Hindistan’ın büyük âlimlerinden Abdullah-i Dihlevî “rahime-hullahü teâlâ”nın (Mekâtib-i şerîfe) kitabında 125 mektup vardır. 114.sü, Hacı Abdullah Buhârî’ye yazılmış olup Fârisîden Türkçeye tercümesi aşağıdadır:
Allahü teâlâda hiçbir noksanlık yoktur. O, hep doğru söyler, kullarına doğru yolu gösterir. Yüce önderimiz, sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafaya “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Onun Âline ve Ashâbına “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” bizden selamlar ve dualar olsun! Buradaki [yani Delhi şehrindeki] tarikatçılar, dileklere kavuşmak için Esmâ okuyorlar. Muska yazıyorlar. Böylece herkesi kendilerine çekiyorlar. Emirü’l-müminîn Ali “keremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini diğer 3 halifeden “radıyallâhu anhüm” daha üstün tutuyorlar. Bunlara (Şiî) denir. 3 halifeye ve Ashâb-ı kirâma düşman olanlara (Râfizî) denir.
[Hazret-i Ebû Bekr’in ve hazret-i Ömer’in ve hazret-i Osman Zinnureyn’in hazret-i Ali’den “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” daha üstün olduklarını (Ehl-i sünnet vel cemaat) âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ” çeşitli kitaplarında bildirmişler ve bunu âyet-i kerimelerle, hadis-i şeriflerle ve Ashâb-ı kiramın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” icmaı, yani, söz birliği ile ispat etmişlerdir. Bu kıymetli kitaplardan ikisi, Hindistandaki büyük âlimlerden Şah Veliyullah Muhaddis Dihlevî’nin “rahime-hullahü teâlâ” (İzâletü’l-hafa) ve (Kurretü’l-ayneyn) kitaplarıdır. Arabî ve fârisî karışık olup birincisi, Urdu diline tercümesi ile birlikte 1382 [m. 1962] de Pakistan’da basılmıştır. Büyük âlim İbni Hacer-i Mekkî’nin “rahime-hullahü teâlâ” (Es-savâiku’l-Muhrika) Arabî kitabı, İstanbul’da, ofset yolu ile bastırılmıştır. Bu kitabı okuyan insaflı bir müslüman, mezhepsizlerin yanlış yolda olduklarını iyice anlar. Bunlardan bir kısmı, bugün kendilerine (Caferî) diyorlar. (Biz 12 imamın yolundayız) diyerek gençleri aldatıyorlar. Halbuki 12 imamın yolunda olan müslümanlara (Ehl-i sünnet) denir. Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ”, (12 imamı sevmek, son nefeste iman ile ölmeye sebep olur) buyurmuşlardır.]
Cenaze alayları, devir yapmak için ziyafetler yaptırıyorlar. [Cemaat ile namaz kılmıyorlar. Câmilerde] Mevlüt cemiyetleri, ilâhîler, mersiyeler okutuyorlar. Tekkelerde çalgı, tambur dinliyorlar. Bunlar gibi daha nice bidatleri tarikat olarak yapıyorlar. Hatta, Hindistan’daki Cukiye ve Berehmen kâfirlerinin ibadetlerini de tarikate mâlediyorlar. Dünyaya düşkün olanlarla, fasıklarla birlikte bulunuyorlar. Namazda Kavmeye, Celseye ve cemaate, hatta Cuma namazına ehemmiyet vermiyorlar. Selef-i salihinin zamanlarında böyle şeyler hiç yoktu. Bunların hiçbiri İslamiyette yoktur. (Ehl-i Sünnet vel-cemaat) âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ” böyle bidatlerden kaçınırlardı. Allahü teâlâya şükürler olsun ki Ashâb-ı kirâmda “radıyallahü teâlâ anhüm” bu çirkin bidatlerin hiçbiri yoktu. Müslüman olmak isteyen ve Selef-i salihinin “rahime-hümullahü teâlâ” yolunda bulunmak isteyen kimsenin böyle tarikatçılardan kaçması lazımdır. Bunlar, din hırsızlarıdır. Allahü teâlânın kullarının dinlerini, imanlarını yıkıyorlar. Zikir ve diğer yaptıkları şeyler kalbi, nefsi harekete getiriyor. [Bunlarda, haller hareketler hâsıl olması değil, mâsivâdan temizlenmeleri lazımdır.] Keşfin [kerametin, kaybolan şeylerden haber vermenin ve cin ile konuşmanın] zaten İslamiyette kıymeti yoktur. Cukiye kâfirleri de, keşif ve keramet göstermektedir. Aklı olanların gözünü açması, doğruyu iğriden ayırması lazımdır. Hem dine sarılmak, hem de dünyaya düşkün olmak, bir insanda birlikte bulunamaz. Dünyalık ele geçirmek için dinini vermek, aklı olanın yapacağı şey değildir. Buhara şehrinin âlimleri, şeyhleri tevekkül sahibi idiler. Dünyaya düşkün değildiler. Ziyafetler vermek, dünyaya düşkün olanları toplamak, kalbi karartır. O büyükler böyle şeylerden kaçınırlardı. Onlar, Selef-i salihinin doğru olan itikadına, Resûlullahın sünnetine sarılmışlardı. Her işlerinde Azimet yolunu tutmuşlardı. Bidatlerden sakınırlardı. Haram ve mekruh yollardan gelen şeylerden kaçınırlardı. Harama sebep olan mubahlar da haram olur. Zikr-i hafi, yani sessiz zikretmek, (Zikir-i cehri) den, yani sesle zikretmekten daha efdaldir. Böyle zikir ederlerdi. Hadis-i şerifte bildirilen (ihsan) mertebesinde idiler. Kalpleri hep feyiz kaynağına [yâni Allahü teâlâya] karşı idi. Böyle olan tasavvuf büyüğünün teveccühüne kavuşan sâdık, halis bir kimsenin kalbi, hatta bütün latifeleri hemen zikir etmeye başlar. Huzura, yani Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin kalpte bulunmamasına ki buna (Müşâhede) de denir ve cezbelere, vâridât denilen feyizlere, yani zâhirini ve bâtınını nurların kaplaması gibi nimetlere kavuşur. Mürşidinin kalbinden feyiz alanın kalbine Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin düşüncesi gelmez. Bütün âzâsı sünnete uygun ve azimet ile hareket eder. Bu nimetler ne büyük saadettir. Ya Rabbi! Sevgili Peygamberin Muhammed Mustafa hürmetine ve O yüce Peygamberin yolunda bulunan meşayih-i kirâm hürmetine, bu çok kıymetli nimet ile bizleri rızklandır. İmam-ı Rabbânî, müceddid-i elf-i sânînin feyizleri, insanın bütün latifelerini bu nimete kavuşturmaktadır.