Sual: Vehhabilerin Fethü’l-mecid kitabının 300. sayfasında, (Kerâmet, Allahü teâlânın mütteki olan müminlere ihsan ettiği bir şeydir. Duâ veya ibâdet edince ihsan eder. Velînin dileği ve gücü ile olmaz. Ben Veliyim, gaybleri bilirim diye ortaya çıkanlar, Velî değildir, şeytandırlar) diyor. Bu sözleri doğru mudur?
Cevap: Kitabın müellifi, burada doğruyu inkâr edememektedir. Fakat, Evliyânın kerâmet sattığını söylemesi yalandır. Evliyâyı ve tasavvufu inkâr etmek için, yalan söylemekten çekinmemektedir. Evliyâlığı ve kerâmeti bilmediği için, zındıkların, dinsizlerin bozuk, iğrenç sözlerini tasavvuf büyüklerine bulaştırıyor. Bakınız, tasavvuf büyükleri, evliyâlığı ve kerâmeti, nasıl açıklamışlardır. Büyük İslam alimi, Evliyânın önderi, Muhammed Mâ’sûm “rahime-hullahü teâlâ” Mektûbât kitabının 1. cildi, 50. mektubunda buyuruyor ki:
Allahü teâlâyı tanımak, keşif ve kerâmet sâhibi olmaktan daha kıymetlidir. Çünkü, Allahü teâlâya ârif olmak, Onun zatındaki ve sıfatlarındaki gizli bilgileri anlamak demektir. Harika ve kerâmet ise, mahlukların gizli bilgilerini anlamaktır. Allahü teâlâyı tanıyıp mârifet hâsıl etmek ile harika, kerâmet arasındaki fark, Hâlik ile mahluk arasındaki fark gibidir. Mârifet, Allahü teâlâyı tanımaktır. Harika ve kerâmet ise, mahlukları tanımaktır. Doğru olan mârifetler, imanı arttırır, olgunlaştırır. Harika ve kerâmet, böyle değildir. İnsanın yükselmesi, kerâmete bağlı değildir. Şu kadar var ki Allahü teâlânın çok sevdiği kullarından birçoğunda kerâmet hâsıl olmuştur. Evliyânın birbirlerinden üstünlükleri, Allahü teâlâya olan mânevî kurbları, mârifetleri ile ölçülür. Kerâmetleri ile ölçülmez. Harikalar, kerâmetler, mârifetten daha kıymetli olsalardı, Cukıye ve Berehmen denilen Hind kâfirlerinin, Evliyâdan daha üstün olmaları lazım gelirdi. Çünkü onlar, riyâzet çekerek nefsin isteklerini yapmıyorlar. Böylece, kendilerinden harika hâsıl oluyor. Evliyâda ise, kurb, mârifet hâsıl olmuştur. Harika hâsıl olmasını istemezler. Allahü teâlâyı tanımak varken, mahlukları tanımak istemezler. Harika ve kerâmet, açlıkla ve riyâzet ile her alçak kimsede hâsıl olabilir. Bunun Allahü teâlâya karib olmakla, tanımakla bir ilgisi yoktur. Keşif ve kerâmet istemek, mahluklarla uğraşmak demektir. Şiir:
Uğursuz, lain şeytandan,
harikalar görünür her ân.
Girer kapıdan, hem bacadan,
beden, kalp, olur ona vatan.
Tasavvuf sözlerini anma!
Nurdan, kerâmetten dem vurma!
Kerâmet, Hakka kul olmaktır,
gerisi, riya, ahmaklıktır!
İnsanın kemâli, yüksekliği, fenâya kavuşmak, her şeyi gönülden çıkarmaktır. İbadetleri yapmak, tasavvuf yolunda yürümek ve nefse riyâzet çektirmek, insanın kendi hiçliğini anlaması ve varlığın ve varlık sıfatlarının yalnız Allahü teâlâya mahsus olduğunu anlaması içindir. Bir kimse, kerâmet göstererek, herkesi yanına toplamak, böylece başkalarından daha üstün tanınmak isterse, kibir yapmış, kendini beğenmiş olur. İbâdetlerin, seyr ve sülûkün ve riyâzet çekmenin faydalarından mahrum olur. Allahü teâlânın mârifetine kavuşamaz.
