mutlak şartlar değildir. Hazret-i Ömer de önce imana gelmiş sayılır. İlk Müslümanlar bir grup sayılır.

 

Sual: Mektubat-ı Masumiyye’de “Derdlerin, belâların gitmesi için, kalb ile istigfâr okumak çok fâidelidir.” diyor. Derd ve belâların üzerimizden gitmesi niyeti ile okuduğumuz istiğfarı, kalben, yani kendimiz işitmeksizin mi okuyacağız?
Cevap: Kalben bilerek istiğfar etmek demektir. Zira kalben istiğfar ettiğini düşünmeden dil ile istiğfar edilirse, istiğfar edilmiş olmaz; yalnızca zikr sayılır.

 

Sual: Mektubat-ı Masumiye’de, “Geçim sıkıntısı olanın, bir işte çalışması câizdir. Kazanırsa, iyi olur. Kazanamazsa, bu işin üzerine düşmemelidir. Uğraşmasının sonu gelmez. Zararı artar.” diyor. “Zararı artar” sözünden ne kasd edilmiş olabilir?
Cevap: İnsan meşru sebeplere yapıştıktan sonra, istediği iş tahakkuk etmezse, artık üzerine fazla düşmemeli, niye oldu, niye olmadı, kim engelliyor dememelidir. Bu işten vazgeçmeli, kadere rıza göstermelidir. Aksi takdirde sebeplere çok tesir yüklemiş olur ki, tevekkülü bozar ve imana zarar verebilir.

 

Sual: Mektubat’ta geçen mebde-i taayyün ilâhî kemâllerin, yüksekliklerin ilm-i ilâhîdeki başlangıcı ve ilk kaynağı ise, Allahu teâlânın ilminin başlangıcı olmadığı halde nasıl “ilm-i ilâhîdeki başlangıcı” denebilir?
Cevap: Sâlik, mânevî yolculukta önce letâifinden (latifelerinden) birini ya da hepsini fenâya ulaştırır. Fenâya ulaşan letâif, Arş’ın üzerindeki asıllarına yükselir. Sonra sâlik, ilâhî isimler ve sıfatlar âlemindeki hakîkatına kadar urûc eder (yükselir). Bu hakîkat, letâifin asıllarının da asılları olup, “ayn-ı sâbite”, “taayyün-i vücûbî” veya “mebde-i taayyün” diye adlandırılır. Umumiyetle insanların mebde-i taayyünü, ilâhî bir ismin gölgesidir. Peygamberler ve meleklerin mebde-i taayyünü (hakîkati, zuhûrunun başlangıç yeri) ise ilâhî isimlerin asıllarıdır. Mebde-i taayyün, kişinin terbiyecisi (rabbi) ve feyz vâsıtası olan ilâhî isimdir.

 

Sual: Mektubat’ta geçen “şuunat” ve “itibarat” kelimelerini nasıl anlamamız lazımdır?
Cevap: Seyrü sülük yaparken, Velâyet-i Kübrâ mertebesinde isim ve sıfatların tecellîsinin zuhura gelmesidir.

 

Sual: Mektubat’ta “Hub olmasaydı, îcâd küşâyiş bulmaz ve âlem ademde gizli kalırdı. Hubb-i evvel, manissa-i zuhûra gelmiş olup, sebebi halk-ı halâyık olmuşdur”. Yani ezelî sevgi, mahlûkatın yaratılmasına sebeb olmuşdur. Sevgi olmasaydı, âlem yaratılmazdı, diyor. Biliyoruz ki Allahü teâlânın zâtından, sıfatlarından, isimlerinden ve fiillerinden başka herşey mahlûktur. Halbuki burada mahlûklar yokken sevgi vardı, mânâsı çıkıyor. Bunu nasıl anlamak lâzımdır?
Cevap: Allahü tealanın muhabbet sıfatı tecelli etmiş; kâinat sonra yaratılmıştır. Bu sıfat, Muhammed aleyhisselâmın aslına olan muhabbettir. Lev lâke lev lâke lemâ halaktü’l-eflâk (Sen olmasaydın, sen olmasaydın, gökleri yaratmazdım) hadis-i kudsîsi bunu bildirmektedir.

