Sual: Öbür dünyadan inanması lazım olanlar nelerdir?
Cevap: Türpüşti Risalesi’nde deniyor ki;
Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde bildirilmiş olan tertîb üzere anlatırız. Bu dünyâ hayâtının sonu İsrâfil aleyhisselâmın SÛRa üfürmesiyle başlar. Bu birinci üfürmeğe öldüren üfürme denir. Zîrâ Hak teâlâ, göklerde ve yerde bulunan her canlıyı, bu sûra üflemekle çıkan şiddetli ve heybetli ses sebebiyle öldürür. Bundan ölmeyenler, ancak Allahü teâlânın ölümünü murâd etmedikleridir. Nitekim Zümer sûresi 68. âyetinde meâlen, “Sûra üflenince, Allahın diledikleri müstesnâ olmak üzere göklerde ve yerde, ne varsa, hepsi ölecekdir. Sonra ona bir dahâ üflenince, bir de ne göresin, onlar ayağa kalkmış bakıyorlar” buyuruyor. Tefsîr âlimleri arasında, müstesnâ olanlar, yanî birinci sûra üflenince, Allahü teâlânın öldürmedikleri hakkında ayrı ayrı diyenler oldu. Bu âlimlerden herbiri bir nakle veyâ bir istinbâta [ictihâda] tutunmuştur. Bazısı, istisnâ edilenler, şehîdlerdir demiştir. Tutundukları delîl, Âl-i İmrân sûresi 169. âyet-i kerîmesi olup, burada Allahü teâlâ, “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın! Bilâkis onlar diridirler. Allahın, lutf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir hâlde Rableri yanında rızıklara mazhar olmakdadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehîd kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymakdadırlar” buyuruyor.
Onlara ölü değil, diridirler buyurmasından maksad, onların Cennet ni’metlerinden faydalandıklarını bildirmek ve ölüm üzüntüsü taşımadıklarını anlatmak olup, yoksa kelimenin tam manâsıyla hiç ölmediler demek değildir. [1] Mâdem ki ölmüşlerdir, tekrâr dirilme vaktine kadar yaşamazlar. Eğer şehîdlerin rûhları sûra ilk üfürmede yok olmazlar denirse, şehîdler bu konuda peygamberlerden ileride olamaz. Peygamberler şehîdlerden ileridedir. Çünki onlar hakkında, “toprak peygamberlerin bedenini yemez” buyuruldu. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bu husûsta, “Peygamberler kabirlerinde dirilerdir ve orada namâz kılarlar” buyuruyor.
Bazısı da, istisnâ edilen Mûsâ aleyhisselâmdır, zîrâ o, dehşetli sesi duymuştu, bir dahâ onu işitmez demiştir. Bu iddiâda bulunanın sözünde yanılma vardır. Çünki sûra ilk üfürmedeki korkunc ses, öldürme sesidir. Sûrun üfürülmesinden önce vefât etmiş olanlar, bu istisnâya giremez. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, “İnsanlar kendilerinden geçerler. İlk kendine gelen ben olurum ve Mûsâ’yı görürüm ki, Arşın etrâfına tutunmuş” sözü, tekrâr dirildikten sonradır. O ise ikinci üfürmededir. Yâhud da Resûlullah, Mûsâ aleyhisselâmın istisnâ olacağını belirtmek için böyle söylememişdir. Bunda teredüdü vardır. Nitekim hadîs-i şerîfde, “Mûsâ’nın bu dehşetli sesden kendinden geçmediğini, yâhud benden önce mi ayıldığını bilmiyorum” buyuruldu. Eğer herşeyi öldüren müdhiş ses murâd ise, Mûsâ’dan maksad, Mûsâ’nın rûhu olmuş olur.
Bazıları da, istisnâ edilenler, vildân, gılmân, hûrî ve Cennet hazanesidir [Cennette vazîfeli meleklerdir] dediler. Çünki, Cennet sürûr ve lezzet sarâyıdır ve orada üzüntü, dert, sıkıntı, hastalık ve ölüm bulunmaz. Bu ise, eğer Cennet göklerin üstünde olsaydı muhtemel sayılabilirdi. Ammâ Hak teâlâ Cennet için, Hadîd sûresi, 21. âyetinde meâlen, “Rabbinizden bir magfirete; Allaha ve peygamberlerine inananlar için hâzırlanmış olup, genişliği gökle yerin genişliği kadar olan Cennete koşuşun” buyuruyor. Buradan anlaşılıyor ki, genişliği gökler ve yeryüzü kadar olan birşey, göke sığmaz. Nerede kaldı ki, dahâ Cennetin bir tânesinin genişliğinin bu kadar olduğu bildirildi.
