Sual: Ahirette Mü’minler Allahu tealayı görebilecekler mi?
Cevap: Türpüşti risalesinde diyor ki;
Hak yolda olanların mezhebine göre Allahü teâlâ görülebilir. Ammâ nasıl görüldüğü anlatılamaz ve anlatılması da câiz değildir. Allahü teâlânın zât ve sıfatları hakkında, nasıldırlar diye konuşulmaması lâzımdır, husûsunda, bundan önce epey açıklamada bulunmuştuk. Hiçbir temiz itikâd bunda şüphede olmamalıdır.[1] Eğer bu ümîd olmasaydı, gönül sâhipleri ibâdetin lezzetini nereden bulurlardı. Yâhud gönüllerinde öbür dünyâda Rabbini görme zevki bulunur muydu.[2]
Rü’yeti, yanî âhırette Allahü teâlâyı görmeği inkâr edenlere ne kadar şaşılır! Hâlbuki bu husûsta vârid olan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler, inkâr edilemeyecek kadar açıktır. Böyleleri dünyâda duygu ile bulduklarını ve düşünce ile vardıklarını, Allahü teâlânın ve Peygamberinin sözünden üstün tutmuşlar ve duygularla ve akılla ulaşılamayan, bilinemeyen gaybî şeyleri, kendi duyguları ve akılları ile anlayacakları şeylere benzetmişler, böylece netîcesiz birkaç şüphenin tesîri altında kalıp, “Görülebilen şeyler cisim olup renkleri vardır. Böyle değilse görülmezler” demişlerdir. Kendilerine, bu iddiânın delîli nedir? dense, “Görülebilenleri hep bu sıfat üzere bulduk. Bulduklarımızla ve gördüklerimizle görmediklerimize hükmederiz” diye cevâp verirler. Kelâm âlimleri onlara şöyle cevâp verirler. Bakanı, göreni cisim gibi renkli bulduk diyelim. O zamân, bu illetle hükmedip, Allahü teâlâ görücü değildir diye hükmedersek bir mahzûru olmaz. Hâlbuki Allahü teâlânın [her şeyi] görücü olduğunda müslümânlar arasında hiçbir ayrılık yoktur. Nitekim Hak teâlâ Alak sûresinin 14. âyetinde meâlen, “Bu adam, -Ebû Cehl- yaptıklarını Allahü teâlânın gördüğünü bilmez mi?” buyuruyor. Sözleri bu şekilde kendilerine çevrilirse, bu bakımdan onların huccetleri, delîlleri kalmaz.
Kul rabbine bakar dersek, o zamân mukâbele [karşı karşıya durmak] söz konusu olur, sözlerine cevâp olarak deriz ki, siz, Allahü teâlâ, nâzır ve görücüdür demiyor musunuz? O sözden ne lâzım geliyorsa, bu sözden de o lâzım gelir. Önde olmaksızın nâzır olduğuna göre, önde bulunmadan da manzûrun ileyh [bakılan] olur.
Şüphelerinden biri de; diyorlar ki, eğer görülürse, o zamân yaratana dokunmak da mümkün olur. Allahü teâlâ onların böyle kıyâs ve benzetmelerinden çok yüksektir. Bu kıyâsı, benzetmeyi de, yine müşâhede ile bulduklarından yapıyorlar. Cevâbında deriz ki, dokunma, koklama ve tatma, mahlûklara âit sıfatlar ve özelliklerdir. Bu sıfatları mahlûklardan başkası için kullanmak câiz olmaz. Görmek ise, sâdece mahlûk sıfatı değildir. Çünki Allahü teâlâ, kendisinin gördüğünü bildirmekte ve Tâhâ sûresi 46. âyetinde meâlen, “Allah onlara dedi ki, korkmayın! Çünki ben sizinle berâberim; işitir ve görürüm” buyurmaktadır. Bu da, görme ile koklama, tatma ve dokunma arasında açık bir fark olduğunu göstermektedir. O hâlde sizin bu kıyâsınız yersizdir, bâtıldır. Allahü teâlânın bildiğimiz sıfatlarına dikkatle bakarsak, görürüz ki, Allahü teâlânın kendisi hakkında câiz olmayan şeyleri, kulların da Onun hakkında söylemesi câiz değildir. O câiz ise, bu da câizdir. Allahü teâlâ Kâdirdir [gücü yeticidir] deriz, gücü kendi kendine yeticidir [makdûrdur] dememiz câiz değildir. Allahü teâlâ hakkında bunu söylemek câiz olmadığı gibi, kullar tarafından Allahü teâlâya da böyle söylemek câiz değildir. Eğer Allahü teâlâ âlimdir, zâtı Onun ma’lûmudur, desek, câizdir. Bu ifâdeyi insanlar için kullanıp, Allahü teâlâ kulların ma’lûmudur, yanî Allahü teâlâyı kullar bilir demek câizdir. Allahü teâlâ görücüdür ve Onun zâtı Onun mer’îsidir, yanî O kendini görür desek, cevâzına, müslümânlardan itirâz ve ihtilâf eden yoktur. O hâlde, Kendinin ve kullarının ma’lûmudur dememiz câiz olduğu gibi, O kendini ve kullar da Onu görür dememiz de câizdir. Görülmenin esâsı, görülecek şeyin mevcûd [var] olmasıdır. Var olanı görmek mümkündir. Çünki Allahü teâlâ, görmek isteyip bakanda, o şeyi, görmeyi yaratmaktadır. Zîrâ bakanın var olanı görmemesi, o varlığın görülemeyecek cinsten olmasından değil, bakana onu görme verilmediğinden, yâhud arada perde bulunduğundandır. O göze görme verilir veyâ perde kaldırılırsa, mevcûd [var olan o şey] elbette görünür.