 

Sual: Mektubat-ı Ma’sûmiyye’de (1/11) “Âdet olarak, riyâ, gösteriş olarak değil de, Allah rızâsı için fakirlere yemek, sadaka verip, sevablarını meyyitin ruhuna göndermek, iyi olur ve büyük ibâdet olur. Fakat bunun belli gün veya gecede yapılması için güvenilir bir haber yoktur” buyuruluyor. Fıkıh kitaplarının cenâze bahsinde ise, “Ölü evinden yemek, helva dağıtılması mekrûh ve çirkin bir bid’atdir. Birinci, üçüncü, yedinci gibi günlerde helva, çörek gibi şeyler yapmak ve kabr başında yemek dağıtmak ve hâfızları, hocaları, mevlidcileri toplayıp, okutup yemek vermek mekruhtur” diyor. Bu iki ifadeye göre, meyyitin ruhu için nasıl yemek verilmelidir? Bid’at olan sadece bunları belli günlerde yapmak mıdır? Yoksa hemen defnden sonra kabri başında veya ölü evinde dağıtmak da mı bid’attir?
Cevap: İkinci ifadeye göre, ta’ziye zamanlarında, yani hemen sıcağı sıcağına ölü evinden yemek verilmesi uygun değildir. Zira hadis-i şerifte ölü evine başkalarının yemek getirmesi tavsiye edilmiştir. Aksi takdirde, sünnete muhalif oluyor. Birinci ifade ise, her zaman ölünün ruhu için yemek ve sadaka verilebilir; ancak zaman tayin etmemelidir, diyor. Ölü evine uzaktan taziyeye gelen misafirlere, evde yemek ikram edilmesi ise buna girmez; caizdir.

 

Sual: İmam Rabbanî Hazretleri’nin Mektubat’ında: ”Allahü teâlânın ism-i zâhirleri o kadar çok tecelli etti ki, her şeyde ayrı ayrı göründü. Hatta nisa şeklinde, onların uzuvları halinde ayrı ayrı zahir oldu” diyor. Bu ne demektir?
Cevab: Tecellî-yi sûrîde Hak Teâlâ sâlikin gözüne âlemdeki maddî şeyler gibi görünür, eşyâda tecellî eder. Bu tecellînin mekânı insan, hayvan, mâden v.s olabilir. Allahü Teâlâ’nın bir ateşe veya ağaca tecellî edip oradan Hazret-i Mûsâ’ya hitap etmesi gibi (bk. Tâhâ, 20/9-14.). Bunlar hocasına yazdığı ve seyrü sülûk esnasındaki hallerini anlattığı tasavvufi derinliği olan hususlardır. Göründüğü gibi mana verilemez. İmam Rabbanî Hazretleri bu ümmetin en hayırlılarındandır. Elbette göründüğü gibi mana vermek yanlış olur.

 