Bazıları da dediler ki, istisnâ edilenler, Hamele-i Arş [Arşı taşıyan melekler], Cebrâîl ve Mikâîldir “aleyhimesselâm”. Bu yorum da sağlam değildir. Zîrâ Arşın etrâfında dolaşan Hamele-i Arş, Cebrâîl ve Mikâîl göklerde ve yerde değillerdir. Sahîh nakil ile bildirildi ki, Arş, göklerin üstündedir ve hepsini kuşatmıştır. O hâlde Hamele-i Arş melekleri ve Arşın etrâfında saflar hâlinde dolaşan melekler, nasıl gökler ehlinden sayılır. Bu beyânı, kesin konuşmamak ve muhakkak istisnâ edilenler onlardır dememek için ortaya koydum. Yok olmaktan hâric tutulanların kimler veyâ neler olduğuna dâir, Resûlullahdan gelen sağlam bir haber bulamadık. Te’vîl için bir zarûret yoktur. O hâlde hâric tutulanlar kesin olarak diyeceklerimizden, göklerde ve yerde bulunan melekler, cinnîler ve insanlardan biridir. Yâhud da dahâ çoktur. Şunu da ekleyelim ki, Allahü teâlânın birinci nefhada [ilk sûr üfürülmesinde] ölmekten hâric tuttukları, bundan sonra ölmeyecekler demek değildir. Çünki sûra ilk üfürüldükten sonra vâkı’ olacak dehşetli, korkunç sesten ölmeyecek olanlar için istisnâ denmişdir. Ammâ bundan sonra Allahü teâlâ onları bir başka sebeple öldürebilir.
Velhâsıl Hak teâlâdan başkası muhakkak ölecektir. Her mahlûk için bu böyledir. Ammâ Allahü teâlâ eğer bir kimseyi öldürmek istemezse, öldürmez. Buna rağmen islâm âlimlerinin büyük çoğunluğu, hiçbir mükellef ölümden kaçıp, kurtulamaz. Ölüm, mükellef olanları, bu dünyâdan öbür dünyâya geçirmek için, Cenâb-ı Hakkın onlar üzerinde hâkimiyyetinin tasarrufudur, dediler. Haberde geldi ki, Allahü teâlâ, Hamele-i Arş meleklerini öldürür. Azrâîli, Mikâîli, İsrâfili ve en sonunda Cebrâîli “aleyhimüsselâm” öldürür ve hepsini derhâl diriltir. Eğer bu haberde [hadîs-i şerîfde] sahîh olmaklık şartları mevcûd ise, hiçbir müslümânın bunda tereddüdünün bulunması câiz değildir. Her ne hâl olursa olsun, onların da öleceğine inanmalıdır. Bunlardan biri ölmez diyen yoldan çıkmıştır.
İlk sûra üfürülüp, her şey öldükten sonraki zamânla, ikinci defa sûra üfürülüp tekrâr dirilme arasında geçen zamâna Berzâh âlemi [perde, vâsıta, geçit zamânı] denir. Berzâh ne dünyâdan, ne de âhirettendir. İkisinin arasını ayıran zamân dilimidir. [Dahâ önce ölenler için Berzâh, kişinin ölümünden tekrâr dirileceği güne kadar geçen zamânın ismidir.]
Berzâh’da ilk olacak şey, Münker ve Nekir’in suâlleridir. Ölüyü kabre koyduklarında, rûhu bedenine getirilir ve iki melek olan Münker ve Nekir kendisine suâl edip: Rabbin kimdir, hangi dindensin, bu zât, yanî Peygamber hakkında ne dersin? derler. Bundan sonra, ölen eğer şakî ise, ona kabir azâbı yapılır. Sa’îdlerden ise, Cennet râhatlığında olur. Münker ve Nekirin suâl sorması ve kabir azâbı sahîh hadîslerle sâbittir.[2]
Mü’min sûresi 46. âyetinde meâlen, “Onlar sabâh akşam o ateşe sokulurlar. Kıyâmetin kopacağı gün de, Fir’avn âilesini en şiddetli azâba sokun denilecek” buyuruluyor. Bütün bunlara inanmak vâcibdir, şartdır. Ölen kişi, tekrâr dirilinceye kadar benzâhdadır. [Berzâhdaki rûhlardan, emre uyanların rûhları, Cennet bağçelerinde ona bakar dururlar; âsîlerin rûhları gökle yer arasında, kâfirlerin rûhları ise, Siccînde kara kuşların kursaklarında bulunur. Yedi kat yerin dibindedirler. Bedenlerine bağlılığı, etin dişe bağlılığı gibidir.] (Fetâvâ-yı birehne). Mü’minûn sûresi 100. âyet-i kerîmesinde de meâlen, “Onların ardında, yeniden dirilecekleri güne kadar devâm eden bir berzâh vardır” buyurulmakdadır.