Bu sözleri, Selef-i sâlihînin usûlü dışında, bu şekilde ifâde etmem ve dile almamın sebebi, öyle kimselerin şüphelerinin, kalbleri gibi karanlık olmasından, onların Kitâp ve Sünnetten yüz çevirmiş olduklarının ve şüphe karanlıklarında yürüdüklerinin ve onların peşinden gidenlerin sapıttıklarının bilinmesidir. Bizim anlattıklarımıza dikkat edip, bunlardan şaşmayan, öyle sapıkların sözlerine aldanmaz ve onların şüphelerini, hep kararmış kalplerinden doğan sapıklıktan bilir. Yoksa bizim bunları yazmamıza hâcet yoktu. Çünki itikâd husûsunda bizim sözümüz, Kitâp ve Sünneti esâs almaktır; kendi aklımızla ve hislerimizle konuşmak değildir.
Rü’yete [Allahü teâlânın âhıretde görüleceğine] inanmayan, islâm dînine muhâlif birisi ise, onunla tevhîd ve peygamberlik hakkında konuşup, rü’yetten bahsetmemelidir. Yok, eğer ehl-i kıble ise, Kur’ân-ı kerîm ve sahîh hadîsler ona huccet ve delîldir. Resûl-i ekremi “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem” doğru olarak Peygamber bilen, Peygamberden sahîh olarak gelen veyâ getirilmiş olan her haberde, gizli kalan, bilinmeyen bir yer yok ise, onu zâhiri ve bâtını ile [dışıyla, içiyle] kabûl etmelidir. Akıl ile nasıl olduğunu anlayamasa da, Peygamberini aklına tercîh etmelidir. Böyle olmayanın gaybe îmânı sahîh olmaz. Öyle olan kimse de, Peygamberinin izi üzere değil, kendi görüşü ve hevâsı üzere yürümüş olur.
Allahü teâlâ Kıyâmet sûresi 22. ve 23. âyetlerinde meâlen, “Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldıyacaktır. Rablerine bakacaklardır (Onu göreceklerdir)” buyuruldu.[3] Arab dilinde bu âyetin bundan başka manâsı yokdur. Nazarın [bakmanın], i’tibâr, yanî ibret almak manâsı vardır, ammâ burada bu manâyı vermek mümkün değildir. Çünki öbür dünyâ, ibret almak yeri değildir. Nazarın afv ve merhamet [acıma] manâları da vardır, ammâ bu ma’nâ düşünülürse, o zamân kuldan Rabbine karşı kullanılamaz. Çünki afv ve merhamet, Allahü teâlâ tarafından kula olur, kuldan Allahü teâlâya değil. Bunun için bu manâ da kasd edilmiş olamaz. İntizâr [beklemek, uzun zamân bakıp durmak, birinin gelmesini gözetmek] manâsında olabilir, ammâ ilâ [e-a] hâli ile kullanıldığı için, intizâr [beklemek] manâsı olmaz. Şunu da söyleyelim ki, intizârın, ağırlık, yük manâsı da vardır. Çünki intizâr [beklemek] bir yüktür, bir sıkıntıdır, iyi olmayan bir şeydir. Hâlbuki Allahü teâlâ bu âyeti müjde için, sevindirmek için bildirdi. O hâlde kulların çok memnûn, râhat murâdlarına kavuşmuş ve Cennette yüzlerinin ışıl ışıl parıldayacağını haber verdi. Cennet intizâr [bekleme] yeri değildir. İşte bu üç manâdan hiçbiri câiz ve mümkün olmayınca, açıkca anlaşılmış oldu ki, nazar, rü’yet, yanî görmek manâsındadır. Lügatda bu kelimenin bu dört manâsından artık bir beşinci manâsı yoktur. O iddiâ sâhibleri, bütün bu açıklamalar karşısında teslîm olmayıp, “İlâ Rabbina [rablerine], yanî Rablerinin sevâb ve vereceği karşılıklara bakarlar” manâsındadır yorumlarlar. Manâyı görünüşünden bu kadar saptırmak çok bozuk bir yoldur. Zîrâ nassın [âyet-i kerîmenin] zâhirine [görünüş manâsına] göre Allahü teâlâ ile alâkalı bir şeyi başkası için söylemek câiz olsaydı, Kur’ân-ı kerîmin zâhirî [görünüş, esâs] manâsından itibâr ve itimâd bir anda kalkardı.
