Sual: Fıkıh kitaplarının zekat bahislerinde geçen “aşir” kime denmektedir? İslam hukukunda aşirin vazifeleri ve mesuliyetleri nelerdir?
Cevap: Şehir dışında durup, rastladığı tüccardan ticâret malı zekâtını toplayan kimseye denir. Lügatte, onuncu, onda bir alan, toplayan demektir. Âşîrin çoğulu, uşşârdır. Istılahî (dindeki) mânâsı; şehir dışında yol üzerinde durup, tüccardan, ticâret mallarının zekâtını, yâni öşrünü alması için hükümet tarafından tâyin olunan me’mûrdur.
Zekât hayvanları ile toprak mahsûllerinin zekâtını yerinde toplayan kimseye de Sâî denir. Sâî ile âşirin ikisine birden âmil denir. Âmil, İslâm târihinde sık geçen bir ünvan olup, muhtelif İslâm devletlerinde ve farklı devirlerde değişik mânâlarda kullanılmıştır.
Âşirin, müslüman tüccardan aldığı öşür, zekâttır. Zekât, vergi değildir. Burada kasdedilen öşür, kelimenin lügat mânâsından anlaşılan onda bir mikdar olmadığı gibi, toprak mahsûllerinden alınan öşür de değildir. Müslümandan alınan öşür, zekât olduğu için, zekâtın verildiği kimselere verilir. Hükümetin âşirlerle zekâtı toplaması, müslüman tüccarın bu ibâdeti yapmasına yardımcı olmak içindir.
Aşirler, İslâm devletinde yaşayan zımmî (gayr-i müslim vatandaş) ve harbî (İslâm hükümetinden izin alarak müslüman memleketine giren kâfir) tüccarın, her çeşit ticâret malından da vergi alırlar. Zımmîden alınan cizyedir. Harbîden alınanlar ise, gümrük vergisi durumundadır. Her ikisi de cizyenin sarfedildiği yerlere sarf edilir.
Abdülmelik bin Cüreyc, Amr bin Şuayb’dan rivayet ederek şöyle anlattı: “Harbî olan Menbiç halkı, hazret-i Ömer’e mektup yazarak, “Bize, memleketine girmemize müsâde et. Ticâret yapalım. Biz kazanır size de vergi veririz” dediler. Bunun üzerine hazret-i Ömer, Eshâb-ı kiramı toplayıp, mes’eleyi istişare etti. Muvafık görülünce, gümrük vergisi almaya karar verdiler.” Bu itibarla harbîlerden ilk gümrük vergisi, hazret-i Ömer zamanında alındı.
Ziyâd bin Hudayr (ranh) anlattı ki: “Halîfe hazret-i Ömer’in öşür almak için tâyin ettiği şahıslardan biri de benim. Bana kimseyi teftiş etmememi emretti. Ben de tüccarın bana gösterdiği mallardan, müslümanlardan 40’ta, zımmîden 20’de, harbîden de 10’da 1 aldım.”
Ebû Mûse’l-Eş’arî (radiyallahu anh), hazret-i Ömer’e şöyle bir mektup yazdı: “Bu taraflarda bâzı müslüman tüccarlar, düşman memleketlerine gidiyorlar. Orada onlardan vergi alınıyor!…” Bunun üzerine halîfe Ömer (radiyallahu anh); “Müslüman tüccardan aldıkları kadar, sen de onların tüccarından al” diye mektup yazdı.