Sual: Bir kitap hazırlıyorum. İmam-ı Rabbani hazretlerinin mektuplarında ismi geçen Seyyid Mirekşah hakkında malumata ihtiyacım vardır.
Cevab: Mirekşah hakkında İmam Rabbânî hazretlerini öven muasırı âlimlerden biri olduğundan fazla bir şey bilmiyoruz. Mektubat’ın 3. cildi 99. mektubunun sonunda “Seyyid Mîrek Şah”ın ismi geçiyor. Bu mektup Mir Mü’min Belhi’ye gönderilmiş olup Mîrek Şah’a da dua edilmektedir. Buradan yola çıkarak bu mektubun muhatabı Belhî gibi Mîrek Şah’ın da Belh’te yaşadığı tahmin edilebilir. İmam-ı Rabbani’nin halifeleri arasında Mîrek Şah’ın ismi geçmez. Muhammed İhsan Müceddidî’nin Ravzatü’l-Kayyumiyye isimli eserinde: “İmam-ı Rabbbani asrındaki ulema ve meşayıh” başlığı altında “Seyyid Mîrek Şah Belhi” bir cümle ile anılmıştır. Şöyle diyor: “Seyyid Mirek Şah, Belh’in büyük şeyhlerinden idi. İmam-ı Rabbani’nin irşadını duyunca gayr-i ihtiyari gıyaben ondan teveccüh ve istimdad eyledi”. [Cild: 1, vr. 172.] Umdetü’l-Makamat’ta Seyyid Ali Kavvam’ın halifelerinden Seyyid Mîrek geçiyor. Ali Kavvam, Bahaeddin Cünpurî’nin halifesidir ve 950/1543’de vefat etti. Umde’de diyor ki: “Lâhora taşınan kudvet-ül meşâyih Şeyh Mirek onun talebesinden ve icâzetlilerindendir. Tevhîd-i vücûdî sâhiblerinin bütün sırlarına vâkıf olup, bu mevzu’da yüksek mertebeleri vardı. İlm ve hâllerinin çokluğu sebebiyle Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabi’nin “kuddise sirruh” bildirdiği ince ma’nâlarda eşsiz idi ve onun meşrebinde idi. Bu ilmler, hâller, sekrler ve sofîlere mahsûs sözler, onu istilâ etmesine rağmen, yaratılışının yüksekliğinden ve çok yüksek maksadlı olmasından, belki de Allahü teâlânın hıfzı ihsânıyla, Şeyh-i Rabbânî Ebu Suleyman Darani’nin,“Çok def’a, günlerce kalbime bu kavmin [evliyânın] nüktelerinden bir nükte vâkı’ olur; iki âdil şâhid olan Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflere uygun olmadıkca, onları kabûl etmiyorum” sözü gereğince, Kitâb ve sünnete aykırı bir hâli, ister kendinde görsün, ister başkasından işitsin, i’tibâr etmez, inanmazdı. Hâllerin ve sözlerin doğruluğuna ve amellerin hâlis olduğuna hakîkî nişân budur. Allahü teâlâ onlara nihâyetsiz rahmetinden bol bol rahmet versin ve bu düâya âmîn diyenlere de merhamet etsin. Âmîn!”

 

Sual: İmam Rabbani Hazretleri’nin Mektubatı’nda geçen ‘Rabıta yapmak (yani şeyhin şeklini zihninde canlandırmak) Allahü teâlâyı anmaktan daha üstündür’ ve ‘Pirin gölgesinin bile Allahü teâlâyı zikretmekten daha üstün olduğu’ ifadelerini izah eder misiniz? Şeyhin gölgesi, nasıl Allah’ı zikretmekten daha üstün olabilir?
Cevab: Râbıta, zaten zikr demektir. Hadis-i şerifte, ‘Allah adamları görülünce, Allah hatırlanır’ buyuruldu. İmam Rabbânî, bunu bilmeyecek biri midir? Tasavvufta, râbıta, sohbetten; sohbet de zikrden üstündür, yani faidelidir. Bunu mürşid-i kâmiller tayin eder. Mürşidin, müridine verdiği ders ve vazife, doktorun hastasına ilaç ve tedavi takdir edişi gibidir. Tasavvuf ıstılahlarına vâkıf olmayanın tasavvuf kitabı okuması caiz değildir.

 

Sual: Mektubat’ta “Fâsıka hürmet haramdır” sözünden ne anlamalıdır?
Cevab: Fıskı sebebiyle hürmet etmek veya fıskına aldırmadan hürmet etmek haramdır. Fıskını beğenmek ise küfrdür.

 

Sual: Mektubat-ı Rabbânî’de 1. cild 16. mektupta İmam-ı Rabbânî hazretlerinin kaleme aldığı ve âlem-i menamda Peygamberimiz efendimiz tarafından medh edildiğini yazdığı kitap hakkında malumat verir misiniz?
Cevab: Bunu bilen ve bahseden biri olduğunu zannetmiyorum. Ne Nur Ahmed’in ta’lîkâtında, ne de Hutekî şerhinde bu eser hakkında bir kayıt yoktur. İmam-ı Rabbânî’nin bazı notları, küçük risâleleri Mebde ve Meâd, Maârif-i Ledünniyye gibi adlarla talebeleri tarafından derlenmiştir. Bu mevzubahis risale de o eserlere dahil edilmiş olabilir. Ama bu sadece tahmindir.