Diğer bir delîl de şudur: Allahü teâlâ, kâfirlerin, kıyâmette kendilerini yaratıp, yetişdiren ve onlara rızık verenden mahcûb [perdelenmiş] olacaklarını haber vermektedir. Burada mahcûb kelimesine, Hak teâlâyı bilmezler, manâsı verilemez. Çünki âhirette bilmek mecbûrîdir ve herkes Allahü teâlâyı bilecekdir. O hâlde, mahcûb olmak, Hak teâlâyı görmezler demekdir. Dünyâda Onu bilmekten mahcûb oldukları gibi, âhirette de Onu görmekden mahcûb [perdelenmiş] olurlar.
Bir başka delîl dahâ vardır: A’râf sûresi 143. âyet-i kerîmesinde bildirildiği gibi, Kelîmullah Mûsâ aleyhisselâm, “Yâ Rabbî, bana kendini göster, seni göreyim dedi” [4] Peygamberlerin hepsi ma’sûmdur, günâhdan berîdirler ve ümmetlerine bildirdikleri ibâdet ahkâmında hatâ etmeleri, yanılmaları câiz değildir. Onların Allahü teâlâyı bilmekte, tanımakta hatâ etmeleri hiç düşünülebilir mi? Ve kendileri için mümkün olmayana itikâd etmesi câiz olur mu? Peygamberler böyle olunca, deriz ki, eğer rü’yet câiz olmasaydı, Mûsâ aleyhisselâm onu istemezdi. Kendi kavmi bunu istemişti, onun için Rabbini görmek istedi, diyenlerin bu sözleri katıksız bir inaddır. Âyet-i kerîme açıkca gösteriyor ki, kendisi için istedi. Eğer kendisi de Hak teâlânın rü’yetinin câiz olmadığını bildiği hâlde, kavmi kendisinden bu istekte bulunsaydı, o zamân bu isteklerine mâni olmak Mûsâ aleyhisselâm üzerine vâcib olur ve onlara, “Hâyır, Allahtan bunu istemek câiz değildir ve olmaz” derdi. Çünki Allahü teâlâ, kendisini ve sıfatlarını Benî İsrâîle bildirmek için Mûsâ aleyhisselâmı onlara göndermiş idi.
Allahü teâlânın, Sen beni göremezsin buyurması, açıkca gösteriyor ki, dünyâda beni göremezsin, demektir. Çünki mutlak olsaydı, yanî hiç göremezsin demek isteseydi, Mûsâ aleyhisselâmın Allahü teâlâya itikâdı bâtıl olurdu. Bu ise bâtıldır, câiz değildir. Ammâ onların tutunmak istedikleri ve Hak teâlânın meâlen, “Gözler beni idrâk edemez” buyurduğu âyet-i kerîme, En’âm sûresinin 103. âyet-i kerîmesidir ki, “Gözler Onu göremez; hâlbuki O gözleri görür” buyurulmuştur.[5] Bu âyet rü’yeti, görmeği olumsuz kılmaktadır diyorlar. Cevâbında deriz ki, ebsâr kelimesinin iki manâsı vardır. Biri akıl manâsında olup, Ulül ebsâr [akıl sâhibi] denir. Meselâ Âl-i İmrân sûresi 13. âyetinde, “Bedir’de karşı karşıya gelen şu iki grubun hâlinde sizin için büyük bir ibret vardır. Biri Allah yolunda çarpışanlar, diğerleri ise, bunları apaçık kendilerinin iki misli gören kâfirler. Allah, dilediğini yardım ile destekler. Elbette bunda basîret sâhipleri [akıllı kimseler] için büyük bir ibret vardır” bu manâdadır. Yanî akıllar, Onun ve sıfatlarının künhüne erişemez, O ise onların künhüne [esâsına, özüne, hakîkatine, mâhiyyetine] erer.
İlim sâhibi olan bir kimse, bu âyetten önceki ve sonraki âyetlere bakarsa, bu manâda kullanmanın dahâ evlâ ve uygun olduğunu anlar.
Ebsârın ikinci manâsı, gözler demektir. İdrâk, bir şeyin sonuna erişebilmeğe, bir şeyin nihâyetini, gâyesini anlamağa, yanî bir şeyi en iyi tanımağa ve bilmeğe idrâk etmek denir. Meselâ meyve olgunlaşınca, idrâkine [kemâline, son şekline] erdi denir. İnsan gözüyle, yâhud aklıyla, bir şeyin etrâfında dolaşır ve onu hakkıyla, kemâliyle anlarsa, onu idrâk etti derler.
Rü’yet ise, görmektir; idrâk etmek değildir. Allahü teâlânın zâtı ise, bundan, yanî idrâk olunmaktan münezzehtir. Çünki Onun sonu yoktur ki, gözler onu anlayabilsin. Ayrıca, eğer idrâk, rü’yet, yanî gözle görmek manâsında kullanılmış olsa da, yine öyle yorumlamak îcâb ederdi. Çünki dünyâda, gözler Onu göremezler. Çünki Allahü teâlâ, göze, dünyâda, kendisini görecek kadar kuvvet vermemiştir ki, bu âyetle, meâl-i şerîfi, “Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldıyacakdır. Rablerine bakacaklartır” “Onu göreceklerdir” olan, Kıyâmet sûresinin 22 ve 23. âyetlerini manâ bakımından birleştirelim ve Hak teâlânın kitâbının bazısını bazısıyla red etmeyelim.