Tasavvuf büyüklerinden Şihâbüddîn-i Sühreverdî “rahime-hullahü teâlâ” Avârifü’l-meârif kitabında buyuruyor ki kerâmetler, kalbin Allahü teâlâyı zikretmesi yanında hiç kalır. [Şihâbüddîn Sühreverdî, Abdülkâdir Geylânî’nin “rahime-hullahü teâlâ” talebesidir.] Şeyhulİslam Abdullah-i Hirevi “rahime-hullahü teâlâ” buyuruyor ki mârifet sâhibi olanların firaseti, yani kerâmeti, Allahü teâlânın mârifetine kavuşmaya elverişli olup olmayan kalpleri birbirlerinden ayırabilmektir. Açlık ve riyâzet çekenlerin firaseti ise, mahlukların gizli şeylerini haber vermektir. Bunlar, Allahü teâlânın mârifetine kavuşamazlar. Mârifet sâhibi olan Evliyâ “rahime-hümullahü teâlâ” hep Allahü teâlâdan söz ederler. İnsanlar, mahlukların gizli şeylerini haber verenleri Velî sanırlar.
[Nitekim, kitabın müellifi de, Evliyâ deyince, böyle kimseleri düşünmekte, bu aşağı kimseleri örnek vererek, İslam âlimlerini, tasavvuf büyüklerini kötülemektedir.]
Evliyâ-yı kirâmın “rahime-hümullahü teâlâ” Allahü teâlânın mârifetlerinden söylediklerine inanmazlar. Bunlar Velî olsalardı, mahlukların gizli şeylerini bilirlerdi. Mahlukların gizli şeylerini bilemeyen, Allah’ı hiç bilemez derler. Bu bozuk düşünce ile Evliyâya “rahime-hümullahü teâlâ” inanmazlar. Allahü teâlâ, Evliyâsını çok sevdiği için, bunları mahluklarla uğraşmaya bırakmaz. Mahlukları bunların hatırlarına bile getirmez. Allah adamları, mahluklara düşkün olanları beğenmedikleri gibi, mahluklara düşkün olanlar da, Allah adamlarını tanıyamaz ve beğenmezler. Allah adamları, mahlukların gizli şeylerini düşünürlerse, başkalarından daha iyi anlar.
Riyâzet çekenlerin ve mücâhede yapanların firasetleri kıymetsiz olduğu için, müslümanlarda, yahudilerde, hristiyanlarda ve her çeşit insanda hâsıl olabilir. Yalnız Allah adamları için değildir. Şeyhul İslam Hirevi’nin sözü burada tamam oldu. [Abdullah-i Ensârî, 481 [m. 1088] de Hirat’ta vefât etti.]
Allahü teâlâ, faydalı olacağı zaman, Evliyâsının harika göstermesini diler. Mârifetleri işiten kötü kimselerin, bunları söyleyerek, kendilerini Evliyâ imiş gibi göstermeleri, bu mârifetleri lekeliyemez. Cevher çöplüğe düşerse, kıymetten düşmez.
Tasavvuf yolunda Rehber lâzımdır. Feyiz Rehber vasıtası ile gelir. Rehber doğru değilse, yol bulunamaz. Ashâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” sohbeti bereketi ile tasavvufun yüksek derecelerine vardılar. 50. mektuptan tercüme tamam oldu.
51. mektupta buyuruyor ki (Zariyat) sûresi 56. âyetinde meâlen, “Cinni ve insanları bana ibâdet etmeleri için yarattım” buyuruldu. Tasavvuf büyüklerinden birkaçı, bu âyet-i kerimeden (Beni tanımaları için yarattım) anlamışlardır. İyi düşünülürse, 2 anlayış da birdir. Çünkü, ibâdetlerin en iyisi, zikir yapmaktır. Zikrin en yüksek derecesi, zikir olunanı düşünmekten, kendini unutmaktır. Bu ise, mârifet demektir. Görülüyor ki ibâdetin en yüksek derecesinde mârifet hâsıl olmaktadır. Âyet-i kerimede, nefs ve şeytan karışmadan, ihlas ile ibâdet yapılması emrolunmaktadır. Bu da, fenâya kavuşmadan ve mârifetsiz yapılamaz. Görülüyor ki mârifetsiz ibâdet halis olamaz.