 

Sual: İmam-ı Rabbânî hazretlerinin Mektubat kitabını baştan sona okudum, ama pek bir şey anlamadım. Bu kitabı daha iyi anlayabilmek için tavsiye edeceğiniz başka kitaplar var mı?
Cevab: Anladığınız kadar okursunuz. İlmihalini iyi bilmek ve İmam Rabbânî hazretlerinin hayatını okumak faydalı olabilir.

 

Sual: Mektubat-ı Rabbânînin sonunda İmam-ı Rabbânî’nin büyük oğulları Muhammed Sâdık’ın 3 mektubu var. Bu mektubların başında Birinci Arîza, İkinci Arîza ve Üçüncü Arîza yazıyor. Burada niçin arîza kelimesi kullanılmış?
Cevab: Küçükten büyüğe yazılan yazıya arîza denir. Arzedilen demektir. Hürmeten ve edeben böyle yazılmış.

 

Sual: Mektûbât-ı Rabbânî’nin 256.mektubunda Muhyiddin Arabî’nin “Her şehirde, Müslümanların olsun, kâfirlerin olsun, bir kutb bulunur” sözü naklediliyor. Kâfir şehrinde nasıl kutb olur?
Cevab: Kutb bir beldeye maddî ve manevî rızkların gelişine vasıta olan evliya demektir. Bu kutb, oranın kâfir halkından değildir. Kâfir şehirlerinde ekalliyette yaşayan Müslümanlar arasında kutb olabileceği gibi, başka yerde yaşayan bir kutb da, bu şehrin kutbu olarak vazifelendirilmiş olabilir. Nefahatü’l-Üns mukaddimesinde uzun anlatılıyor.

 

Sual: Mızraklı ilmihalde “Büyük zâtların kabrini ziyâret için uzak memleketlere gitmemek, başka bir işi için gidilince ziyâret etmek iyi olur. Yalnız, Peygamberimizi ziyârete gitmek sevâbdır” yazıyor. Muhammed Ma’sûm hazretleri ise 3. cild 142. mektûbunda buyuruyor ki, “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kabrini ziyâret niyeti ile Serhend şehrine gelmeniz çok iyi olur. Buradaki feyzlere ve bereketlere kavuşursunuz.” Bunu neşreden, İbni Âbidin’den naklen “Uzak kabirleri ziyaretin mendûb olduğu buradan anlaşılmaktadır. Halîlürrahmân, Seyyid Ahmed Bedevî gibi evliyâ bunun için ziyâret edilmektedir” diyor. Bunu nasıl anlamalıyız?
Cevab: “Yalnızca üç mescidi ziyaret için memleketinden çıkılır” hadis-i şerifine istinaden, sırf ibadet maksadıyla cami, türbe, kabir ziyaretinin uygun olmadığı hükmü verilmiştir. Muhammed Masum hazretleri burada tevazu ediyor. Serhend’e gelince, Muhammed Masum Hazretleri ile görüşüp, ondan feyz alacaktır. O feyz, zaten İmamı Rabbani hazretlerinden gelir. Bu vesileyle kabrini de ziyaret ederek feyzi arttıracaktır. Mektubat nâşirinin ifadesi, uzak yerlerden gelen kimselerin, bulunduğu yerlerdeki evliyayı ziyaret etmesinin mendub olduğuna haml olunur.

 

Sual: Mektubat-ı Rabbani’de “İzn ile yapılan ibâdetler makbûldür” ifadesi geçiyor. Bu tam olarak ne demektir?
Cevab: Nafile ibadetler ve zikir, mürşidin izniyle yapılırsa daha sevap olur. Bir muteber din kitabında yazılı olması, dua ve zikr için izin sayılır.

 

Sual: İmam Rabbânî hazretlerinin Mektubat’ındaki şiirler kendisine mi aittir?
Cevab: Çoğu Sa’di Şirazî ve Hafız’a aittir.

