Büyük âlim Abdullah-i Dehlevî’nin “rahmetullahi teâlâ aleyh” Mekâtib-i Şerîfe kitabının 85. mektubu aşağıdadır:
Allahü teâlâya hamd olsun! Onun sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm olsun! Gulâm-ı Ali ismi ile meşhur olan fakir Abdullah-i Kadri müceddidinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” mektubudur. Hindistan’da müslümanlar için yazmıştır. Allahü teâlâ, onun günahlarını affeylesin!
(BİAT), söz vermek ve bu sözünde durmak demektir. Tasavvuf yolunda çok kullanılan bir kelimedir. Bunu kullanmak, Ashâb-ı kirâmın sünnetidir “radıyallahü teâlâ anhüm”. Biat, 3 kısımdır: Birincisi, bir büyüğün önünde, günah işlememek için söz vermektir. Buna, (tövbe biati) denir. Büyük günahlardan biri işlenince, bu biat bozulur. Yeniden biat etmek lazım olur. Gıybet edince bozulup, bozulmamasında şüphe edildi. Bir müslümanı tahkir ederek, onu kötüleyerek gıybet yapmak, elbet büyük günahtır. Yanlış söyleyen ve yazan din adamlarını ve bidat îtikadında olan tarîkatçıları müslümanlara haber vermek, duyurmak gıybet olmaz. Müslümanların bunlara aldanmaması için bunları söylemek lâzımdır.
Biatin ikincisi, intisab etmek, bereketlenmek için bir velîye “rahmetullahi teâlâ aleyh” veya onun hakiki mensublarına biat etmektir. Böylece, onlar için bildirilmiş olan müjdelere ve şefaatlarına kavuşulur. Mesela, gavs-üs sekaleyn Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh”, (Benim talebelerim tövbe etmeden ölmezler) buyurmuştur. Bu müjdeye kavuşmak için, bu yolun büyüklerinden birine biat olunur. Bu biati tekrar etmek lazım değildir.
Biatin üçüncüsü, Evliyânın feyizlerine kavuşmak, faydalanmak için yapılır. Tasavvuf büyüklerinden birine biat edip, Onun gösterdiği vazifeleri ve ihlas derecelerini yapıp fayda elde edemezse, Üstadı râzı olsa da ve olmasa da, başka birine intisab etmesi, başka bir âlime biat etmesi câizdir. Fakat, 1. alimi inkâr etmemesi lâzımdır. Ondan nasibi, kısmeti yok demektir. Üstadının İslamiyete uymakta gevşekliğini görürse ve zenginlere yanaştığını, dünyaya düşkün olduğunu anlarsa, Allahü teâlânın feyizlerini, sevgisini ve mârifetini başka birinde aramalıdır. Çocuk iken biat etmiş olan, akıl ve şuur sâhibi olunca, onun hakiki âlim olduğunu anlarsa, biatine ve vazifelerine devam eder. Yahut beğendiği başka birine biat eder.
İslam alimi, Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” sünnetine [yani İslamiyete] tâbi olan, sımsıkı sarılan ve zâhir ve bâtın bidatlerden kaçınan ve selef-i sâlihinin îtikadında olan kimsedir. Gavs-üs sekaleyn Abdülkâdir-i Geylânî ve Şeyhülİslam Ferideddin-i Genc-i Şeker hazretlerinin doğru olan îtikadında olur. Fıkıh bilgilerinden zaruri lazım olanları bilir. (Mişkat-i şerif) hadis kitabını ve Kurân-ı Kerîm tefsirlerini çok okur. İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinin, (Minhacü’l-Âbidin) ve (Kimyâ-yı saadet) kitapları gibi tasavvuf yolundakilerin yazdığı ahlak kitaplarını ve tasavvuf büyüklerinin hallerini ve sözlerini bildiren kitapları okur. Bu kitapları okumak, kalbin tasfiyesi ve tezkiyesi için çok faydalıdır.