Eğer bu âyeti, bu manâya getirmek için te’vîl etmelidir, denirse, cevâbında deriz ki, Kıyâmet sûresinin 22. âyet-i kerîmesi, sizin dediğiniz şekilde manâlandırılamaz. Çünki murâdın ne olduğunu açıkca bellidir. Ve eğer böyle iki nass bir araya gelirse, müteşâbih olan, zâhir olana uydurulur. Eğer Kur’ân-ı kerîmde, rü’yeti gösteren bir âyet-i kerîme bulunmasaydı, “Onu gözler idrâk edemez” âyetinin de, dediğimiz gibi bu manâya hamledilmesi uygun olmazdı. Zîrâ, rü’yetin isbâtı hakkında, âyet-i kerîmenin sözlerinin manâsından başka, çok sayıda sahîh hadîsler vardır. Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” ümmetine gelen hadîs-i şerîfler –bilhassa neshin câiz olmadığı şeyler hakkında olanları– Kur’ân-ı kerîm gibi hüküm ifâde ederler. Bu konuda ise çok sayıda hadîs-i şerîfler vardır. Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü anhüm” çok sayıda büyükler bunları nakletmiştir. Hadîs kitâblarında bu büyük sahâbîlerden onyedisinin rivâyetini gördüm: Ümmü Suheyb bin Sinân, Huzeyfe bin Yemân, Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Abbâs, Ebû Mûsâ Eş’arî, Ebû Berze Eslemî, Ebû Hüreyre Düveysî, Zeyd bin Sâbit Ensârî, Ebû Zür bin Ukaylî, Ebû Ümâme Bâhilî, Enes bin Mâlik, Câbir bin Abdüllah Ensârî, Ebû Sa’îd Hudrî, Adıyy bin Hâtem-i Tâî, Cerîr bin Abdüllah Becelî, Adıyy bin Ertât ve Ümm-ül mü’minîn [mü’minlerin annesi] Âişe “radıyallahü anhüm ecma’în” bunlardandır.
İcmâlarının muteber olduğunda sözbirliği bulunan ilk asır âlimlerinin sözbirliği ile, âhirette Allahü teâlâ görülecektir. Kitâp, Sünnet ve İcmâ’-i ümmetin bulunduğu yerde, müslümân için, artık hiçbir şüpheye yer kalmaz.
Dünyâda rü’yet, yanî Allahü teâlâ görülür mü? konusuna gelelim: Dünyâda Allahü teâlânın görülmeyeceğine dâir, âlimler arasında ihtilâf [ayrılık] yoktur. Burada Ebû Ümâme Bâhilî hazretlerinin Resûlullahtan “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdiği Deccâl hadîsine dayanılır. Şöyle ki, (Deccâl der ki, ben sizin rabbinizim. Hâlbuki sizden biriniz ölmedikçe, aslâ Rabbini göremez). Hazret-i Âişe’nin “radıyallahü anhâ” Resûl-i ekremden “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem” bildirdiği hadîs-i şerîfte, “Ölüm, Allahü teâlâ ile görüşmeden evveldir” buyuruldu. Bu iki hadîs-i şerîf de sahîh olup, imâm Müslim, (Câmi’üssahîh)inde bunları bildirmektedir.
Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Mi’râc gecesinde, Allahü teâlâyı görüp görmediği ihtilâflıdır. Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ”, iki defa kalb gözü ile Allahü teâlâyı gördü, demişdir. Hazret-i Âişe “radıyallahü anh” bu husûsta kesin konuşup, “Kim Muhammed, Allahü teâlâyı gördü derse, Allahü teâlâ üzerine yalan söylemiştir” buyurdu. Hiç kimse, Mi’râc gecesi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve selem” Allahü teâlâyı gördüğünü Resûlullaha sağlam bir nakille dayanan bir nakl isbât edememişdir. Söylenmiş olanlar, herkesin âyet ve hadîs-i şerîflerden anlayış ve idrâklerinin erişebildiği manâlar sebebiyledir.
Mi’râc gecesi, Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz Allahü teâlâyı gördü diyenler, bu sâdece Peygamberimize mahsûstur; Ondan başka bu makâma ve ni’mete kavuşan yoktur. O da, Allahü teâlâyı dâr-ül-fenâda, yanî bu dünyâda görmedi. Sidret-ül müntehâya erişti ve Cennete girdi ve Oradan gördü diyorlar.[6]
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem” Mi’râc gecesi Allahü teâlâyı görmedi diyen, Resûlullahın fazîletini, üstünlüğünü inkâr etdiği için söylemiyor, bu husûsta çok iyi ve tam incelemeden ve tam emîn olamadıklarındandır. Nitekim Allahü teâlâ Bakara sûresi 148. âyetinde, “Her birinin yöneldiği bir taraf vardır” buyuruyor.