İmâm-ı Rabbânî, müceddid-i elf-i sani, Ahmed Fârukî Serhendî “rahime-hullahü teâlâ” Mektûbât’ın 2. cildinin 92. mektubunda buyuruyor ki: Velînin [yani, Allahü teâlânın râzı olduğu, sevdiği kimsenin] kerâmet göstermesi şart değildir. Âlimlerin harika ve kerâmet göstermeleri lazım olmadığı gibi, Evliyânın “rahime-hümullahü teâlâ” da, kerâmet ve harika göstermeleri lazım değildir. Çünkü, evliyâlık, (Kurb-i ilâhî) demektir.
[Yani, Allahü teâlâya yaklaşmak, Ona ârif olmak, Onu tanımak demektir. 266. mektupta diyor ki Zariyat sûresinde, “Cinni ve insanları, bana ibâdet etmeleri için yarattım” mealindeki âyet-i kerime, bana ârif olmaları için yarattım demektir. Görülüyor ki insanın ve cinnin yaratılmaları, Allahü teâlânın kemâlâtına mârifet hâsıl etmeleri içindir. Onu tanımakla kemâl bulmaları içindir.]
Bir insana kurb-ı ilâhî ihsan olunur. Fakat hiç kerâmet verilmez. Mesela, kaybolan şeyleri bilmez. Bir başkasına, hem kurb, hem de kerâmet verilir. Bir üçüncüye ise, kurb verilmeyip, yalnız harika şeyler, gayblardan haber vermek bildirilir. Bu 3. kimse, Velî değildir. İstidrâc sâhibidir. Nefsinin cilalanması, gaybları bilmesine sebep olmuş, dalâlete düşmüş, hak yoldan ayrılmıştır. 1. ve 2. kimseler, kurb nimetine kavuşmakla şereflenerek, Evliyâ olmuşlardır. Evliyânın birbirlerinden yükseklikleri, kurblarının derecesi ile ölçülür.
Muhammed Mâ’sûm-ı Fârukî “rahime-hullahü teâlâ” 1079 [m. 1668] senesinde, Hindistan’ın Serhend şehrinde vefât etti. (Mektûbât) ının 2. cildinin 140. mektubunda buyuruyor ki: (Hadis-i kudside, “Evliyâmdan birine düşmanlık eden, benimle harp etmiş olur. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında bana en sevgili olanları, ona farz ettiğim şeylerdir. Kulum nâfile ibâdetleri yapmakla bana o kadar yaklaşır ki onu çok severim. Onu sevince, onun duyan kulağı, gören gözü ve tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Her istediğini veririm. Benden yardım isteyince, imdadına yetişirim” buyuruldu. [Bu hadis-i kudsi (Hadika) nın 182. sayfasında de yazılıdır ve (Buhârîyi şerif) de mevcûd olduğunu bildirmekte ve (Burada zikir olunan nâfileler, farzlarla beraber yapılan nâfilelerdir. Bu kulumun gözüne, kulağına, eline, ayağına öyle kuvvet veririm ki başkalarının yapamadıklarını ihsan ederim demektir) buyurmaktadır. Bu ihsana kavuşabilmek için, Ehl-i sünnet îtikadında olmak ve ibâdetleri şartlarına uygun olarak ve ihlas ile yapmak lâzımdır. Bu doğru îtikat ve ibâdetlerin şartları ve ihlas da, ancak Ehl-i sünnet âlimlerinin sohbetlerinden ve kitaplarından elde edilir. Hülâsa, insanı Allahü teâlânın rızasına kavuşturan (Vesile), Ehl-i sünnet âlimleridir. Bu âlimlere (Mürşid) ve (Velî) denir. Bu vesileyi, yani mürşidi arayıp bulmamızı Allahü teâlâ Mâide sûresinde emretmektedir.] Farzların kurb hâsıl etmeleri için ve terakkî ettirmeleri için, amâl-i mukarribinden olmaları lâzımdır. Bunun için de mürşidlerin bildirdikleri nâfile ibâdetleri yapmak şarttır. Namaz için, önce abdest almak lazım olduğu gibi, farzların da kurb hâsıl etmeleri için, önce tasavvuf yolunda ilerlemek lâzımdır. Kalp ve ruh, tasavvuf [mütehassıslarının, yani Rehberin bildirdiği vazifeyi yapmak] ile temizlenmedikçe, farzların kurbuna kavuşulamayıp, Velî olmak şerefi hâsıl olamaz.)