 

Sual: Mektubat’ta zavallı mahlûkların hiçbiri Allahü tealayı, sıfatlarını ve fiillerini anlayamaz, bilemez, yazıyor. Buna peygamberlerde dâhil midir?
Cevab: Herkes, Allahü tealanın bildirdiği kadar bilir. Peygamberler bu hususta herkesten ileridedir.

 

Sual: Mektubat’ta “Sizin bu nimete kavuşmanız, İslamiyet bilgilerini öğretmekle ve fıkıh hükümlerini yaymakla olmuştur” cümlesinde fıkıhtan kasıt nedir?
Cevab: Hem itikat ve hem de ibadet ve ahlâk bilgileridir. Birincisine fıkh-ı ekber denir.

 

Sual: Elimdeki Mektubat-i Rabbânî tercümesinin 47. mektubunda Ekber Şah devri için “Milleti hep bunların kitapları, gazeteleri kışkırtmıştı” yazıyor. O zaman gazete var mıydı?
Cevab: Bu manevi, yani manaya göre bir tercümedir. İnsanların mesajı anlaması için böyle kullanılmıştır Yani bugünkü bazı gazetelerin yaptığı gibi demek istiyor.

 

Sual: Mektubat-ı Rabbânî’nin 80.mektubunda: “Kur’an-ı kerimi Ebû Bekr-i Sıddîk topladı. Emîr’in topladığı Kur’ân-ı kerîm bundan başkadır” diyor. Bunun izahı nedir?
Cevab: Kur’an-ı kerim Mushaf hâline getirilmeden evvel sahabenin elinde muhtelif sırayla tertiplenmiş mushaflar vardı. Emîr’in, yani Hazret-i Ali’nin mushafı, âyetlerin iniş sırasına göre idi. İbni Mes’ud’unki surelerin uzunluğuna, Ubeyy’inki âyetlerin Mekkî ve Medeni olmasına göre idi. Bunların okunması Resulullah’ın son tatbikatına uymadığı için icma ile men edildi.

 

Sual: Mektubat-ı Rabbânî tercümesinde İmam Gazali’nin meşhur kitabı için el-Münkizü anid-Dalâl geçiyor. Halbuki kitabın orjinal isminde an yerine min harf-i cerri kullanılmış. Bunun hikmeti nedir?
Cevab: Mektubat mütercimi zat-ı fazıl merhum, kitaplardan tercüme ve tasnif yaparken, dini ve esaslı bir mesele olmadıkça pek metne müdahale etmezlerdi. İmam-ı Rabbani hazretlerinden dini bir hata zaten beklenmez. Tercüme ederken ani’d-dalal ise, değiştirmemişlerdir. An ile min harf-i cerri arasında mana itibariyle esaslı bir fark yoktur. İmam-ı Rabbani hazretleri belki an ile yazılmış başka bir nüshayı görmüşlerdir. Eski kitaplarda bu gibi farklılıklara çok rastlanır. Sizin sualinizin uzun halinde ifade ettiğiniz gibi mütercim merhum için, “Biz İmam-ı Rabbani hazretlerine tâbiyiz; o aniddalal şeklinde yazmış; biz de o şekilde yazdık, İmam hazretleri hata ile an harfi cerrini kullanmıştır; onlar da hata yapabilir, biz düzeltelim dememişlerdir”, denemez. Nitekim mütercim merhum, bu kitabın Arabi aslını neşrederken meşhur ismine de müdahale etmemiş; min harfi cerri ile bastırmışlardır. Yine Mektubat’ın başka bir yerinde Şah-ı Nakşibend hazretlerine atfedilen Emir Timur’un ölümüne dair “Timur mürd iman bürd” sözünü, Şah-ı Nakşibend hazretlerinin Emir Timur’dan önce ölmüş olması keyfiyetine binaen değiştirdiler. İmam-ı Rabbani hazretleri öyle diyorsa öyledir demediler. İlmin haysiyeti ve dinin şerefi bunu icap ettirir. İmam-ı Rabbani hazretleri sağ olsaydı böyle isterdi. Mesela teşehhüdde işaret parmağının kaldırılması meselesinde, İmam Rabbani hazretleri kaldırılmamasının daha iyi olduğunu söylerken; mahdumu ve halifesi Said-i Faruki ve silsileyi Aliyyeden Mazhar-ı Can-ı Canan kaldırılmasının iyi olduğuna dair rey beyan etmişlerdir Mektubat mütercimi merhum bu husus kendilerine arz edildiğinde, “İmam-ı Rabbani hazretleri bundan razıdır. Âlimlerin ihtilafı rahmettir. Bir talebenin her ilmî meselede hocası ile aynı görüşte olması beklenmez. Nitekim İmam Ebu Yusuf hazretlerinin içtihatlarında hocasına mutabakatı muhalefetinden fazla değildir” buyurdular.