Bu fakîrin eğilimi, gördüğünden yana olup, görmemesi tarafında değildir. Çünki, gördü ve görmedi diyenlerin ikisi de Eshâb-ı kirâmdan “aleyhimürrıdvân” olunca, görme vâki oldu, vâki olmadının önüne geçer. Evet, vâki olmadı diyene, doğru yolda değildir demeği câiz tutmayız. Çünki bu, bir Sahâbî için doğru yolda değildir manâsını taşır ve bu câiz değildir. Bu da bir ictihâd meselesi olmaktadır. Ammâ, rü’yet vâki olmadı diyen, Allahü teâlâyı görmek mümkün değildir demek istiyorsa, mu’tezilî gibi, onu da bâtıl ve dalâlet ehli biliriz. Şehirlerde minber ve kürsiye çıkanlardan, bu husûsta o kadar müfrît, ileri gidenleri gördük ki, halkı şüpheye düşürüyorlar. Hattâ, kabûl etmeyen küfre girer itikâdını aşılıyorlar. Bu büyük bir belâdır. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbının durakladığı bir meselede, sıradan insanlar fütûrsuzca, râhat konuşabiliyorlar. İki taraftan hiçbirini ayıplamamalıdır. Çünki iki taraf da Sahâbe-i kirâma uymaktadır. Bunda duraklamak, yanî tam karar vermemek ve her iki rivâyetten hiç birinde ifrâta varmamak ve belki Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” bu mertebeye ve ni’mete kavuşmuştur demeği ihtiyâta dahâ yakın görmek, Resûlullahtan başkası için, kesin olarak câiz değildir itikâdında olmak lâzımdır. Ebû Ümâme ve mü’minlerin annesi Âişe’den “radıyallahü anhümâ” bildirdiğimiz hadîs-i şerîf sahîhdir.
Bu husûsta bir delîlimiz dahâ vardır. O da şudur: Allahü teâlânın Kelîmi olan ve en büyük peygamberlerden biri olarak bilinen Mûsâ aleyhisselâma, dünyâda, Sen beni göremezsin, buyurulunca, ondan milyonlarca derece aşağıda bulunan bir kul, elbette göremez. İslâm âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki, herhangi bir zamânda Resûlullahtan başka, herhangi bir kimse, Allahü teâlâyı baş gözümle gördüm derse, o kimse doğru yoldan çıkmıştır, sapıktır ve bid’at ehlidir. Bu iddiâda bulunanlarda şu iki hâlden birisi vardır: Yâ şeytân onlara eğri bir şekil ve bâtıl bir hayâl göstermiştir de, onlara, kendi haklarında hüsn-i zan ettirip, dînin esâsını bilmeleri sebebiyle, Allahü teâlâyı gördüklerine inandırmış ve bu inançla doğru yoldan çıkmışlardır. Yâhud da, Allahü teâlâya iftirâya cüret eden birkaç yalancılardır. “Hıyânet ettiler ve çok ziyân ettiler.” Allahü teâlâ bizi bid’atten ve dalâletten korusun ve hak yolda bulunmak için bize tevfîkını refîk eylesin!
[1] (Tahkîkat)da yazıyor: Avâm, yanî sıradan insanlardan Cennete gidenler, Allahü teâlâyı, oradan, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” dünyâda gördükleri gibi görürler. Peygamberler âhirette Allahü teâlâyı, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” dünyâda gördükleri gibi görürler. Demek ki, âhirette görmek, Peygamberlerle bizim Peygamberimize aynı olmamaktadır. Nerede kaldı ki, başkalarının görmesi Onunla berâber olsun! (Bahr-ül meânî) kitâbında ve (İrfetullah)da diyor ki: Bütün peygamberler ve velîler, yarın kıyâmette, Allahü teâlâyı Muhammedî perdesinde, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” ise, perdesiz görecektir. (Nûr-ül ebsâr)
[2] (Nûr-ül ebsâr)da, rü’yet [Hak teâlâyı âhirette görmek] kısmında, bir başka ibâre ile yazıyor ki, Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin “kuddise sirruh” (Tahkîkat) adlı eserinde deniliyor ki: Peygamberlerin kıyâmette göreceklerini, bizim Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” burada görüyordu. Yine yazıyor ki, evliyânın âhirette göreceklerini, Peygamberler burada, yanî dünyâda iken görüyorlardı. Mü’minlerin avâmının âhirette göreceklerini evliyâ burada görüyordu. Yine buyuruyor ki, herkesin âhirette Rabbini görmesi, ma’rifetine göre olacaktır. (Nûr-ul ebsâr)