İslam alimi, dünyaya düşkün olmaz ve dünyaya düşkün olanlarla birlikte bulunmaz. İslamiyetin bildirdiği iyi işleri yapar. Çalıştıklarının dünyadaki ve ahiretteki karşılığını yalnız Allahtan bekler. Ondan başka kimseden bir şey beklemez. Kurân-ı Kerîmi çok okur. Evliyânın kalplerine gelen feyizlerden, mârifetlerden nasip almıştır. Her işinde tövbe, inâbet, zühd, vera, takvâ, sabır, kanaat, tevekkül ve rıza yolunu tutar. Onu görenler Allahü teâlâyı hatırlar. Dünya düşünceleri kalbinden kaçar. (Çeştiye) yolunun büyükleri ile birlikte bulunan sâdık bir kimsede zevk, şevk, hararet, rahatlık, yalnızlık, yani dünyaya düşkün olanlardan uzaklaşmak hâsıl olur. (Kadri) yolunun büyükleriyle beraber bulunmak, kalpte safa hâsıl eder. Ruhlar ve melekler âlemi ile bağlılık hâsıl olur. Geçmiş ve gelecek şeylerden çoğu kendisine bildirilir. (Müceddidi) yolunun büyükleri ile beraber olanda huzur ve cemiyet ve yad-i daşt ve dünyaya şuursuzluk ve Allahü teâlânın cezbeleri hâsıl olur. Kalbine, ruhuna birçok şeyler ihsan edilir. İslam alimi müceddidi ise, bütün latîfelerinde keyfiyetler, haller, safa ve letâfet ve nurlar, sırlar hâsıl olur. Bu söylediklerimiz hâsıl olmazsa, sâdık olan talib, hakiki âlime kavuşamadığı için ne kadar ah etse yeridir.
(Talib), sâdık olan insan demektir. Allahü teâlânın sevgisi ile ve Onun sevgisine kavuşmak arzusu ile yanmaktadır. Bilmediği, anlayamadığı bir aşk ile şaşkın haldedir. Uykusu kaçar, gözyaşları dinmez. Geçmişteki günahlarından utanarak başını kaldıramaz. Her işinde Allahtan korkar, titrer. Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için çırpınır. Her işinde sabır ve affeder. Her geçimsizlikte, sıkıntıda kusuru kendisinde görür. Her nefeste Allah’ını düşünür. Gaflet ile yaşamaz. Kimseyle münakaşa etmez. Bir kalbi incitmekten korkar. Kalpleri Allahü teâlânın evi bilir. Ashâb-ı kirâmın hepsini, “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” diyerek iyi bilir. Hepsinin iyi olduğunu söyler. [Şimdi, böyle hakiki talib kalmadı.] Peygamber efendimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem”, Ashâb-ı kirâm arasında olan şeyleri konuşmamayı emir buyurdu. Sâlih müslüman, bunları konuşmaz, yazmaz ve okumaz. Böylece, o büyüklere karşı bir edebsizlikte bulunmaktan kendini korur. O büyükleri sevmek, Allah’ın Resûlünü “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” sevmenin nişanıdır, alâmetidir. Kendi bilgisi ile kendi görüşü ile Evliyâ-yı kirâmı birbirinden aşağı ve yukarı diye ayırmaz. Birinin daha yüksek, daha üstün olduğu ancak âyet-i kerime ile ve hadis-i şerif ile ve Sahabe-i kirâmın söz birliği ile bildirmeleri ile anlaşılır. Muhabbet sarhoşluğu elbet başkadır. Aşk sâhibi mazurdur.