Esedî’den rivayet edildiğine göre; “Hazret-i Ömer, Ziyâd bin Hudayh (radiyallahu anh) Irak ve Şam taraflarına âşir olarak vazifelendirmişti. Ziyâd (radiyallahu anh), vazife mahallinde iken, Benî Taglibli hristiyan Arablardan birisi, atı ile yanına uğradı. Ata 20.000 dirhem takdir ettiler. Ziyâd (radiyallahu anh), adama; “İster atı bana ver, 19.000 dirhem al. İstersen at sende kalsın, vergisi olan bir dirhemi ver” dedi. Adam, bin dirhem ödemeyi tercih etti ve gitti. Aynı sene içinde o şahıs, yine Ziyâd’ın yanına uğradı. Ziyâd bin Hudayr, ondan bir dirhem daha istedi. Taglibli hristiyan; “Her uğradığımda benden bin dirhem mi alacaksın?” diye sordu. O da; “Evet” dedi. Bunun üzerine o şahıs, hazret-i Ömer’e gitti. Halîfe’yi Mekke-i mükerremede bulup huzuruna çıktı. Halîfe; “Sen kimsin?” diye sorunca, o şahıs kendini tanıttı ve şikâyetini arz etmeye başladı. Halîfe; “Kâfi” buyurdu. Başka bir şey söylemedi. O kimse, tekrar Ziyâd’ın yanına geldi. Halîfe’nin mektubu, o hristiyandan daha önce gelmişti. Hazret-i Ömer’in mektubunda; “Yanına varıp vergisini veren o şahıstan, gelecek senenin aynı gününe kadar tekrar uğrarsa, bir şey alma” yazılıydı. Ziyâd bin Hudayr (radiyallahu anh), gelen hristiyana çok ilgi gösterdi. O kimse, müslümanların Halîfe’ye karşı hürmetlerine ve İslâm’ın adaletine hayran kalarak; “Allah’a yemîn ederim ki, sana gönül rızâsı ile 1.000 dirhemi zâten verecektim. Bunu almayıp bir senenin dolmasını beklediniz, islâm’ın adaletine hayran oldum. Kendi dînimi bıraktım. Sana bu talimatı yazan o büyük zâtın dînine girdim, müslüman oldum” dedi.
Bir kimse âşir tâyin edilirken şu şartlar aranır:
1-Hür olmalıdır. Köleden zekât me’mûru olmaz. Çünkü köle, başkasına velî olma hakkına sahip değildir.
2-Müslüman olmalıdır: Aşir kâfirden olmaz. Çünkü kâfir, müslümana velî olma hakkına sahip değildir. Bu husus; “Allah, kâfirler için mü’minler azerine hüccetle galebeye asla yol vermez” meâlindeki Nisa sûresinin, 141. âyet-i kerîmesi ile sabittir. Bahru’r-râik’de şöyle buyurulur:
“Me’mûr tâyin etmekte, me’mûra tazim ve hürmet vardır. Ulemâ (İslâm âlimleri), müslüman olmayanı tazim ve hürmetin, onlara kıymet vermenin haram olduğunu bildirmişlerdir.” Şürnblâlî (radiyallahu aleyh) buyurdu ki: “Mekkâsın zemmine dâir gelen hadîs-i şerîflerden, zamânımızdaki zâlim olan âşirler kasdedilmektedir.” İbn-i Âbidîn hazretleri buyuruyor ki:
“Yahûdî ve kâfirler şöyle dursun, fâsık, bozuk kimselerin me’mûr tâyin edilmesi bile haramdır.
Siyer-i Kebîr şerhinde bildirildiğine göre; hazret-i Ömer, Sa’d bin Ebî Vakkâs’a yazdığı bir mektupda; “Müşriklerden hiç birini müslümanlar üzerine kâtip edinme. Çünkü onlar, dinlerine göre rüşvet alırlar. Hâlbuki dînimizde rüşvet yoktur” buyurdu.