Mutlak berzâh denen zamân, sûra iki üfürülme arasındaki zamândır. Sahîh hadîslere göre, müddeti 40’dır. Bu hadîslerde, 40’ın, 40 gün mü, 40 ay mı, 40 sene mi olduğu açıklanmadı. Büyük âlimlerden çokları, bunun 40 sene olduğunu söylediler. Herhâlde onlara bu husûsta bir hadîs-i şerîf ulaşmış, yâhud da dahâ önceki peygamberlerin kitâblarından i’timâda şâyân bir yolla kendilerine bir nakil gelmiştir ki, böyle demişlerdir. Allahü teâlâ iki nefhâ [sûra üfürme] arasında insanların çürümüş, dökülmüş, erimiş bedenlerini, ister ateşte yansın, ister suda boğulup, çürüsün, ister toprağa karışıp rüzgârla savrulsun, ister güneş altında eriyip çürüsün, ister toprak altında bitip toprak olsun, tarafından bir emirle, toprağın altında, üstünde, yırtıcı kuşların, kara ve su hayvan ve canavarlarının içinde bulunsa da, bütün cüz’lerini, her parçasını bir araya getirir. Öyle ki, o bedeninden bir zerre eksik ve zâyi olmaz. Böylece bedenler tam evvelki hâllerinde olarak toplanmış, bir araya gelmiş olur. Hattâ sünnet esnâsında, kesilen et parçacığı bile iâde olunur. Tekrâr dirildiği zamân sünnetsiz olarak kalkar ve bedenleri, hiçbir uzuv ve cüz’ü birbirine benzemeyecek şekilde ve eski hâlinden hiç değişmemiş olur.
Berzâh zamânı bitince, İsrâfil aleyhisselâm, Allahü teâlânın emri ile, sûra bir dahâ üfler. Buna dirilme nefhası [üflemesi] denir. Rûhlar sûrun içinde toplanır ve bu üfürülme ile herbiri kendi bedenine gitmek üzere çıkar. Her rûh kendi bedenine gelir ve bütün insanlar Allahü teâlânın emri ile dirilip kalkar. Nitekim bu hâl, Zümer sûresi 68. âyetinde meâlen, “Sûra üflenince, Allahın diledikleri müstesnâ olmak üzere, göklerde ve yerde ne varsa, hepsi ölecektir. Sonra ona bir dahâ üflenince, bir de ne göresin, hepsi ayağa kalkmış bakıyorlar” diye açıkca beyân edilmekdedir. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde, vahşî ve ehli hayvanları da haşredeceğini bildirmekde, hadîs-i şerîfde ise, Resûlullah efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Allahü teâlânın kıyâmetde hayvanlar arasında adâletini izhâr edeceği, hattâ boynuzsuz koyun boynuzlusundan hakkını istiyeceğini haber vermektedir. Yanî vahşî ve ehli hayvanlar haşrolunacakdır. Ammâ hayvanlar mükellef değillerdir. Onların diriltilmesi, insanlar gibi bir dahâ ölmemek, sevâb veyâ azâba düçâr olmak için değil, birbirleri ile hesâplaşmak ve Allahü teâlânın mutlak adâletinin izhârı içindir.
[Ammâ hayvanlara eziyyeti yüzünden insana azâb olur. Dolayısı ile hayvan hakkına çok riâyet etmelidir. Mâdem ki, hak vardır, hak sâhibi de vardır. Hak sâhibinin ise hakkını istemesi adâlettir.] Sonra bütün hayvanlar acı çekmeden, can çekişmeden öldürülürler. Ve toprak olurlar. Hadîs-i şerîfe, “Sonra onlara toprak olun” denir buyuruldu. Ayrıca şunu da söyliyelim ki, Allahü teâlânın hayvanları diriltmesinde, bundan başka hikmetleri de olabilir. Her şeyin en doğrusunu Allahü teâlâ bilir.
O gün Allahü teâlâ herkesi kendi yerinden kaldırır ve herkesin hâl ve amelinin arzı ve hesâbı görülecek yer olan mahşer yerinde toplar. O mevkıfa [durma yerine] Sâhire denir. Nitekim Nâziât sûresi 14. âyetinde meâlen, “Birden bire kendilerini sâhirede [mahşer yerinde] buluverirler” buyurulmaktadır. Sâhire sözlükde, “yeryüzü” manâsındadır. Herhalde ma’nâsı, şimdiye kadar yerin altında olanlar yeryüzünde toplanırlar demekdir. Kimi de Sâhire, Kudüs’e yakın bir yerin ismidir, mahşer orada kurulacakdır demişdir. Nitekim hadîs-i şerîfde, “Mahşer yerini Şâm’da tutun” buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfde sıhhat şartları bulunsaydı, işâreti, Allahü teâlâ o bölgeyi mahşere yetecek kadar genişletir, yâhud da oradan itibâren yeryüzü çekilir, dümdüz edilir olurdu. Hadîs-i şerîfde, “Yeryüzü deri gibi gerilir”, bir hadîsde de, “Mahşer günü halkı gümüş gibi beyâz bir yerde toplarlar, o toprak üzerinde günâh işlenmemiştir” buyuruldu. Kudüs toprağının