(Simâ’), bir kişinin veya birkaç kişinin okudukları dini, imanı kuvvetlendiren ve ahlakı güzelleştiren, şiirleri, kasideleri, ilâhîleri ve mevlidleri dinlemek demektir. Tasavvuf büyükleri, çalgısız olan ve kadın erkek karışık olmayarak okunanları Simâ’ etmişler, dinlemişlerdir. Sultan-ı meşayih [Nizamüddin-i Dehlevî]nin sohbetinde, meclisinde hiçbir çalgı, hiçbir zaman görülmedi. O sohbette bulunanlar, gizlice ağlar, ciğerleri yanardı. Fevaidü’l-füad ve Siyerü’l-Evliyâ kitapları bunu uzun anlatmaktadır. Tasavvuf büyüklerinin yolundan ayrılmak kalbi karartır. O büyükler, kalpte hâsıl olan kabzı, bast haline çevirmek için veya inbisatı yani bast, rahatlık, ferahlık hâlini arttırmak için simaa izin vermişlerdir. Simâ’ kalpteki Allah sevgisini ve rikkati arttırır buyurmuşlardır. Gafillerin yani kalplerinde Allah sevgisi bulunmayanların simaları câiz değildir. Böyle simâ’ meclisleri, toplantıları, fısk [günah] meclisi olur. Her müslüman böyle simalardan sakınmalıdır. Tasavvufçulardan, ney gibi çalgılara câiz diyenler oldu ise de, bunu aşk ve muhabbet sarhoşluğu halinde söylemişlerdir. İslamiyetin yasak ettiği böyle sözlere uyulmaz. [Tahtavi’nin, Merakıl-felah şerhi 174. sayfasına bakınız!]
Allah ismini yüksek sesle söylemek, kalp hastalığının ilacıdır dediler. Fakat sessiz söylemek, daha faydalıdır. Sessiz yapılan zikrin daha efdal olduğu hadis-i şerifte bildirildi. Kalpteki ateşi arttırmak ve gevşekliği gidermek için sesle söylemek câiz olabilir. Çok söyleyince ve riyazetler çekilince, kalpte Allah sevgisi çoğalır, (Vahdet-i vücûd) sırları hâsıl olur. (Vahdet-i vücûd), mümkünatı yani mahlukatı tek bir varlık görmektir. Yoksa, mahlukları Allahü teâlâ bilmek değildir. Aşk-ı ilâhînin kalpte hâsıl ettiği hâl sahiplerinin vahdet-i vücûd sözlerini işiterek, kendi görüşleri ile ve hayalleri ile böyle konuşup kendini vahdet-i vücûd sâhibi göstermek akla da, İslamiyete de uygun değildir. Rüknüd-din Alaüddevle-i Semnânî ve müceddid-i elf-i sani Ahmed Fârukî “rahmetullâhi aleyhima” ve bunların izinde giden büyükler, vahdet-i vücûd mârifetinden başka ve Peygamberlerin hepsinde hâsıl olan “aleyhimüssalavâtü vesselâm” meârif de bulunduğunu görmüşler ve anlamışlardır.
(Tasavvuf), Allahü teâlâ ile olmak ve iyi ahlak edinmek ve İslamiyete uymaktır. Allahü teâlâdan başka şeyleri kalpten çıkarıp bütün azanın Muhammed Mustafa “sallallâhü aleyhi ve sellem” hazretlerine uymasıdır. Allahü teâlâ ile olmaya, (Hudur) denir ki hadis-i şerifte bildirilen (İhsan) mertebesidir. İnsanın kalbi bu mertebede olmalıdır. Bu nimeti kime ihsan ederlerse, büyük saadet bilsin!
(Tevhid-i ef’ali), mahlukların bütün işlerini, bütün hareketlerini, tek bir yapıcının işlerinden olarak görmektir.
(Tevhid-i sıfâtî), mahlukların sıfatlarını, özelliklerini, Hak teâlânın sıfatlarının görüntüleri bilmek ve her varlığı Allahü teâlânın varlığında yok görmektir. Evliyâ-i kirâm “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” hep böyle idiler.