İmâm-ı Ahmed bin Hanbel (radiyallahu aleyh), sahîh bir senedle Ebû Mûse’l-Eş’arî’nin (radiyallahu anh) şöyle anlattığını nakletti. Hazret-i Ömer’e; “Benim hristiyan bir kâtibim var” demiştim de, bana; “Sana ne oluyor ki, müslüman birisini kendine kâtip yapmıyorsun?” buyurdu. Sonra; “Ey îmân edenler! Yahudilerle hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır. İçinizden kim onları dost ve yardımcı edinirse, o da onlardandır. Allahü teâlâ, düşmana dostluk etmekle nefslerine zulmedenleri hak yoluna eriştirmez” meâlindeki Mâide sûresinin 51. âyet-i kerîmesini okuyup; “Allahü teâlâ böyle buyurmuyor mu?” dedi. Ben; “Ey mü’minlerin emîri! Dîni onadır. Bana yazısı lâzımdır” dedim. O zaman, hazret-i Ömer bana; “Madem ki, Allahü teâlâ onları aşağıladı, ben onlara ikram edip, kıymet veremem. Madem ki, Allahü teâlâ onları zelîl, hor ve hakîr tuttu, ben deazîz tutamam. Madem ki, Allahü teâlâ onları kendisinden uzak tuttu, ben de yakın tutamam” buyurdu. Bunun üzerine ben; “Fakat Basra’nın işi onunla yürüyor, o olmazsa yürümez” diye arzettim. Bu söze karşılık, hazret-i Ömer; “Ya o hristiyan ölürse, ondan sonra ne yapacaksın? İşte bundan dolayı şimdilik onu bir miktar çalıştır. Ancak sen, onu aratmayacak birini yetiştir!” buyurdu.
3-Aşir, yol emniyetini te’min edebilmeli, tüccarın mallarını himayeye, korumaya muktedir olmalıdır. Çünkü hükümetin ticâret mallarından öşür alması, böyle bir yetkiye sâhib olması, tüccarın malını hırsızlardan ve yol kesicilerden koruması sebebiyle meşru olmaktadır. Bu sebeple âsîler bir kasaba veya köyü istilâ edip, onlardan öşürlerini alırlarsa, bilâhare hükümet tarafından geri alındığında 2. defa öşür alınmaz.
4-Aşir, Hâşimî olmamalıdır: Zekât, Hâşimoğulları ve onların âzâd ettikleri köle ve cariyelere verilmez. Nitekim bir hadîs-i şerîfde; “Sadaka (yâni zekât) almak, şüphesiz Muhammed’in (aleyhisselâm) âline lâyık değildir. Çünkü sadakalar, insanların kirleri olup, onların günahlarından temizlenmelerine vesiledir” buyrulmuştur. Benî Hâşim’den murâd, Peygamber efendimizin amcası Ebû Tâlib’in oğulları olan; Ali, Ca’fer, Âkil ve Haris (radiyallahu anhüm ecmaîn) evlâd ve torunlarından ibarettir. Hâşimoğullarının diğer kolları böyle değildir.
Bunların âzâdlı kölelerine gelince, bunlarda kendilerini âzâd edenlere tabidirler. Onlardan sayılırlar. Çünkü hadîs-i şerîfde; “Bir kavmin âzâdlısı, onlardandır. Bizim sadaka almamız helâl değildir. O hâlde âzâdlılarımız da sadaka alamazlar” buyruldu.
Aşir (öşür me’mûru) zekât verilen 8 sınıftan biridir. Bu sebeple, âşirin aldığı bedelde, hem ücret ve hem de zekât şüphesi vardır. Onun için Gaye adlı fıkıh kitabında âşirin, Hâşimî olmaması şart koşulmuştur.
Ancak Nihâye ve diğer kitaplarda şöyle buyrulmuştur: “Hâşimî birisi zekât me’mûru olarak tâyin edilirse, zekâttan bir şey almaması gerekir. Yâni zekâttan alması ona helal değildir. Fakat zekât toplamak için me’mûr tâyin edilip, maaşı zekâttan başka bir şeyden verilirse, bunda beis yoktur.”