Fârisî, Akâid-i hâfıziyye kitâbının 14. faslı: Âhirette mü’minlerin Cennete girdikten sonra, Allahü teâlâyı baş gözü ile görmeleri aklen câiz, şer’an vâcipdir. İşte Allahü teâlâ, âhırette, şüphesiz, herhangi bir tarafta olmadan, zâtından bakana şuâ gelmeksizin, bakanla Hak teâlâ arasında belirli bir mesâfe bulunmaksızın ve benzeri görmeye âit şartlar olmaksızın, görülecekdir. Mu’tezîle, râfizîlerin [şi’ânın] Zeydiyye fırkası, felsefeciler ve hâricîler, Allahü teâlâyı görmek aklen muhaldir; zîrâ görmek için, görülmek istenenin, bakanın önünde bulunması, arada belli bir mesâfenin olması, yanî çok uzak ve çok yakın olmaması, görünenden çıkan ışınların görenin gözüne ulaşması lâzımdır. Bütün bunlar Allahü teâlâ için söylenemeyeceğinden, rü’yet de olmaz dediler. Mu’tezîlenin çoğu, Hak teâlânın kendi zâtını gördüğünü ve bildiğini itirâf etmekte, lâkin görülemez demektedirler. Yine onlardan bir takımı vardır ki, Allahü teâlânın görmesini ve görülmesini inkâr ederler. Bizim bu konudaki delîlimiz şudur ki, Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâdan Onu görmek isteyip, “Yâ Rabbî, bana kendini göster, seni göreyim” dedi [A’râf sûresi, 143. âyeti]. Sakın, o büyük Peygamberin istediği şeyin imkânsız olduğu düşünülmesin! Ona göre bu mümkün idi ki, bunu istedi. Bunu istemesi gösteriyor ki, Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın görünmesinin mümkün olduğuna inanmıştı. O hâlde rü’yete imkânsız diyen, Mûsâ aleyhisselâma kesin olarak câhil, bilgisiz, Rabbini bilmez, ma’rifetten habersiz demiş olur. Bu ise küfürdür. Bu yüzdendir ki, Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma, böyle bir istekte bulunduğu için, kızmadı, sitem etmedi. Hattâ onun istediğini, kendi rü’yetinin mümkün olabileceği bir şarta bağladı. O şart da, Hakkın rü’yet ve tecellîsine mazhar olan dağın, tecellî esnâsında yerinde durabilmesi idi. Şart ise, mümkün olabilecek olana bağlanır. Mümkün olmayan şarta bağlamak olmaz. Hak teâlânın Len terânî [Sen beni aslâ göremezsin] kelâmı, dünyâda rü’yetin olmayacağını göstermekte olup, rü’yetin câiz olmadığını göstermiyor. Zîrâ Allahü teâlâyı görmek hiç mümkün olmasaydı, o zamân, “Ben görülmem” yâhud, “Beni görmek olmaz” buyururdu.
Meselâ bir kimsenin cebinde taş olsa ve bir başkası bunu ekmek zannedip, “Çıkar o ekmeği ver de yiyelim” dese, düzgün cevâp, “Bu yenmez” şeklinde olur. Ammâ cebinde ekmek olur da, biri onu isterse, o zamân, “Sen onu yiyemiyeceksin” diye cevâp verilir. Ayrıca şunu da ekleyelim ki, gaybî [bilinmeyen] bir işte Peygambere şüphenin açılması mümkündür. O zamân rü’yetin cevâzına inandığı için onu istemiş olmasına yorumlanır. Cevâzı, yanî görülebilmeği, dünyâda görülür şeklinde anlamış olur. İşte o zamân cevâpta bulunan, aslâ göremezsin ifâdesi suâle karşı alınmış olana âit olur. Hâlbuki Onun istemesi dünyâda idi. O hâlde, aslâ göremezsin sözü de, dünyâya âit olmuş olur. Çünki cevâp, hitâba göredir.
Allahü teâlânın, dağa tecellî edeceğini bildirmesinde, dağa hayât ve görme vereceği ve bu şekilde rabbini göreceği anlaşılmaktadır. Nitekim Allahü teâlâ Kıyâmet sûresi 22. ve 23. âyetlerinde meâlen, “Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine bakacaklardır [Onu göreceklerdir]“ buyuruyor. Yüzün bakmasını gösteren ve o hâli ile [Rabbine bakan] bildirilen bir görme, baş gözü ile olan görmeden başkası için kullanılmaz. Bu âyet-i kerîmedeki nazarı [bakmağı, görmeği], intizâra yorumlamak bâtıldır. “Gözler onu göremez” [En’âm: 103] âyet-i kerîmesinin, rü’yeti inkâr edenlerin iddiâları ile hiç alâkası yoktur. Çünki ebsâr kelimesi çoğul olup, genellik ifâde ediyor. Bu ifâdeyi olumsuz kılmak, umûmu [genelliği] olumsuz kılmak olup, olumsuzluğu genelleştirmez. Bu âyetteki olumsuzluk, idrâkın olumsuzluğu, yanî anlayamaz demektir. Göremez demek değildir. İdrâk ve rü’yet, yanî anlamak ve görmek, müteratif [eş anlamlı] kelimeler değildir. Çünki idrâk, görülenin yanlarına, hudûduna vâkıf olmak demekdir. Hudûdu ve ciheti bulunmayan bir zâtın idrâki de imkânsız olur. Bunun için, rü’yetle alâkalı idrâk, ilmin ihâtası kadar olur. Bir şeyin yanları vukûfun gereği olan ihâtasızlık, ilimsizlik, yanî o şeyi bilmemek ma’nâsına gelmez. Bunun gibi idrâksizlik [anlıyamamak] demek, görmemezlik demek değildir. Bununla berâber görülmesi mümkün olmıyan zâtı anlayamamak temeddüh [övgü] de olmaz. Zîrâ görünemeyen, anlaşılamaz da. Temeddüh, rü’yet mümkin olduğu hâlde, hâlâ idrâkın bulunamamasıdır. Çünki, rü’yet olduğu hâlde anlayamamak, görülmekte olanın hudûdlu ve sınırlı olmak noksanlığından yüksek olduğunu göstermektedir. Öyle düşünenler, bu âyet-i kerîmeye dikkatli baksalardı ve huccet ve delîl yerlerini anlasalardı, biraz dahâ ileri gitmeyi büyük ni’met sayarlardı.