bu şekilde olmadığı açıkca meydândadır. Aynı zamânda geçmiş ve gelecek bütün insanları alacak kadar geniş değildir. O hâlde bunları ona göre ma’nâlandırmak lâzımdır. Belki de Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mahşer yeri için Beyt-ül-mukaddes [Kudüs] toprağını göstermesi, Allahü teâlânın o araziyi değişdireceğine, küfr ve günâh pisliklerinden de temizleyeceğine de bir işârettir. Nitekim İbrâhîm sûresi 48. âyetinde meâlen, “Yer başka bir yer, gökler başka gökler… hâline getirildiği gün” buyuruluyor. Allah bilir, bizim bundan anladığımız, yeryüzü şimdiki hâlinden değiştirilir. Bu sözümüzün açıklanmasına, o gün dağların yıkılıp engebelerin ortadan kalkması yardımcı olur. Nitekim Hakka sûresi 14. âyetinde meâlen, “Yeryüzü ve dağlar kaldırılıp birbirine tek bir çarpma ile darmadığın edildiği zamân” buyuruluyor. Dağlar hallac pamuğu gibi atılıp, birbirinden ayrılıp, alt üst olurlar. Kârıa sûresi 5. âyetinde meâlen, “Dağların atılmış renkli yüne dönüştüğü gün” buyuruluyor. Yanî dağlar parçalanır da, zerre zerre hâline gelip tozu andırır. Vâkı’a sûresi 5 ve 6. âyetlerinde meâlen, “Dağlar parçalandığı, dağılıp toz dumân hâline geldiği… zamân” ve Tâhâ sûresi 105. âyetinde meâlen, “Ey Resûlüm! Sana dağlar hakkında sorarlar. De ki, Rabbim onları ufalayıp savuracak”, Neml sûresi 88. âyetinde de meâlen, “Sen dağları görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutların yürümesi gibi yürümektedirler” ve Nebe’ sûresi 20. âyetinde meâlen, “Dağlar yürütülür, serâb hâline gelir” buyuruldu.
Dağların değişmelerine âid hâllerden şu bildirdiklerimiz, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde kelimesi kelimesine açıkca bulunmasa da, manâları, meâllerinden okuduğunuz gibi, bunlardır. Muhtemeldir ki, dağların kimi ufalanır, kimi toz hâlini alır ve havada uçuşurlar. Kimi de bulunduğu yerden sökülür.
Maksadımız odur ki, bir kimse Kur’ân-ı kerîmde kıyâmette dağlar hakkında bildirilmiş olanlarda, birisi tatmîn olmayıp, bu muhtelîf hâller kıyâmette nasıl vuku’a gelecek diye, zorlanırsa, bu yazılanlar onu râhatlatsın! Yanî dağlar söküldüğü, vâdîler dolduğu ve binâlar yıkıldığı zamân her yer dümdüz olur. Tâhâ sûresi 106 ve 107. âyetlerinde meâlen, “Rabbim dağları ufalayıp savuracak. Böylece yerlerini dümdüz, bomboş bırakacakdır. Orada ne bir iniş, ne de bir yokuş görebileceksin” buyuruluyor. Yeryüzündeki engeller ve onların arkasındaki Cehennem denizleri kaldırılıp, Cehennem âşikâre olur. Bu durum Nâziât sûresi 36. âyetinde meâlen, “Görene Cehennem açık bir şekilde gösterildiği zamân” olarak bildirilmekdedir. O gün gökler açılacak, gökler ve gökdeki ecrâm, çökecek ve dağılacak. Hakka sûresi 16. âyetinde meâlen, “Gök de yarılır ve artık o gün o, çökmeye yüz tutar” buyuruldu.
Bundan sonra yıldızlar dökülür. Güneş kararır. Gökler alt üst olur, karışır. Düzenleri bozulur. Düzeni bozulan, alt üst olan her gökteki melekler yeryüzüne gelirler. Bunlar Kur’ân-ı kerîmde açıkca vardır. Nitekim Furkân sûresi 25. âyetinde meâlen, “O gün gökyüzü beyâz bulutlar ile yarılacak ve melekler bölük bölük yeryüzüne indirilecekdir” buyurulmaktadır.
Kur’ân-ı kerîmin delîlleri ve beyânlarından açıkca anlaşılıyor ki, gökler ve yeryüzü hakkında anlattıklarımız, kıyâmette dirildikten sonra vuku’a gelecekdtr. Bu vakalar olunca, halk diriltilmiş olup, bunları görecekler ve bu yüzden korkuları dahâ da artacaktır. Bu gördükleri hâllerin dehşeti onları çok etkileyecektir. Hakka sûresi 13-18. âyetleri bunu haber vermektedir: “Artık sûra bir defa üflendiği, yeryüzü ve dağlar kaldırılıp birbirine tek çarpışla çarpılıp darmadağın edildiği zamân, işte o gün olacak olur. Gök de yarılır ve artık o gün o, çökmeye yüz tutar. Melekler onun [göğün] etrâfındadır. O gün Rabbinin Arşını, bunların da üstünde, sekiz melek yüklenir. Ey insanlar, o gün hesâb için huzûra alınırsınız. Size âit hiçbir sır gizli kalmaz.”
Bu âyet-i kerîmelerden açıkca anlaşılmakdadır ki, bu hâdiseler arz günü [kulların hesâb vermek için Hakkın huzûruna çıkarıldıkları gün] olacakdır. Arz ise, tekrâr dirildikten sonra olacaktır. Burada bildirilen nefha [sûra üfürme], dirilme nefhası olan, ikinci defa sûra üfürmedir. Fez’ [feryâd] nefhası da olabilir. Bu nefha ise, dirilme nefhasından sonradır ve o zamân yer ve gök birbirine çarpar. Fez’ [feryâd] nefhasının Kur’ân-ı kerîmdeki yeri ve delîli Neml sûresi 87. âyetidir. Bu âyetde meâlen, “Sûra üfürüldüğü gün, Allahın diledikleri müstesnâ, göklerde ve yerde bulunanlar hep dehşete kapılır. Hepsi boyunları bükük olarak Ona gelirler” buyuruldu.
İnsanlar mahşer yerinde toplanıp, kıyâmetin bütün korkulu hâllerini gördüklerinde, Allahü teâlânın dilediği zamâna kadar ayakta oldukları hâlde kalırlar. O sırada Cehennemin harâretinden hava o kadar ısınır ki, insanlar ter içinde kalırlar.
Hadîs-i şerîfteki, güneş tepelerine çok yaklaştırılır beyânı, gökler yarıldığı zamân olur. Eflâkın çöker gibi olması ise, güneş kararmadan, gökler alt üst olmadan öncedir.
Mevkıfda Allahü teâlâya kulların arzı uzun sürer. Çok daralıp çâresiz kalırlar. Susuzlukları dayanamayacak hâl alır. O zamân insanlar Âdem aleyhisselâma baş vurup, şefâat buyurmasını ve kulların hesâba çekilmesini, haklarında hüküm verilmesini isterler. Âdem aleyhisselâm, Nûh aleyhisselâma gitmelerini, o da İbrâhîm aleyhisselâma mürâcaat etmelerini, İbrâhîm aleyhisselâm Mûsâ aleyhisselâma, O da Îsâ aleyhisselâma, Îsâ aleyhisselâm da Peygamber efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” baş vurmalarını ve Onun şefâatı ile büyük mahkemenin başlamasını buyururlar. Bunlar hep hadîs-i şerîfte bildirilmiştir.
Bundan sonra insanların amel defterleri sağ veyâ sol taraflarından uçarak gelir. Sa’îdlerin [iyi kulların] amel defterleri sağ ellerine, şakîlerin [kötülerin] amel defterleri sol ellerine verilir. Herkese, İsrâ sûresi 14. âyetinde bildirildiği gibi, “Amel defterini oku!” denir. Amel defterlerinin verilmesindeki hikmet, insanlar tekrâr dirildiklerinde, dünyâda iken yaptıklarını unuttuklarından, hâtırlamalarıdır. Nitekim Mücâdele sûresi 6. âyetinde meâlen, “Allah onların yaptıklarını tek tek sayar, hâlbuki onlar unutmuşlardır” buyuruldu.
Kıyâmetin şiddeti onlara dokunup, hayret ve dehşetleri artınca, Hak teâlâ bu amel defterleri ile, onları yaptıkları iyi ve kötü amellerine vâkıf kılıp, onlar da yaptıklarını hâtırlarlar. İyi amel işleyenler sevâblarına sevinir. Kötü amel işleyenler, günâhları sebebi ile korku içinde olurlar. Çünki yapacak hiçbir şeyleri, hiç bir çâreleri yoktur. Azâb korkusu ve kıyâmet sıkıntısı onları kaplar. Sevâbı çok olanların sevinci bir nev’i mükâfât olduğu gibi, bunların hâli de bir çeşit azâbdır.
Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin açık beyânlarından anlaşılıyor ki, amel defterleri açıkca görülecek ve sâhiblerinin amelleri orada yazılı olacaktır. Öyle ki, defterine baktığı zamân amellerini orada bulacaktır. Bu zâhir nassları hakîkî manâlarından çevirip, başka ma’nâya yorumlamak câiz değildir. Bunlar aklî olacakdır, hissî değil demeleri şeklinde söylenen te’vîller ve benzeri manâlandırmalar, Allahü teâlâdan ve Resûlullahdan bize gelenlere uymamaktadır. Böyle te’vîl yapanlar dalâlettedir ve cesedlerin haşrını inkâr eden bâtıl mezhebin şubelerindendir.
Amel defterlerinde yazılı olanları gördükten sonra hesâplaşma olur. Muhâsebenin, amel defterlerinin herkese verildikten sonra olmasının delîli şu âyetlerdir: “Kimin kitâbı sağından verilirse, kolay bir hesâbla hesâba çekilecek ve sevinçli olarak âilesine dönecektir. Kimin de kitâbı arkasından [veyâ solundan] verilirse, derhâl yok olmağı isteyecek, alevli ateşe girecek…” [İnşikâk sûresi, 7-12. âyetleri].
Hesâb vaktinde Peygamberleri ve şâhidleri hâzır bulundururlar. Zümer sûresi 69. âyetinde meâlen, “Yeryüzü Rabbinin nûru ile aydınlanır, kitâb konulur, peygamberler ve şâhidler getirilir ve aralarında hakkâniyyetle hüküm verilir. Onlara aslâ haksızlık edilmez” buyuruldu ki, bunu haber veriyor. Buradaki şâhidlerden murâd, kişinin amellerini yazanlardır ve melekler bugün görünürler. Furkân sûresi 22. âyetinde meâlen, “Melekleri görecekleri gün, günâhkârlara o gün hiçbir sevinç haberi yoktur ve ‘Size sevinmek, yasaktır, yasak!’ diyeceklerdir” buyurulmaktadır.
Peygamberler ise, “Allahü teâlâdan bize ne geldiyse, hepsini size ulaştırdık” diyecekler. Melekler, yaptıklarına şâhidlik edecek ve yine o gün, kişinin yaptıklarına kendi uzuvları şâhidlik edecektir. Nûr sûresi 24. âyetinde meâlen, “Yapmış olduklarına, dilleri, elleri ve ayaklarının aleyhlerinde şâhidlik edeceği gün, onlar için çok büyük bir azâb vardır” ve Fussılet sûresi 21. âyetinde meâlen, “Derilerine, niçin aleyhimizde şâhidlik ettiniz, derler. Onlar da herşeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu. İlkin sizi O yaratmıştır; yine Ona döndürülüyorsunuz derler” buyuruldu ki, bunu açıkca bildirmekdedir.
Amel defterini okurken ve şâhidler şâhidlik ederken o kul, harâmları işlemekde ısrâr üzere olduğu gibi, inkârında ısrâr edebilir. Bunun için Allahü teâlâ, kendi uzuvlarına yapdıklarını söyletip, Allah katında rezîl ve rüsvâ olur. Aynı zemânda mümkündür ki, dünyâda kötü ameller işleyip, karşılık olarak hiç azâbı ve amel defterlerinin verilip, okuduğu zamân rüsvâ olacağını düşünmeyen, ulu orta günâh işleyip, insanlardan gizlemeyen ve utanmayanların cezâ ve azâblarını artdırmak ve alenî işledikleri günâhları, a’zâlarının açıkca söylemesi ile şiddetlendirmek olur.
Muhâsebe demek, kulların yaptıkları iyilik ve kötülükleri bilmeleri ve bir ömrü ne ile geçirdiklerini tekrâr görmeleridir. Her işi, her yapdığı, o kadar açığa vurulur, kendisine bildirilir ki, bir hardal tânesi kadar şey ihmâl edilmez. Nitekim Enbiyâ sûresi 47. âyetinde meâlen, “Kıyâmet günü için adâlet terâzîleri kurarız. Kimseye, hiçbir şeklde haksızlık olunmaz. Yapılan iş, bir hardal tânesi kadar olsa, onu terâzîye getiririz. Hesâb gören olarak biz herkese yeteriz” buyurulmaktadır. Allahü teâlâ, halkı hesâba çekeriz manâsında En’âm sûresi 62. âyetinde meâlen, “Bilesiniz ki, hüküm yalnız Onundur ve O hesâb görenlerin en çabuğudur” buyuruyor. Bu demektir ki, Allahü teâlânın ilminde bütün kulların hesâbını görmek, bir kişinin hesâbını görmek gibi olup, hepsine bir ânda hitâb eder
ve hepsinin hesâbını aynı ânda yapar. Birinin hesâbı diğerine ma’nî olmaz. Nitekim bütün insanları yaratması ve öldükden sonra diriltmesi bir kişiyi yaratması ve tekrâr diriltmesi gibidir. Lokmân sûresi 28. âyetinde meâlen, “Ey insanlar, sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir” buyuruldu.
Muhâsebenin nasıl yapılacağına dâir kesin konuşmamalıdır. Ammâ bazı âlimler buyurmuşlardır ki, Allahü teâlâ, mükellef olanların muhâsebesini bizzat kendisi yapar. Bazıları ise, Allahü teâlânın emri ile suâl melekleri halkın hesâbını görürler. Her kişi için bir melek ta’yîn edilir ve hepsinin hesâbı kısa zamânda yapılır, dediler. Bazıları da, Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde bildirdiği gibi, Kıyâmet günü, Allahü teâlâ, gazab ve azâbına düçâr olanlarla konuşmaz, ammâ râzı olduğu kulları ile konuşur dediler. Hadîs-i şerîfde, “Sizden hiçbiriniz yoktur ki, Allahü teâlâ onunla konuşmasın ve Hak teâlâ ile kulu arasında tercumân bulunmaz” buyuruldu. İşte bu tabakada [derecede] bulunanların hesâbını Allahü teâlâ görür ve hesâbları kolay geçer. Hak teâlânın gazab ve azâbına lâyık olanların hesâbını ise, meleklerin yapmasını emreder. Bu beyânların hiçbirinde bir halel [sakatlık ve yanlışlık] yoktur. Ammâ bunlardan birine kesin olarak karar vermek doğru değildir.
Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anlaşılıyor ki, mü’minlerden bir kısım mes’ûdlar vardır ki, hesâpsız Cennete girerler. Onlar tevekkülü sağlam olanlardır. Kiminin de hesâbı hafîf ve kolay olur. Bazılarının muhâsebesi sıkı olup, hesâbları şiddetli ve zor olur. Bu kısmdakilerden bazısı, mü’minlerin fâsıkları, bazısı da kâfirlerdir. Demek ki, insanlar hesâbda üçe ayrılmaktadır. Bununla birlikde mü’minlerin fâsıklarının hesâbı, kâfirlerin hesâbı kadar şiddetli ve çetin değildir. Bütün kâfirler hesâba çekilecektir. Bazı âlimler demişlerdir ki, mü’minlerden bazısı, Allahü teâlânın rahmetine çok yakın olup, hesâbsız Cennete gitdikleri gibi, kâfirlerden de bazısı Allahü teâlânın gazâbına yakın olup, hesâbsız Cehenneme gönderilir. Ammâ amellerin tartılması hakkındaki âyetlerden anlaşılıyor ki, bütün kâfirlere hesâb olacak ve bir başka âyet-i kerîmede meâlen, “Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsini yaptıklarından sorguya çekeceğiz” [Hicr sûresi, 92-93. âyetleri] buyuruldu. Bir başka yerde de, “Onları tutun. Çünki onlar sorguya çekileceklerdir!” [Sâffât sûresi, 24. âyeti] buyurulmaktadır. Bazıları da, şu âyet-i kerîmeyi delîl göstererek, kâfirlerin hesâb sorulmadan Cehenneme gönderildiklerini söylediler. (Kâfirlerden günâhları sorulmaz.) [Kasas sûresi, 78. âyeti.]
Bu âyetlerin arasını bulmak için deriz ki, sorguya çekilirler denilen yerde, onlara Allahü teâlâdan ve Peygamberinden sorulur demektir. Sorulmaz denilen yerde, yanî diğer günâhları sorulmaz demektir. Çünki kâfir oldukları sâbit olunca, Cehenneme gitmeleri gerekli olur. “Kâfirlerden günâhları sorulmaz”dan murâd, azâb melekleri kâfirleri simâlarından tanır, bunun için onlara ne yaptın diye sormağa hâcet yoktur demekdir.
Muhâsebeden sonra sıra amellerin dartılmasına gelir. Amellerin tartılması demek, miktârlarının belli olması, hayrın şerden [iyiliğin ve sevâbın, kötülükten ve günâhtan], insanların gözleri önünde ayrılmasıdır. Allahü teâlânın sevâb hâzırladıklarının amelleri tartılacak demek, hayrlı amelleri dartılacak demektir. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde amellerin tartılmasını haber vermekde, hayrı ve sevâbı ağır gelenlerin kurtulacağını bildirmekde ve Mü’minûn sûresi 102. âyetinde meâlen, “Kimlerin sevâbları ağır basarsa, asıl kurtuluşa erenler bunlardır” buyurmaktadır. Terâzîde sevâb kefesinde hiç hayır ve sevâb bulunmıyanlar ise, sonsuz olarak Cehennemde kalacaklardır. Nitekim Mü’minûn sûresi 103. âyetinde meâlen, “Kimleri de dartıları hafîf gelirse, kendilerine çok yazık etmiş olup, ebedî Cehennemdedirler” onların hâlleri haber verilmekdedir.
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîflerinden anlaşılmış oluyor ki, bu iki kısmın dışında bir kısım insanlar dahâ vardır ki, onlara Muhlîsler [ihlâsa muhtâclar] denir. Îmânları vardır, ammâ kötü ameller işlediklerinden, azâba müstehak olmuşlardır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde hasenâtın seyyiâtla [sevâbların günâhlarla] dartılacağını bildirmekde ve Zilzâl sûresi 7 ve 8. âyetlerinde meâlen, “Kim zerre miktârı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar şer işlemişse onu görür” buyurulmakdadır ki, bunu haber vermektedir.
Buradan anlaşılmış oldu ki, amellerin tartılmasında halk üç kısımdır:
Sâbıklar [en önde olanlar], muhlîsler [ihlâsa ihtiyâcı olanlar] ve kâfirler.
Sual: Kâfirin, kıyâmette rahmetden nasîbsiz ve hiç sevâbı bulunmayınca, amellerinin tartılmasındaki hikmet, fayda nedir, denirse?