Bu şartları hâiz olan âşirin müslüman ve zımmî tüccarın elinde bulunan maldan öşür alabilmesi için; zekât nisabını doldurması, üzerinden bir kamerî sene geçmesi, ticâret için olması ve tüccarın kendi malı olması lâzımdır. Bu şartlardan biri eksik olursa, o maldan öşür alınmaz. Borcu, mevcut malından çok olan müslüman ve zımmî tüccardan birşey alınmaz. Harbî böyle değildir. Borcunun çok olması veya elindeki malın kendisine âid olup olmamasına bakılmaz, gümrük vergisi alınır. Çünkü bu vergi, ondan, himaye edilmesine karşılık alınır. Harbînin yanındaki mal, ticâret için olsa da, olmasa da nisâb mikdârmı dolduruyorsa vergi alınır, doldurmuyorsa alınmaz. Ayrıca harbînin, İslâm memleketine ilk geldiğinde malı üzerinden bir sene geçmesi şartı da yoktur. Bundan sonra bir sene geçmedikçe 2. defa vergi alınmaz. Vergi alındıktan sonra kendi memleketine giden harbî, vergi verdiği günden bir sene geçmeden tekrar İslâm ülkesine gelirse yine gümrük vergisi alınır.
Nisâb mikdârı, malının kıymeti 96 gram altının kıymetine ulaşan veya daha fazla olan mikdârdır.
Âsir, yoldan geçen tüccardan, yanındaki malın ticâret malı olup olmadığını, yanında bir sene kalıp kalmadığını, zekât nisabını doldurup doldurmadığını sorar. Aldığı cevaplar müsbet ise müslümanın malından 40’ta 1, zımmîden 20’de 1 alın Harbîden ise, harbînin memleketine eman ile giren müslüman tüccardan onlar; 40’ta 1 alıyorsa 40’ta 1, 10’da 1 alıyorsa onda bir, yâni onların aldıkları kadar vergi alınır. Şayet, ne kadar alındığı bilinmezse, harbîden onda biri alınır.
Harbîden onda bir alınması hususunda delîl, hazret-i Ömer’in tatbîkâtıdır. Ömer (radiyallahu anh), âşirleri tâyin edince, onlara; “Müslümanlardan 40’da, zımmîden ise 20’de 1 alınız” buyurdu. “Harbîden ne kadar alalım?” dediklerinde; “Onların bizim tüccarımızdan aldıkları kadar” buyurdu. “Onların bizim tüccarımızdan ne kadar aldıklarını bilmezsek” dediklerinde; “O zaman, onda bir alınız” buyurdu. Hazret-i Ömer’in bu emri, Eshâb-ı kiramın huzurunda vuku buldu. Onlardan hiç birisi buna muhalefet etmedi. Böylece bu hususda, Eshâb-ı kiramın icmâ’ı hâsıl oldu. Eğer harbînin memleketinde müslümanlardan herhangi bir vergi almazlarsa, harbî, dârülİslâm’a gelince da ondan bir şey alınmaz. Çünkü müslümanlar, böyle güzel muamelelerde bulunmaya, müslüman olmayanlardan daha lâyıktır.
Eğer harbînin memleketinde müslüman tüccarın mallarının hepsi alınıyorsa, dâr-ül-İslâm’da onlardan mallarının hepsi alınmaz. Bilakis harbîye verilen emân yâni emniyetini te’min etme hususunda verilen sözde durmuş olmak için, onu memleketine ulaştıracak mal kendisine bırakılır. Malları zekâttaki nisâb mikdârmı bulmuyorsa, onlar memleketlerinde müslüman tüccarların nisâbdan az olan mallarından dahi vergi alsalar, harbîlerden bir şey alınmaz. Nisâbdan az maldan vergi almak zulümdür. Az mal ekseriyetle nafaka için hazırlanır. Ondan vergi almak, verilen emân sözüne aykırıdır. Ayrıca, onların müslümanların nisâbdan az mallarından vergi almaları zulümdür. Zulüm hususunda onlara uyulmaz.