Hadis-i şerifte, “Unutulmuş bir sünnetimi ihya edene 100 şehit sevâbı vardır” buyuruldu. Unutulmuş sünneti ihya etmek, ya onu yapmakla olur. Yahut, hem yapmak, hem de başkalarına öğreterek, onların da yapmalarına sebep olmakla olur. İslamiyeti ihya etmenin bu 2. şekli, alâ şeklidir. Umumî olan birinci şekilden daha kıymetlidir. [Sünneti alâ şekilde ihya edenlere, yani Ehl-i sünnet îtikadını, farzları, haramları, sünnetleri, mekruhları, kısacası (İlmihal) kitaplarını yazanlara, yayanlara ve bunlara para yardımı yapanlara ve kendileri de bunlara tâbi olanlara müjdeler olsun!]
Allahü teâlânın rızasına kavuşmak ve kurb derecelerinde ilerlemek, ancak sünnete [yani Resûlullahın yoluna] yapışmakla olur. Âli-i İmrân sûresinin 31. ayeti olan, (Onlara de ki Allah’ı seviyorsanız, bana tâbi olunuz! Allah da sizi sever) mealindeki emir, bu sözümün vesikasıdır. [Hadis-i şerifteki sünnet kelimesinin İslamiyet, yani bütün ahkâm-ı İslâmiyye demek olduğunu bu âyet-i kerime açıkça göstermektedir.]
Bidatten çok sakınmalıdır. Bidat sâhibi ile arkadaşlık etmemeli, onunla görüşmemelidir. [Yani îtikadı bozuk olan müslümanlarla, mezhepsizlerle ve bidat işliyenlerle konuşmamalıdır. Mesela, sakalı bir tutamdan kısa yapanın, sakal bırakmak sünnetini yerine getirdiğini söylemesi, bidattir. Çünkü, (sakalı çok uzatmak) emrolundu. Bu emrin, bir tutamdan kısa yapmayınız demek olduğu (Berika)da ve başka kitaplarda yazılıdır. Bir tutam demek, sakalı alt dudak kenarından avuçlayıp, avuçtan taşan fazlasını kesmektir. (Bidat), emrolunmayan şeyi veya emri değiştirerek, ibâdet olarak yapmak demektir. Emri yapmamak, bidat olmaz. Fısk, günah olur. Fasık, ibâdet yaptığına değil, suçlu olduğuna inanmaktadır. Özürsüz sakal kazımak, bidat değildir, fısktır, suçtur. Özür ile kazımak, fısk da değildir. Bidat işlemek, en kötü fısktır. Adam öldürmekten de daha büyük günahtır. Hoparlör ile ibâdet yapmak, çalgı ile ney ile Kuran, salavât, ezan ve ilâhî okumak ve böyle zikir yapmak da bidattir. Bazı bidatler, küfre sebep olurlar. Bidat işleyen ve başkalarının işlemesine sebep olan kimseyi din adamı sanmamalı, ona bir şey sormamalı, onun din kitaplarını okumamalıdır.]
Hadis-i şerifte, “Bidat sahipleri, Cehennemdekilerin köpekleridir” buyuruldu.