 

Sual: Mektubat-ı Rabbani’de şeytan kuvvetli düşmandır buyuruluyor. Halbuki ayet-i kerimede şeytanın aldatması zayıftır buyuruluyor. Bu tearuz nasıl giderilir?
Cevab: Şeytanın zayıflığı, kuvvetli düşmanlar arasındaki zayıflıktır. Nefs ve kötü arkadaş daha güçlüdür.

 

Sual: Mektubat-ı Rabbani kitabını anlamasak da feyz ve bereket için okumak lazımdır sözünü nasıl anlamalıdır?
Cevab: Kur’an-ı Kerim müstesna, hiçbir kitap anlamadan feyiz ve bereket için okunmaz; ilim için okunur. Okurken müellifinin ve okuyanın ihlası nisbetinde feyz ve bereket alınır. Mektubat-ı Rabbani çok faydalı bir kitaptır; pek çok yeri anlaşılır. Tasavvufi derinliklere dair tatmayanın anlayamayacağı bazı yerler ise, bereket için okunur ve geçilir. Nakşibendî büyükleri, İmam-ı Rabbani Hazretlerinin ve kitabının büyüklüğünü ifade etmek için “Mektubatı anlamak nerede, biz nerede? Biz ancak bereket için okuruz” demişlerdir.

 

Sual: İmam-ı Rabbani hazretleri, Osmanlılarda ne zaman tanınmaya başlamıştır?
Cevab: Halifesi Masum Efendi’nin halifesi Murad Münzevi, İstanbul’da Eyüp Nişancası’nda yaşamıştır. Halifesi Masum Efendi’nin halifesi Ahmed Yekdest Efendi’nin halifesi Tokatlı Emin Efendi’nin halifesi Süleyman Sadeddin Efendi 18.asirda Mektubat’ı Türkçe’ye tercüme etmiştir. Ama çok yayılmamıştır. Mektubat’ın tanınması ve yayılması Seyyid Abdülhakim Efendi’nin İstanbul’a gelişinden sonra olmuştur.

 

Sual: “Bir kimse senin pîrini inkâr ederse ve sen o kimseyle iyi olursan köpek senden daha iyidir” sözünü nasıl anlamalıyız?
Cevab: İmamı Rabbanî hazretlerinin Mektubat’ında geçen bu sözün manası şudur: Mürid, mürşidini o kadar çok sevecek ki, onu sevmeyenleri sevmeyecek; onu sevenleri sevecek. Şeyhinde fani olmayan mürid, kemale gelemez. Görmez misiniz ki köpek, efendisinin düşmanlarına hiç bakmaz, düşman olur.

 

Sual: Mektubat’ta Ebul Hasan Harkani Hazretlerinin doğru yoldan ayrıldığı yazılıyor. Doğru yoldan çıkan kimse nasıl evliya olmuş?
Cevab: Tasavvufi seyrü sülükteki sözlerinden ve bazı hallerinden bahsediliyor. Mürşid olmadan çok evvelki hâlidir.

 

Sual: İmam-ı Rabbani hazretleri Mektubat’ta zekât için “Malınızın kırkta bir zekâtını müslüman fakirlere yalvara yalvara veriniz” buyuruyor. Buradaki “yalvara yalvara” ifadesini nasıl anlamalıyız?
Cevab: Fakire zekâtını alarak kendisini yükten kurtardığı için minnet ederek; kabul etmezse, yalvara yalvara vermek lazımdır Çünkü bu vazifedir; bir lütuf ve ihsan değildir.