Allahü teâlâyı görmek için söyledikleri, görülecek şeyin insanın karşısında olması ve diğer görme şartları, Allahü teâlâ için söylenemez. Bizim için sebeb ve şartlar şâhide ve gâibe [görünene ve görünmeyene] tebdîl olmaz. Onların mezhebinde bu tebeddül [değişme] elbette gerekiyor. Buradan anlaşıldı ki, bildirilen sebeb ve şartlar, rü’yet sıfatlarından olup, rü’yet için muhakkak lâzım gelen maddeler değillerdir. O hâlde, onların şâhidden gâibe geçme şartı da yoktur.
Rü’yet [görmek] demek, göz ile bir şeyin hakîkatine varmak, yanî duygu organlarından biri olan göz ile o şeyi algılamak demektir. O hâlde görülen şey bir tarafda ise, o yanda görürler. Başka tarafda ise, yine bulunduğu tarafda görülür. İlim de bunun gibi olup, bir şeyi olduğu gibi bilmek demekdir. Bu îzâhdan anlaşılmış oldu ki, rü’yetin mutlak illeti, yanî görmenin kayıtsız şartsız sebebi, bir şeyin varlığıdır. Çünki rü’yet, cisim, cevher ve araza [sıfatlara] bağlıdır. Müşterek hüküm, müşterek sebebin îcâbıdır. Müşterek illet [ortak sebeb], yâ vücûttur, yâ hudûstur, yanî yâ hep var olmak, yâhud sonradan var olmakdır. Sonradan var olmanın sebeb olmaklığının bir itibârı, kıymeti yoktur. Çünki o, lâhık vücûttan ve sâbık ademden ibârettir. Yanî önce yok idi, sonradan var edildi. Ademin [yokluğun], bir şeye sebeb olmağa salâhiyyeti [yetkisi, hakkı] yokdur. Bir sebebin bir kısmı bile olamaz. O hâlde geriye sâdece vücûd kaldı. Mevcûdâtdan ba’zılarının bizim tarafımızdan görülmemelerinin sebebi, Hak teâlânın, bizim onları görmememizi âdet-i ilâhîsi kılmasıdır. Onları görmenin mümkün olmaması sebebiyle değildir. Bununla berâber, vücûd, görebilme sebebi olup, ille de görme sebebi değildir. Vücûd, şâhidden gâibe [görenden görülmeyene] geçişlidir. Buradan anlaşılmış oldu ki, Allahü teâlâ görülebilir. Bu husûsta en sağlam söz, Ebû Mansûr Mâtürîdî hazretlerinin, rü’yetin isbâtında, sâdece naklî [dînî] delîllere yapışmaktır. Aklî delîller ortaya koymak, rü’yet yoktur diyenlerin şüphelerini gidermek içindir, sözüdür.
Allahü teâlâ görülseydi, muhakkak görünenlere benzerdi sözlerinin bir dayanağı yoktur. Çünki birbirine zıd olan şeyleri görmede, benzetme söz konusu olur.
Allahü teâlâyı rü’yâda görmek husûsunda, âlimler ayrı ayrı söylemişlerdir. Bir kısmı imkânsızdır, dedi. Bizim, yolunda olduklarımızdan bazıları, Seleften anlatılanlara uyarak mümkündir demiştir. Çünki yok olan görülmez ve yokun şey olacak vasıfları yoktur. Mukni’iyye [İbni Mukna’ın izinde gidenler olup, önceleri Peygamberlik davâsında bulunan ve sonra ulûhiyyet davâsına kalkışan Ebû Müslim’in eshâbındandır] demişlerdir ki, “Âlem, vü- cûdünden evvel, Hak teâlânın görüntüsüdür”. Kelâm âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki, varlığı mümkün olmayan yokluk, Allahü teâlânın rü’yeti ile alâkalı olamaz.
İmâm Ahmed bin Hanbel’den “rahmetullahi aleyh” anlatılır. Buyurdu ki, Rabbimi bin defa rüyada gördüm. Bir defa, “Yâ Rabbi, sana kavuşturacak hangi vâsıtaya başvurayım, hep seninle huzûru sağlayacak hangi vesîleye tutunayım” diye arz etdim. Rabbim buyurdu ki, Kur’ân-ı kerîm okumakla. Yâ Rabbî, manâsını anlıaarak mı okuyalım, yoksa anlamadan da okusak olur mu? diye arz ettim. “İster anlayarak, ister anlamayarak olsun; yeter ki oku!” buyurdu. İmâm-ı A’zam’dan “radıyallahü anh” bildirilir. “Allahü teâlâyı yüz defa rüyâmda gördüm” buyurdu.