(İcazet) ve (Hilafet), taliblerin kalplerine ihlas yerleştirmesi için, olgun birisine izin vermek demektir. Kendisine izin verilen zata (Halife) veya (Vesile) denir. Kendisine izin verilecek Zâtın batınının [yani kalbi ve diğer 4 latîfesinin] nisbete ve hallere kavuşmuş olması, kötü huylardan temizlenmiş, iyi huylarla süslenmiş olması ve sabır, tevekkül, kanaat, rıza, teslim sâhibi olması, dünyaya düşkün olmaması lâzımdır. Bu yüksek mertebe, ancak (Selef-i sâlihin)e uymakla ele geçebilir. [Ashâb-ı kirâm ile Tabiîn-i ızama (Selef-i sâlihin) denir. 3 ve 4. asırlarda gelen İslam âlimlerine, (Halef-i sâdıkin) denir.] Bu haller ve keyfiyetler kalpte hâsıl olmadan, vaaz etmesi için izin vermek haramdır. Tasavvuf büyüklerinin yolunu bozmak olur. Birisini mağrur yapmak [kendini beğenmesine sebep olmak], bir talibi, bir âşıkı da acemi ellere düşürerek mahrum etmek, akla da, İslamiyete de uygun değildir. [Şeyh olduğunu söyleyenlere inanmamalıdır. Sahte şeyhlerin, câhil tarîkatçıların tuzaklarına düşmemek için uyanık olmalıdır.]
Namazı cemaat ile kılmak ve (Tümaninet) ile kılmak, rükûdan sonra (Kavme) yapmak ve 2 secde arasında (Celse) yapmak bizlere Allah’ın Peygamberi tarafından bildirildi. Kavmenin ve celsenin farz olduğunu bildiren âlimler vardır. Hanefi mezhebinin müftülerinden (Kadıhan), bu ikisinin vâcib olduğunu, ikisinden birisini unutunca (Secde-i sehv) yapmak vâcib olduğunu ve bilerek yapmayanın namazı tekrar kılmasını bildirmiştir. Müekked sünnet olduklarını bildirenler de, vâcibe yakîn sünnet demişlerdir. Sünneti hafif görerek, ehemmiyet vermeyerek terketmek küfürdür. Namazın kıyâminda, rükûunda, kavmesinde, celsesinde, secdelerinde ve oturulduğu zamanında, ayrı ayrı, başka başka keyfiyetler, haller hâsıl olur. Bütün ibâdetler namaz içinde toplanmıştır. Kurân-ı Kerîm okumak, tesbîh söylemek [yani Sübhânallah demek], Resûlullaha salavât söylemek ve günahlara istiğfar etmek ve ihtiyaçları yalnız Allahü teâlâdan istiyerek Ona duâ etmek namaz içinde toplanmıştır. Ağaçlar, otlar, namazda durur gibi dik duruyorlar. Hayvanlar, rükû halinde, cansızlar da namazda (Kade)de oturur gibi yere serilmişlerdir. Namaz kılan, bunların ibâdetlerinin hepsini yapmaktadır. Namaz kılmak, miraç gecesi farz oldu. O gece, miraç yapmakla şereflenen, Allah’ın sevgili Peygamberine uymayı düşünerek namaz kılan bir müslüman, O yüce Peygamber gibi, Allahü teâlâya yaklaştıran makâmlarda yükselir. Allahü teâlâya ve Onun Resûlüne karşı edebi takınarak huzur ile namaz kılanlar, bu mertebelere yükseldiklerini anlarlar. Allahü teâlâ ve Onun Peygamberi, bu ümmete merhamet ederek, büyük ihsanda bulunmuşlar, namaz kılmayı farz etmişlerdir. Bunun için Rabbimize hamd ve şükür olsun! Onun sevgili Peygamberine salavât ve tehiyyat ve duâlar ederiz! Namaz kılarken hâsıl olan safa ve huzur şaşılacak şeydir. Üstadım [Mazhar-i Can-ı Canan] buyurdu ki (Namaz kılarken, Allahü teâlâyı görmek mümkün değil ise de, görür gibi bir hâl hâsıl olmaktadır). Bu halin hâsıl olduğunu tasavvuf büyükleri söz birliği ile bildirmişlerdir. İslamiyetin başlangıcında namaz Kudüs’e karşı kılınırdı. Beyt-ül-mukaddese karşı kılmayı bırakıp, İbrahim aleyhisselâmın kıblesine dönmek emrolunduğu zaman, Medinedeki yahudiler kızdılar. (Beyt-ül-mukaddese karşı kılmış olduğunuz namazlar ne olacak?) dediler. Bakara sûresinin 143. âyet-i kerimesi gelerek, (Allahü teâlâ imanlarınızı zayi eylemez!) mealinde buyuruldu. Namazların karşılıksız kalmayacakları bildirildi. Namaz, îman kelimesi ile bildirildi. Bundan anlaşılıyor ki namazı sünnete uygun olarak kılmamak, imanı zayi etmek olur. Resûlullah efendimiz “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Gözümün nuru ve lezzeti namazdadır) buyurdu. Bu hadis-i şerif, (Allahü teâlâ namazda zuhûr ediyor, müşahede olunuyor. Böylece gözüme rahatlık geliyor) demektir. Bir hadis-i şerifte, (Ya Bilal “radıyallahü teâlâ anh”! Beni rahatlandır!) buyuruldu ki (Ey Bilal! Ezan okuyarak ve namazın ikâmetini söyleyerek, beni rahata kavuştur) demektir. Namazdan başka bir şeyde rahatlık arıyan bir kimse, makbul değildir. Namazı zayi eden, elden kaçıran, başka din işlerini daha çok kaçırır.