 

Sual: Mektubat-ı Rabbani’nin 1. cilt 191. mektubunda şöyle geçiyor: “İpekli kumaşları, altın ve gümüş gibi ziynet eşyasını kadınlara mübah etmesinin fâidesi erkekleredir.” Kadınlar ipek, altın ve gümüş kullanınca erkeklere ne gibi bir fayda hâsıl oluyor?
Cevab: 1-Güzel görünüyor. 2-Alıp satıyorlar; kâr ediyorlar.

 

Sual: İmam-ı Rabbani hazretleri Osmanlı sultanlarından neden bahsetmiyor?
Cevab: Bahsetmeleri beklenmez. Çünki O zaman Osmanlılarla Gürgâniyye devletinin birbiriyle münasebeti yok gibidir. İkisi, ayrı dünya kabul edilir. Bahsetse bile insanlar ne anlayacak? Faydası ne olacak? Bu, siyasi bir mesele doğurabilir. Belki hususi sohbetlerinde bahsetmişlerdir.

 

Sual: Mektubat-ı Rabbani’nin 3. cild 17. mektubunda buyuruluyor ki: “İmandan sonra, en kıymetli ibadet namazdır. İman gibi onun da güzelliği kendindendir. Başka ibadetlerin güzelliği ise kendilerinden değildir.” Bu ifadeyi anlayamadım?
Cevab: Mektupta detay malumat yok. Ama namaz, diğer ibadetleri de cem ettiği için böyle söylenmiş olabilir. Namaz kılan kişi o anda yemek yiyemez (oruç), Kâbe’de olduğunu düşünür (hac), malını mülkünü aklından çıkarır (zekât). Ya da oruç ve zekât sessiz ibadet iken, namaz o kişinin müslüman olduğunu gösterir, ilan eder. Bu sebeple bizatihi güzel denmiş olabilir. Veya diğerleri, bir iyiliğe (açlık, vermek) vesile oluyor ve böylece rıza-ı ilahi kazanılıyor. Namaz ise bizzat iyiliğin kendisidir. Allahu a’lem.

 

Sual: Muhammed Ma’sum Fârûkî, Mektûbât’ın 1. cildi 238. mektubunun başında Hindistan padişahına halife-i asr [zamanımızın halifesi] diyor. Halbuki o devirde hilâfet merkezi İstanbul idi. Neden böyle söylüyor?
Cevab: Evet, Osmanlı padişahı, an’anevî halife sıfatını taşır. Ama halife aynı zamanda ve esas itibariyle hükümet reisi demektir. Hilâfet, Selâtîn-i Osmaniyye’ye [Osmanlı sultanlarına] mahsus ve münhasır değil idi. Hindistan padişahı da hilâfet-i asr ile yâd edilirdi. Demek oluyor ki İslâm hükümetlerinin padişahları kendi zaman ve mekânlarında halife idiler. İki halifenin bulunmasının câiz olmaması, bir hükümete mahsustur. Yani aynı ülkede iki halife olmaz. Ama iki ayrı ülkede iki hükümdar olsa, ikisi de şer’î hükümlere göre halife sayılır. O zaman Osmanlılarla Gürgâniyye devletinin birbiriyle münasebeti yok gibidir. İki ayrı dünya kabul edilir.

 

Sual: Mektubat-ı Rabbani’nin 199. mektubunda “Vazife olarak okunacak şeylerden bir şey istiyorsunuz. Bunun için, kıymetli kardeşim Mevlânâ Muhammed Sıddık’ı gönderdim. Büyüklerimizin devamlı okudukları bir zikri size öğretecektir” diyor. Bunlar hakkında malumat verebilir misiniz?
Cevab: Mektupta ve şerhte izah yoktur. Ancak İmam-ı Rabbani’nin günlük dua ve zikirlerini müridi Muhammed Sâlih Kûlâbî, Hediyyetü’t-Tâlibîn adıyla derlemiştir. Ayrıca Berekat ve Umdetülmakamat kitaplarına bakılabilir.