[3] Allahü teâlâ buyurdu ki, “Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parlıyacaktır. Rablerine bakacaklardır” [Kıyâmet sûresi, 22, 23. âyetleri]. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de, “Muhakkak ki Rabbinizi açıkca göreceksiniz” buyuruyor. Cerîr bin Abdullah “radıyallahü anh” anlatır: Resûlullahın huzûrunda oturuyorduk. Ayın ondördüncü gecesi idi. Dolunaya baktı ve, “Muhakkak ki, Rabbinizi şu ayı gördüğünüz gibi göreceksiniz.” buyurdu. Bu görmenin görmeğe benzetilmesi olup, görülenin görülene benzetilmesi değildir. (Nûr-ül ebsâr).
Her var olanın görülmesi lâzım değildir. Nitekim çok şeyler vardır ki, mevcûd [var] oldukları hâlde görülmüyorlar. Akıl, rûh, cin, rüzgâr, melek ve benzerleri bunlardan bir kaç tânesidir.
[4] (Keşşâf)da diyor ki: Hak Sübhânehü ve teâlâ 40 gün gece gündüz ard arda Mûsâ aleyhisselâm ile söyleşti. Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlâdan kelâmını işitip, mahlûk sözüne benzemeyen o yüce kelâm şerbetinin zevkinden bir yudum muhabbet tadınca, dünyâda olduğunu unuttu ve kendini Firdevs-i a’lâda sandı. Cennet, Allahü teâlâyı görme yeri olduğundan, Mûsâ aleyhisselâm, (Yâ Rabbî bana kendini göster de, baş gözümle Seni göreyim) dedi. Allahü teâlâ, Tûr tarafından ona cevâb olarak –dostdan geleni kabûl et– îmâsıyle, “Sen beni dünyâda göremezsin” buyurdu. Zîrâ ben ezelde öyle takdîr etmişim ki, dünyâda beni gören ölür.
(Medârik tefsîri)nde diyor ki: Fânî gözle beni göremezsin. Bâkî cemâl [sonsuz güzel] bâkî [hiç ölmeyecek] gözle görülebilir. O göz ve bakış Cennette olacakdır.
Şunu da unutmamalıdır ki, Mûsâ aleyhisselâmın rü’yet talebi, yanî Hak teâlâyı görmek istemesi, rü’yetin câiz olduğunu göstermektedir. Çünki rü’yet imkânsız olsaydı, Mûsâ aleyhisselâm o istekte bulunmazdı. Zîrâ mümkün olmayan bir şeyi Peygamberin istemesi câiz değildir. (Tefsîr-i Hüseynî)
Ammâ, dünyâda men edilmesinin fevkalâde hikmetleri vardır. Nitekim midesi dayanamaz diye, bebeklere ağır, yağlı ve tatlı yemekler yedirilmez.
İnsan da dünyâda, çakan şimşeğe bakmak isteyen gibidir ki, belki bir dahâ artık göremez. Ezel ve ebed nimetlerini kendinde bulunduran Allahü teâlânın cemâline dayanabilecek kuvvete sâhip değildir. O hâlde Mûsâ aleyhisselâmın, (Yâ Rabbî, bana kendini göster) suâline, Hak teâlânın, “Sen beni aslâ göremezsin” cevâbının sebebi budur. Yoksa hiç göremezsin demek değildir. (Nûr-ul ebsâr)
[5] Onu gözler idrâk edemez, âyet-i kerîmesi, idrâk edemediğini gösteriyor. İdrâk, bir şeyin künhüne vâkıf olmak ve onu kaplamak manâsında olup, görmeyi imkânsız kılmaz. Çünki idrâksız, yanî tam anlamadan görmek mümkündir. Eğer idrâke görmek manâsı verilirse, gözler Onu, dünyâda göremez manâsı çıkar. Çünki rü’yetin öbür dünyâda olması hakkında Kur’ân-ı kerîmin nassı ve Resûlullahın sâbit hadîs-i şerîfi vardır. (Tefsîr-i Hüseynî)
[6] Peygamber efendimizin Mi’râc gecesi Allahü teâlâyı gördüğü veyâ görmediği hakkında ilk tabaka, yanî asr-ı evvel büyükleri ihtilâf ettiler. Hazret-i Âişe, baş gözü ile görmedi buyuruyor. Abdüllah ibni Abbâs ve bazı Sahâbe, gördü diyorlar. Hazret-i Âişe, Rabbini kalb gözü ile gördü, baş gözü ile görmedi. Resûlullah da “sallallahü aleyhi ve sellem” böyle buyurmuş ve “Rabbimi kalbimle gördüm, baş gözümle görmedim” buyurmuştur. İbni Abbâs “radıyallahü anhümâ”, Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm” Rabbini baş gözüyle gördü” buyurdu. Ka’b “radıyallahü anh” der ki, Allahü teâlâ, rü’yet ve kelâmını, Muhammed ile Mûsâ “aleyhimesselâm” arasında bölüştü. Mûsâ aleyhisselâmla iki defa konuştu, iki defa da Muhammed aleyhisselâma göründü. (Nûr-ül ebsâr)