Faydasız şeyler söylemek, müslümanları gıybet etmek, orucun sevâbını giderir. Gıybet etmek, ibâdetlerin sevaplarını yok eder. Gıybetten sakınmak vâcibdir. Zahmet çekerek, sıkıntılara katlanarak ibâdet yapıp da, bunun sevâbını yok etmek ne kadar akılsızlıktır. İbadetler Allahü teâlâya arz olunur. Gıybeti ve faydasız sözleri sâhibinin huzuruna çıkarmak, Ona karşı edebsizliktir.
Şarkı, çalgı ve tanbur dinlemek ve raks [dans] seyr etmek ve hazret-i Hasan ile Hüseyin’in “radıyallâhu anhüma” şehit edilmelerini [Kerbela vakasını] anlatmak, yazmak müslümanlığa yakışmaz. Zamanımız şeyhleri, tarîkatçılığı bunları yapmak şekline soktular. Din büyüklerinin resmlerini yaparak ziyaret ediyorlar. Bunları ziyaret, Allahü teâlânın rızasına kavuşturur diyorlar. İslamiyette böyle şeyler yoktur. Görmeden uydurma yapılan resimlere büyüklerin ismini koymak iftirâ olur. Allahü teâlâ bunlara tövbe etmek nasip eylesin! Medine-i münevverenin büyük âlimlerinden, hadis ilmi mütehassısı Seyyid İsmail efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, ulum-i müceddidiye kavuşmak için Medine-i münevvereden Hindistan’a kadar bu fakiri görmeye geldi. Bu zâtı (Asar-ı şerif)i [yani mukaddes emanetleri] ziyaret etmesi için büyük mescide [yani Asyanın en büyük camii olan Delhi’deki Şâh Cihan Camiine] gönderdim. Hemen geri gelip, orada Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” nurları bulunmakla beraber, putların zulmeti de duyuluyor dedi. Camideki vazifelilerden araştırdım. Odadaki bir sandıkta büyüklerin ismini taşıyan resimlerin bulunduğunu öğrendim. Seyyid İsmail efendinin, bu zulmetlerin tesiri altında kaldığını anlamış oldum. Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve alihi ve sellem”, hazret-i İbrahim aleyhisselâmın resmini gösterdiklerinde, mübarek eli ile bu resmi yırttı. Yusuf sûresinin 106. âyetinin, (Onların çoğu Allahü teâlâya îman ediyoruz derler. Fakat imansızdırlar. Başka şeylere ibâdet ederek müşrik olmuşlardır) meâl-i şerifi, bu hâli haber vermektedir. Horoz dövüştürmek, güvercinle oynamak gibi her oyun haramdır. Bir taşı yontarak, (Kadem-i şerif) adını takıp, Peygamberin ayağının izidir demek de resimlere, putlara tapınmak gibidir.