 

Sual: Mektubat’ta bazı mektupların sonunda vesselam ifadesi geçiyor. Bunu sesli okuyan aleykümselam demeli midir?
Cevab: Hayır.

 

Sual: İmamı Rabbani hazretleri, 61. mektupta, içten ağlamak, yakılmak lazımdır. İçten gelmezse, kendini zorlamalıdır buyuruyor. Kendini zorlamak ne demektir yapılır?
Cevab: Kendisini Allah korkusundan, âhiret hayatının dehşetinden dolayı ağlamaya zorlamak, ağlamak istemek, ağlayamadığı için üzülmek kâfidir. Bunu yapamamak, zamanın veya günahların zulmetiyle kalbin kararmaya yüz tuttuğunu gösterir.

 

Sual: Muhyiddin Arabi hazretlerinin Âdem’den önce 100 bin Âdem gelmiştir, kıssasını nasıl anlamalıyız?
Cevab: Mektubatta İmam Rabbani hazretleri izah ediyor. Âlem-i misalde gördükleri kastedilmiştir.

 

Sual: İmam Rabbani hazretleri, vasıtalı veya vasıtasız olarak kendisi ile tevessül edenlerin af edileceğini söylüyor. Vasıtalı ve vasıtasız ne demektir?
Cevab: Direk onu vasıta etmek veya o silsileye mensup şeyhi vasıtasıyla tevessül etmek demektir.

 

Sual: İmam-ı Rabbani, müteaddid mektuplarında hakiki imanın biçun ve biçigune olan rabbe iman olması gerektiğini ve zat-i ilahinin tecellisinin bu dünyada sadece hatemül-enbiyaya olduğunu, sair müminlere ise cennette olacağını, saliklere hasıl olan hallerin hep masiva olduğunu anlatıyor. Madem imanın aslı ve zirvesi hiç bir şekilde anlaşılamayacağı vurgulanan rabbedir, bütün bu tasavvuf süluklarının maksadı nedir?
Cevab: Allah’ın hakkıyla anlaşılamayacağının anlaşılması nihayettir. Bunu elde etmek için çalışıyorlar.

 

 

Sual: İmam Rabbani’ye göre Mehdi bir yüzyılın başında mı gelecek?
Cevab: III. cild 123.mektupta Mehdi’nin üçüncü bin yılın müceddidi olacağını söylemektedir. Bu bir keşiftir. Mehdi’nin ne zaman geleceği kati değildir. Bin yılın başında gelen de sonunda gelen de o bin yılın müceddidi demektir.

 

Sual: İmam-ı Rabbani hazretleri 1.cild 256. mektupta vefat eden velinin keramet göstermesinin çok ender olabileceğini söylüyor. Böyle olunca, vefat eden veliden istimdat edilince nasıl faydalı olacak?
Cevab: Keramet başkadır, ruhaniyetinden istimdad başkadır.

 

Sual: İmam-ı Rabbani’nin Mektubat kitabını herkes okuyabilir mi?
Cevab: Herkes okuyabilir. Nasibi ve ihlası kadar istifade eder. Hocasına veya ihvanına yazdığı bazı mektuplar yüksek ilmî müktesebat icap eder. Orası teberrüken okunup geçilir.

 

Sual: İmam Rabbani hazretlerinin Mektubat kitabında uydurma veya zayıf hadis olabilir mi?
Cevab: Zayıf olabilir, ama mevzu hadis olması beklenmez. Zira zayıf hadise nafile ibadetlerde ve kıssalarda itibar edilir.

 

Sual: İmam Rabbani hazretlerinin Mektubat kitabı sağlığında mı yazıldı?
Cevab: Mektupları kendi isteğiyle toplandı. Üç cilt, sırasıyla 1616, 1619 ve 1622 tarihlerinde toplandı. 1624’te vefat etti. Bu arada yazılmış 10 mektup sonradan eklendi.

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler