Sual: Tarikatlar sonradan mı ortaya çıkarıldı? (Mesâil-i mühimmeye cevâb-ı Nu’mân) isimli bir vehhabi kitabında bütün tarikatların batıl olduğu ve doğru yoldan ayrıldıkları yazılmaktadır. Bu iddialar doğru mudur?
Cevap: Tarîkat, yol demektir. Tasavvuf yolu demektir. Tasavvufun bidat olmadığını, hepsinin Resûlullah efendimizin sünnetine uygun olduklarını, İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sani Ahmed Fârukî ve Muhammed Mâ’sûm-i Fârukî “rahmetullâhi aleyh” Mektûbât’ında uzun yazmışlardır. Tasavvuftan haberleri olmayanlar, buna da saldırıyorlar. Müslümanları bu yüzden de kötülüyorlar. Muhammed Mâ’sûm-i Fârukî, 1. cildin 177. mektubunda, tasavvufun ne olduğunu kısaca anlatmaktadır. Bu mektubu da, aşağıya tercüme etmeyi uygun gördük:
Keşflere ve rüyalara güvenmeyiniz! Güvenilecek ve insanı Cehennemden kurtaracak şey, yalnız Kitap ile Sünnettir. Allah’ın Kitabına ve Peygamberin sünnetine var kuvvetinizle sarılınız! Bütün işlerinizin bu ikisine uygun olmasına çok önem veriniz! Zikretmek de, Allahü teâlânın emirlerinden biridir. Çok zikir yapınız! Her zamanınızı zikir ile geçiriniz!
[Enfal sûresi 46. âyetinde meâlen, “Ey müminler! Allahü teâlâyı kalp ile ve dil ile çok zikir ediniz. Felah bulursunuz!” ve Cuma sûresi 10. âyetinde meâlen, “Her zaman, Allahü teâlâyı çok zikir ediniz! Dünyada ve ahirette felaha kavuşursunuz!” ve Ahzab sûresi 41. âyetinde meâlen, “Ey müminler, Allahü teâlâyı her zaman zikir ediniz!” buyurulmuştur. Tibyan tefsirinde, Abdullah ibni Abbas “radıyallahü teâlâ anhüma” buyurdu ki Allahü teâlâ bütün emirleri için bir sınır koymuş, bu sınırı aşınca, özür saymıştır. Özür olanı affeylemiştir. Yalnız zikir ediniz emri, böyle değildir. Bunun için bir sınır ve özür tanımamıştır. Hiçbir özür ile zikir terkedilmez. Dururken, otururken ve yatarken de zikir ediniz dedi. Her yerde, her hâlde, dil ile ve kalp ile zikir edin buyurdu. Beni hiç unutmayın buyurdu. Bakara sûresi 152. âyetinde meâlen, “Beni zikir edin! Ben de sizi zikir ederim!” buyuruldu.
Tibyan’daki hadis-i kudside, “Beni zikir eden kulumla birlikteyim” buyuruldu. Beyheki’nin bildirdiği hadis-i şeriflerde, “Derecesi en yüksek olanlar, Allah’ı zikir edenlerdir” ve “Allah’ı sevmenin alâmeti, Onu zikretmeyi sevmektir” ve “Allah’ın zikri, kalplerin şifasıdır” ve “Zikir, [nâfile] sadakadan, oruçtan daha hayırlıdır” ve “Allah’ı çok zikir edeni, Allah sever” buyuruldu. Resûlullah, her ân zikir ederdi. Tasavvuf, Allahü teâlâyı çok zikretmektir. Böyle tasavvuf kötülenebilir mi?]
Bu yolun en üstün derecesinin, Allahü teâlâya mârifet, yani Onu tanımak olduğunu, Allah adamları söz birliği ile bildirmişlerdir. Bu mârifet de, Allahü teâlâda yok olmak demektir. Yani, Allahü teâlâyı tanımak demek, yalnız, Onun var olduğunu, Ondan başka her şeyin yok olduğunu anlamak demektir. İşte, tasavvuf, bu mârifete, bu anlayışa kavuşturan yoldur. Nazım:
Kendini yok bil, kemâl ancak budur,
Onda yok ol, kavuşmak, işte budur!
Bu yokluğa (Fenâ) denir. İki türlü fenâ vardır: Biri (Fenâ-ı kalb) olup kalbin Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmasıdır. Ne kadar uğraşsa, ondan başka hiçbir şeyi hatırlayamaz. Kalp, Allahtan başka hiçbir şeyi bilmez ve sevmez. Fenânın ikincisi, (Fenâ-ı nefs) dir. Nefsin fenâsı, onun yok olması demektir. İnsan kendisine ben diyemez olur. Ârifin kendisi ve eseri kalmaz. Allahtan başka hiçbir şeyi bilmez ve sevmez. Kendine ve başkalarına bir bağlılığı kalmaz. İnsanları felakete sürükliyen en büyük zehr, Allahü teâlâdan başka bir şeye düşkün olmaktır. Böyle bir ârifin imanı, parlak bir ayna gibidir. Her işi İslamiyete uygundur. Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymak, Ârif olana çok tatlı ve kolay gelir. Kendinde ucb [ibâdetlerini beğenmek] ve riya gibi kötü huy hiç yoktur. Her işi, her ibâdeti ihlas iledir. Yani, yalnız Allahü teâlâ içindir. Nefs, önce, Allahü teâlânın emirlerine âsî ve düşman iken, şimdi itminana kavuşmuş, kuzu gibi olmuştur. Hakiki tam müslüman olmuştur.
Tasavvuf yolunda ilerlemek, kendini yok bilmek içindir. Allahü teâlâya tam kul olmak içindir. Bu yolda ilerlemeye (Seyr) ve (Sülûk) denir. Bu yolun sonu (Fenâ) ve (Bekâ) dır. Yani, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak ve yalnız Allahü teâlâyı var bilmektir. Fenâ ile bekâya kavuşan kimseye, (Ârif) denir. İnsanın yapabileceği kulluğu, ârif yapabilir. Nefsten ileri gelen tembellik, gevşeklik kalmaz. Tasavvuf yolunda olmak Allaha kul olmaktan kurtulmak için değildir. Kendini, başkalarından üstün yapmak için değildir. Ruhları, melekleri, cin ve nurları görmek için değildir. Herkesin gözle gördüğü, düzgün, güzel, tatlı şeyler yetişmiyormuş gibi, başka şeyler aramanın ne kıymeti olur? Onlar da, bunlar da, hep Allahü teâlânın yarattığı varlıklardır. Hepsi yok idi. Sonradan yaratılmış şeylerdir. Allahü teâlâya kavuşmak, Onun cemalini görmek ise, ancak ahirette, Cennette olacaktır. Dünyada olamaz. Böyle olduğunu, Ehl-i sünnet âlimleri ve tasavvuf yolunun büyükleri “rahime-hümullahü teâlâ”, söz birliği ile bildirdiler. Dünyada ele geçen, ancak (İkan) dır.
Tasavvuf yolculuğu, dünyada İslamiyeti tamamlamak içindir. İslamiyet, 3 şeyden meydana gelmiştir. Bunlar, ilim, amel ve ihlastır. Tasavvuf, bu üçüncüsünü elde etmek içindir. Allahü teâlâya yaklaşmak, Ona kavuşmak, Onu görmek, ancak ahirette olacaktır. Bunun için, bütün gücünüzle Muhammed aleyhisselâmın yoluna sarılınız! Emr-i mâ’rûf ve nehy-i münker yapmayı huy edininiz! Unutulmuş sünnetleri ortaya çıkarmaya çalışınız! [Sünnetleri ortaya çıkarırken, fitne ve fesad uyandırmayınız. Fitne çıkarmak haramdır. Sünnet işleyeceğim derken, haram işlemeyiniz! Kaş yaparken, göz çıkarmış olursunuz!]. Rüyalara güvenmeyiniz. İnsan, kendini rüyada padişah ve Kutub olmuş görse, ne kıymeti olur? Bu iki mevki uyanık iken ele geçerse, kıymetli olur. Bir kimse, uyanık iken de padişah olsa, yeryüzünde bulunan her şey onun emrinde olsa, büyüklük sayılır mı? Kabir ve kıyamet azaplarından kurtulmaya yarar mı? Aklı olan, ileriyi görebilen kimse, böyle şeylere gönül bağlamaz. Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği şeyleri yapmaya çalışır. Fenâ fillâh derecesine varmaya uğraşır. 177. mektubun tercümesi tamam oldu.
İmâm-ı Rabbânî “rahmetullâhi aleyh”, 1. cilt, 306. mektubunda buyuruyor ki: Fenâ fillâh, mâsivâyı [yani, Allahü teâlâdan başka her şeyi, yani Onun sevmediklerini] kalbin unutması demektir. Allahü teâlâdan başka şeylere muhabbeti, bağlılığı kalpten çıkarmak için, fenâ bulmak lâzımdır. Mahluklar unutulunca, kalbin bunlara bağlılığı da yok olur. Velâyet yolunda, mahlukları sevmekten kurtulmak için, fenâ lâzımdır. Nübüvvet yolunda ise, lazım değildir. Çünkü, nübüvvet yolunda Allahü teâlâya [ve Onun sevdiklerine] muhabbet vardır. Bu muhabbet varken, mahlukları unutsa da, unutmasa da, onlara muhabbet olamaz. Mahlukları bilmek, onları sevmeye sebep olduğu için kötü olmaktadır. Mahlukları sevmek kalmayınca, onları bilmek, tanımak kötü olmaz. [Velâyet yolu ile vasıl olan için de böyledir.]
Muhammed Mâ’sûm “rahmetullâhi aleyh”, 1. cildin 93. mektubunda buyuruyor ki fenâ fillâh, bâtında [kalpte] olur. Ârif, fenâya kavuştuktan sonra da, zevcesini, çocuklarını ve ahbablarını, eskisi gibi tanır. [İbadetleri yapmakta, mahluklara olan vazifelerini, borçlarını ödemekte kusur etmez.] Kalbin bilmesi başkadır. Zâhirin [aklın, fikrin] bilmesi başkadır. Kalp, görmekten, bilmekten kurtulduğu [yani, fenâya kavuştuğu] zaman, zâhirin görmesi, bilmesi yine devam eder.
Tasavvuf yollarının hepsi, Resûlullahtan feyiz [mârifet, yardım] almaktadır. Ashâb-ı kirâmın hepsi, O kaynaktan, doğrudan doğruya ışık, mârifet aldı. Sonra gelenler, bu mârifetleri, Ashâb-ı kirâmdan aldı. Yalnız, hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Aliden alınan feyizler, mârifetler bugüne kadar geldi. Başka Sahabilerden gelen feyizler, birkaç asırdan sonraya varamadı. Feyiz almak için, bu feyize kavuşmuş olan sâlih bir kimseyi bulmak, onu sevmek, onun yanında yetişmek lâzımdır. Vehhâbî kitabı da, bunun lazım olduğunu bildiriyor. 335. sayfasında, (Allahü teâlâyı sevmeye kavuşturan 10 sebepten 9.su, Allah’ın sâdık olan sevenlerinin yanında bulunmaktır. Onların sözlerini dinleyip faydalanmaktir. Onların yanında az konuşmaktır) diyor. Böyle sâlih kullara (Mürşid-i kâmil) veya (Rehber) denir. Taberani’nin bildirdiği ve Künuzü’d-dekaık’de yazılı hadis-i şerifte, “Her şeyin bir kaynağı vardır. Takvânın kaynağı, ariflerin kalpleridir” buyuruldu. Deylemi’nin bildirdiği hadis-i şerifte, “Sâlihleri anmak, günahları temizler” ve “Âlimin yanında bulunmak ibâdettir” ve “Âlimin yüzüne bakmak ibâdettir” buyuruldu. Muhammed ibni Hibban’ın bildirdiği hadis-i şerifte, “Zikir, sadakadan daha faydalıdır” buyuruldu. Deylemi’nin bildirdiği hadis-i şerifte, “Zikir, nâfile oruçtan daha hayırlıdır” buyuruldu. Künuzü’d-dekaık kitabında “Resûlullah, yürürken her adımda zikir ederdi” diyor. Buradaki hadis-i şerifte, “Allah’ı çok zikretmek, kalbi nifaktan temizler” buyuruldu. Deylemi’nin ve Münavi’nin “rahime-hümullahü teâlâ” bildirdikleri hadis-i şerifte, “Her hastalığın şifası vardır. Kalbin şifası, Allahü teâlâyı zikretmektir” buyuruldu. Tasavvuf, zikretmek ve arifleri hatırlamak, onları sevmek ve Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” yoluna yapışmaktır. Bu ve benzeri hadis-i şerifler ve bunların çıkarılmış oldukları âyet-i kerimeler, tasavvufu emretmektedir.
Tasavvuf yollarının çeşitli isimler taşıması, cahilleri aldatmasın! Tasavvuf yolunda bulunanlar, kendilerine feyiz gelmesine sebep olan Rehberlerin adını söylemiş, bu isimler, tarîkat adı haline gelmiştir. Mesela, bir memlekette, yüzlerce lise vardır. Her lisede aynı, ortak dersler okunur. Fakat, hocaları başka başka olduğundan, yetişme şekilleri de başkadır. Fakat, her lise mezunu, ortak bilgilere ve ortak haklara mâliktir. Her biri, ölünceye kadar, hocalarını söyler ve över. Hocalarının ayrı olması, yetişme metotlarının farklı olması, hiçbiri için kusur olmaz. Tasavvuf yollarının farklı olması da, böyledir. Hepsine Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” mübarek kalbinden saçılan feyizler, mârifetler gelmiştir. Üstadlarının ve isimlerinin başka olması, hiçbiri için kusur olamaz.
Tasavvuf yollarının başka isimleri taşımalarının sebebi, yedinci maddede de bildirilmiştir.
Evet, İslam ahkâmına uymayan, ibâdet yapmayan, dünya menfaatleri peşinde koşan, nefslerine, şehvetlerine düşkün, kötü kimseleri, Allah da, kul da sevmez. Bunların tasavvufçuyum, kerâmet sâhibiyim demelerine inanmamalıdır. Fakat bu yüzden tasavvufu kötülememelidir. Yere düşmekle cevher sâkıt olmaz kadir-ü kıymetten demelidir.