Nevruz günü [ve Noel gecesi] mecusiler gibi bayram yapmak, kâfirlere teşebbüh olur. Tarîkatçılar, şeyhler bu çirkin işleri yapınca müridlerine numune olur. Senet olur. Onlar da bu felakete, bu akıntıya kapılırlar. Hakiki müslümanlık, takvâ ile olur. Şirkten ve haramlardan sakınmakla olur. Kalpte hallerin hâsıl olması ve bazı şeylerin keşif olunması, görülmesi ve fen bilgilerinin dışında akılları şaşırtacak işlerin yapılması, kâfirlerde de hâsıl olur. Riyazetler çekmek, belli şeyleri ibâdet olarak yapmak, muska yazmayı, hastaları, büyülenmiş olanları okumayı, üflemeyi, sanat haline getirmek, din işleri değildir. Cahilleri, ahmakları toplamak ve dünyalık ele geçirmek için yapılmaktadır. İslamiyette bunların kıymeti ve ehemmiyeti yoktur. İslamiyette kıymeti olan ve ehemmiyeti olan ve insanı Allahü teâlâya yaklaştıran şey, ancak, Onun Resûlüne, Peygamberine “sallallâhü aleyhi ve alihi ve sellem” uymak, O yüce Peygamberin izinde bulunmaktır. Ashâb-ı kirâmın ve Ehl-i beyt-i ızamın “radıyallâhu anhüm” yolu budur. Kurân-ı Kerîm bu yolu göstermek için gönderilmiştir. Allahü teâlâ, hepimizi sevgili Peygamberinin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Ashâb-ı kirâmın ve Ehl-i beyt-i ızamın yolunda bulundursun! Âmin.
[(Dürr-ül-muhtar) 5. cilt, 481. sayfada diyor ki (Nevruz veya Mihrican [Martın ve Eylülün 20.] günlerinde, bunların isimlerini söyleyerek hediye vermek haramdır. Bu günleri bayram bilerek vermek, küfür olur. Bu günleri tazim ederek kâfire yumurta veren kâfir olur. Bu günlerde bir şey satın almak da böyledir. Her zaman aldığını satın alırsa, kâfir olmaz). (Bezzaziye) fetvasında diyor ki (Nevruz günü, mecusilerin bayramıdır. O gün, mecusilerin yanına gidip, onların yaptıklarını yapmak küfürdür. O gün, bayram yapan müslümanın imanı gider de haberi olmaz). Noel günü ve gecesinde ve kâfirlerin paskalya ve yortularında, onlar gibi bayram yapanın da kâfir olduğu bu fetvadan anlaşılmaktadır.
(Tefsir-i Mazhari)de, Mâide sûresinin 44. âyetinin tefsirinde buyuruyor ki (Hadis-i şerifte, (Îsâ aleyhisselâmın yaptığını yapmakta ben herkesten ilerideyim. Peygamberler “aleyhimüsselâm”, babaları bir olan kardeşler gibidirler. Anaları ayrıdır. Dinleri birdir) buyuruldu. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe “rahmetullâhi aleyh”, bu hadis-i şerife uyarak, önceki dinlerin, Muhammed “aleyhisselâm” tarafından değiştirilmemiş olan hükümleri ile amel etmemiz vâcibdir buyurdu. Yani, geçmiş dinlerin hükmü olduğu, âyet-i kerime veya hadis-i şerif ile bildirilmiş ve nesh edildiği bildirilmemiş olan hükümler ile amel edilir). Amel etmemiz lazım olan böyle hükümlerin hepsini, fıkıh âlimlerimiz tesbit etmişlerdir. Fıkıh âlimlerinin izin verdiklerinden başka olan ibâdetlerine uymamız câiz değildir. Çünkü, yahudilerin ve hristiyanların şimdi yapmakta oldukları ibâdetlerin bazısını, sonradan kendileri uydurmuşlardır. Bunlara uymamız, küfür veya haram veya mekruh olur. Doğruyu, yanlışı, fıkıh kitaplarından öğrenmeliyiz! İmâm-ı Şâfiî “rahime-hullahü teâlâ aleyh” ise, önceki dinlerin hiçbir hükmü, bizim için huccet olmaz buyurdu.