Harbî çocuğun malından vergi alınmaz. Ancak müslümanların çocuklarının mallarından Vergi aldıkları takdirde onların çocuklarının mallarından da alınır.
Müslüman ve zımmî tüccar, âşire, elinde bulunan mal için, üzerinden bir sene geçtiğini inkâr ederse veya; “Ben ticârete niyet etmedim. Bu benim değildir, o emânettir”, yâhud; “Ortak malıdır. Ben sâdece bu malın bekçisiyim”, yâhud; “Bu malda zekât yoktur. Bu malın zekâtını bulunduğum beldeden çıkmadan fakirlere dağıttım,” gibi sözler söylerse, yemîn etmesi ile sözü tasdik olunur. Ben öşrümü başka öşür me’mûruna verdim der ve başka öşür me’mûrunun da var olduğu bilinirse, yemîni ile beraber tasdîk olunur. Başka âşir olup olmadığı bilinmezse, sözü tasdîk olunmaz. Bütün bu durumlarda, tüccarın sözü, berâet makbuzu göstermeden, sâdece yemîn etmesiyle kabul edilir.
Tüccarın, seneler sonra yalan söylediği ortaya çıkarsa, zekât kendisinden alınır. Yalan söylemekle, zekât alma hakkı düşmez. Bu hükümler harbî olmayanlar yâni müslüman ile zımmîler hakkındadır. Müslümanın sözü tasdîk edilen hususlarda, zımmînin sözü de tasdîk edilir. Yalnız zımmî; “Ben malımın cizyesini fakire verdim’derse, bu sözü tasdîk edilmez. Çünkü zımmînin bu vergiyi bizzat kendisinin vermeye hakkı olmadığı gibi, fakîrler de cizyenin verileceği kimseler değildir. Cizyenin verileceği yer, devletin amme harcamalarıdır.
Tüccar, beraberindeki koyun, deve, sığır gibi hayvanların otlak hayvanı olmadıklarını, onları ihtiyat için beslediğini söylerse, yemîn etmesi suretiyle sözü kabul edilir. Zîrâ öşür ancak, ticâret için alınıp satılan mallardan alınır. Zımmîler de aynı hükme tabidirler. Fakat harbîler için ticâret malı olması şartı yoktur.
İmâm-ı Ebû Yûsuf rahmetullahi aleyhin âşirler ve öşürlerin toplanması hususunda Halife Harun Reşîd’e tavsiyeleri özetle şöyledir: “Öşürlerin toplanması için dindar, sâlih ve güvenilir kimseleri vazifelendir. Onlara, insanlara karşı, haksızlık ve zulüm yapmamalarını, almaları lâzım gelenden fazla almamalarını emret.
Gönderdiğin me’mûrlar vazife yerlerine varıp, işe başlamalarından itibaren, buradaki tutumlarını, mallarını göstermek için gelen tüccara nasıl davrandıklarını, uymakla emrolundukları kaidelere göre hareket edip etmediklerini teftiş ve kontrol ettir.
Şayet, bu me’mûrlar, emredilenlerin aksini yapar, halka zulüm ve haksızlık ederse, onları vazifeden alır ve cezalandırırsın. Bir kimseye zulmetmişler veya mükellef olduğundan fazla almışlar ise, onlara göre uygun bir ceza verirsin.
Eğer onlar bu kötü hareketlerini bırakırlar, emredilenlere uyarlar, müslüman olsun, zımmi olsun, insanlara zulmetmekten sakınırlarsa, onları vazifelerinde bırakır, ikram ve ihsanlarda bulunursun. Onlar, dürüst ve ahlâklı olurlarsa, vazifelerinde tutar; insanlara muamelelerinde emirlerine uymayıp, haksızlık ve zulüm yaparlarsa cezalandırırsın. Böyle yaptığında iyinin iyiliği ve ihlâsı artar, kötü kimse de zulüm ve haksızlığa tekrar teşebbüs etmekten çekinip, vazgeçer.”