Muhammed Mâ’sûm-i Fârukî “rahime-hullahü teâlâ” 2. cildin 113. mektubunda buyuruyor ki: Kalp ile yapılacak vazifeler 5 çeşittir:
Birincisi, Allahü teâlânın ismini zikretmektir. İnsanın yüreğinde kalp [gönül] denilen bir latîfe vardır. [Latîfe, maddesi olmayan, cisim olmayan şey demektir. Ruh da bir latîfedir.] Sessiz olarak, hayal ile kalpte Allah, Allah denir.
2. vazife, yine hayal yolu ile Kelime-i tevhidi zikretmektir. Her 2 zikirde de hiç ses çıkarılmaz.
3. vazife, (Vukuf-i kalbi) dir. Bu da, hep kalbini düşünüp, Allahtan başka, hiçbir şey hatırlamamak için dikkatli olmaktır. Kalp denilen latîfe hiç boş kalamaz. Mahlukların düşüncelerinden temizlenen kalp, kendiliğinden Allahü teâlâya teveccüh eder. [Boşaltılan bir şişeye havanın kendiliğinden dolması gibidir.] (Kalbini düşmandan boşalt! Dostu kalbe çağırmaya lüzum kalmaz) demişlerdir.
4. vazife, (Murakaba) dır. Buna (Cemiyet) ve (Agahi) de denir. Allahü teâlânın, her ân, her şeyi gördüğünü, bildiğini hep düşünmektir.
5. vazife (Râbıta) dır. Resûlullaha “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” tam uyan bir Zâtın karşısında olduğunu, onun yüzüne baktığını düşünmektir. Böyle düşünmek, ona karşı hep edebli olmayı sağlar. Edep ve sevgi, kalpleri birleştirir. O Zâtın kalbinden, kendi kalbine feyiz, bereket akmasına sebep olur. Bu 5 vazifeden en kolayı, en faydalısı rabıtadır. Resûlullaha tam tâbi olmayan kimse, kendisine râbıta yaptırırsa, ikisine de zarar verir.
İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, 1. cildin 286. mektubunda buyuruyor ki: Tasavvuf yolunda ilerlemek için, kâmil ve mükemmil, yolu bilen bir Rehberin teveccühü, rehberlik etmesi lâzımdır. Böyle hakiki bir Rehber bulmak, çok büyük nimettir. Ona istidadına uygun olan bir vazife verir. İstidadına göre, hiç vazife vermeyip, yalnız sohbetinde bulunmasını kâfi görmesi de câizdir. Onun haline uygun gördüğünü emreder. Rehberin sohbeti ve teveccühü, diğer vazifelerden daha faydalıdır.
5. vazife ve Rehberin sohbeti, Resûlullaha “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” uymayı kolaylaştırmak içindir. İslamiyete uyulmadıkça, bu vazifeler ve sohbet fayda vermez.
Yukarıda bildirilen çeşitli mektuplardan anlaşılıyor ki insanların 1. vazifesi, Allahü teâlânın kurbuna, yani mârifetine, rızasına, sevgisine kavuşmaktır. Bunun da tek yolu, Resûlullaha uymak ve bidatlerden sakınmaktır. Resûlullaha kolay ve doğru uyabilmek için ihlas lâzımdır. İhlas ile yapılmayan ibâdetler faydalı olmaz. Kabul edilmez. Kurb nimetine kavuşturmaz. İhlas elde etmek de, tasavvuf yolunda çalışmakla nasip olur. Görülüyor ki tasavvufun bildirdiği vazifeleri yapmak, ibâdetlerin ihlas ile yapılması ve kabul olması içindir. Makbul olan ibâdetler de, insanı Allahü teâlânın kurbuna, mârifetine, rızasına kavuşturur. Ashâb-ı kirâmın hepsi, sohbet ve râbıta vazifelerini yaparak, ihlasın en üstün derecesine kavuştular. Onların bir avuç arpa sadaka vermelerinin kıymeti, başkalarının dağ kadar altın vermelerinden katkat ziyâde oldu. Görülüyor ki tasavvuf yolu, bidat değildir. İslam dininin temellerinden biridir. Ashâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în”, tasavvuf yolunda bulunan vazifeleri yapmışlar, bu sayede, bu ümmetin en üstünleri olmuşlardır.
Tavsiye Yazı –> İhlas nasıl elde edilir?