(Birgivi vasiyetnamesi) şerhi, 115 ve 202. sayfalarında diyor ki (Zünnar denilen papaz kuşağını bağlamak ve putlara, heykellere, mesela haç, salib denilen, Îsâ aleyhisselâmın asılmış hâli dedikleri, birbirine dik kesişen 2 çubuğa tapınmak, boynuna asarak tazim etmek ve İslamiyeti bildiren din kitaplarından birini tahkir etmek, İslam âlimlerinden birini istihza, alay etmek ve küfre sebep olan bir söz söylemek ve yazmak ve tazim etmemiz emrolunan bir şeyi tahkir ve tahkir etmemiz emrolunan bir şeyi tazim etmek küfürdür. Bunları yapanın imanı gider, kâfir olur. Fakat, büyük bir günah işliyen, bu işin fenâ olduğunu düşünür, yaptığına pişman olur, üzülür. Allahü teâlâdan utanırsa, imanı gitmez, kâfir olmaz. Îtikadı sahih olup küfür alâmeti olmayan büyük günahı işleyen kâfir olmaz. Bu günahına tövbe eder, Allahü teâlâdan afv dilerse, affolur. Tövbe etmeden ölürse, Allahü teâlâ dilerse, yine affeder. Dilerse, günahı kadar azap edip, sonra Cennete kor. Fakat imansız olarak ölen kâfir ve bidat sâhibi, ahirette hiç affolunmayacak, muhakkak Cehennemde yanacaktır. Kâfir, Cehennemden hiç çıkarılmayacak, bidat sâhibi, çıkarılacaktır).
İmanı olmayan kimsenin sonsuz olarak Cehennem ateşinde yanacağını Peygamber efendimiz haber verdi. Bu haber elbette doğrudur. Buna inanmak, Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna inanmak gibi lâzımdır. Sonsuz olarak ateşte yanmak ne demektir? Herhangi bir insan, sonsuz olarak ateşte yanmak felaketini düşünürse, korkudan aklını kaçırması lazım gelir. Bu korkunç felaketten kurtulmak çaresini arar. Bunun çaresi ise, çok kolaydır. (Allahü teâlânın var ve bir olduğuna ve Muhammed aleyhisselâmın Onun son Peygamberi olduğuna ve Onun haber verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğuna inanmak) insanı bu sonsuz felaketten kurtarmaktadır. Bir kimse ben bu sonsuz yanmaya inanmıyorum, bunun için böyle bir felaketten korkmuyorum, bu felaketten kurtulmak çaresini aramıyorum derse, buna deriz ki (İnanmamak için elinde senedin, vesikan var mı? Hangi ilim, hangi fen inanmana mâni oluyor?) Elbet vesika gösteremeyecektir. Senedi, vesikası olmayan söze ilim, fen denir mi? Buna zan ve ihtimal denir. Milyonda, milyarda bir ihtimali olsa da, (sonsuz olarak ateşte yanmak) korkunç felaketinden sakınmak lazım olmaz mı? Az bir aklı olan kimse bile böyle felaketten sakınmaz mı? Sonsuz ateşte yanmak ihtimalinden kurtulmak çaresini aramaz mı? Görülüyor ki her akıl sâhibinin îman etmesi lâzımdır. İman etmek için vergi vermek, mal ödemek, yük taşımak, ibâdet zahmeti çekmek, zevkli tatlı şeylerden kaçınmak gibi sıkıntılara katlanmak lazım değildir. Yalnız kalp ile ihlas ile samimi olarak inanmak kâfidir. Bu inancını inanmayanlara bildirmek de şart değildir. İmâm-ı Rabbânî “rahime-hullahü teâlâ” 73. mektupta buyuruyor ki (Sonsuz ateşte yanmaya inanmayanın, buna çok az da bir ihtimal vermesi, zannetmesi akıl icâbıdır). Sonsuz olarak ateşte yanmak ihtimali karşısında, bunun yegane ve katî çaresi olan (İMAN) nimetinden kaçınmak, ahmaklık, hem de çok büyük şaşkınlık olmaz mı?]