Cevap: Kâfir de, Allahü teâlâ katında kurbet [sevâb] olan, müslimânların amellerinden birkaçını yapabilir. Meselâ sıla-i rahm [akrabâ ziyâreti ve onlara yardım], insanlara iyilik, za’îf ve hastalara yardım ve benzeri iyilikleri yapar ve bunların terâzîde dartıya gireceğini zanneder. Ammâ îmânı olmadığından, bunların bir ağırlığı olmaz. Nitekim Allahü teâlâ Furkân sûresi 23. âyetinde meâlen, “Onların [kâfirlerin] yaptıkları herbir iyi işi ele alırız ve bu iyiliklerini saçılmış zerreler hâline getiririz [değersiz kılarız]“ buyurmaktadır ve bununla, kâfirlerin misâfire ikrâm, akrabâyı ziyâret gibi iyi davranışlarının, îmân etmemiş olmaları sebebiyle boşa gideceği, işe yaramaz mu’âmelesi göreceği anlatılmaktadır.
Amellerin tartılması husûsunda bir çeşitten dahâ bahsedilebilir. O da şudur ki, kâfirlerin sevâbı olmasa da, azâbları bir değildir. Nisâ sûresi 45. âyet-i kerîmesinde meâlen, “Şüphesiz, münâfıklar Cehennemin en alt katındadırlar. Artık onlara aslâ bir yardımcı bulamazsın!” buyuruldu ki, bunu bildirmekdedir.
Anlaşıldı ki, kâfirler de küfürde bir olmayıp, ayrı ayrıdırlar. Şöyle ki, her şeyi inkâr edenle, her şeyi yaratanı kabûl edip, bu kabûlünde bir bakımdan küfre giren bir değildir. Putperestle, Allahü teâlânın varlığını ve birliğini kabûl edip, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” peygamberliğini inkâr eden yine bir değildir. O hâlde Allahü teâlânın kâfirin küfrünü de terâzîye koyması ve şiddeti sebebi ile tartması mümkündür. Dartı esnâsında azâbının ne kadar olacağı herkes tarafından görülür. Aynı şekilde insanların yakînleri [inanç ve kabûlleri] farklı olduğu gibi, yaptıkları amel ve işlerde de niyetleri ayrı ayrıdır. Tartılınca, bunların miktârları da ortaya çıkar. Sevâblarının da ona göre farklı olduğu görülür. Hiç kötülük yapmamış olanın amellerinin dartılması, yanî hep sevâb işlemiş olanın sevâblarının tartılmasındaki fayda da, aynı şekilde ortaya çıkar.
Ameller nasıl tartılacak, tartıda ne biçim bir metod uygulanacak; bu konuda çok çeşitli söylemişlerdir. Allahü teâlânın kelâmının ve Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîflerinin beyânı gösteriyor ki, kıyâmette gerçekten terâzîler olacak ve her terâzînin biri nûrdan, diğeri zulmetden iki kefesi bulunacak. Nûrdan olan sevâbların, zulmetten olan günâhların tartılması içindir. Veznin nasıl olacağına dâir ise, iki ayrı deyiş vardır: Biri, Allahü teâlâ kulun iyi veyâ kötü ameli kadar bir ağırlık diğer kefeye koyar ve onunla tartar. Diğeri, sevâb defterini, sevâbları miktârınca ağır, günâh defterini, günâhı miktârınca hafîf yapar. İkincisi birincisinden evlâdır. Çünki bu husûsda Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” sahîh hadîse ulaşmışız. O hadîs-i şerîfte buyurmuştur ki: “Kıyâmet günü bu ümmetin herbiri için terâzînin bir kefesine 99 defter, diğer kefesine de, üzerinde EŞHEDU EN LÂ İLÂHE İLLALLAH VE EŞHEDU ENNE MUHAMMEDEN ABDUHU VE RESÛLÜHU yazılı küçük bir sahîfe konur ve tartılırlar. O kadar defter hafîf, küçücük bir sahîfe ise ağır gelir.”
Bir kısım âlimler, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde bildirilen amellerin Tartılmasından murâd, bazı amellerin diğer bazı ameller ile berâber olması, ziyâde ve noksanları Allahü teâlânın meleklere ve peygamberlere vermiş olduğu ilimle bilinmesidir. Biz bugün bunu bilebilecek bir usûle sâhib değiliz. Bu îzâh muhtemelen doğru olsa da, huccet ve delîl bulunmadan Allahü teâlânın açık kelâmını ve Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” seçik beyânını geri itemez. Zîrâ bizim aklımız onun hakîkatini anlıyamaz. Bunun için bu gibi meselelerde huccet, bundan önce bildirdiğimiz gibi Resûlullahdan bize gelenleri, aklımızla anlayamasak da, kabûl etmemizin vâcib olmasıdır. İslâm milleti [dîni] üzerinde olmayana söylenecek söz, Hak teâlânın tevhîdi ve Habîbinin peygamberliği hakkında olmalıdır.
Şunu da bilmek lâzımdır ki, sevâbların tartılmasında, Allahü teâlânın rızâsı katındaki mevkı’ine [yerine] bakılır. Günâhların tartılmasında da esâs, Allahü teâlânın rızâsızlığındaki yeridir. Meselâ, bir insan bir tâ’at işler, bunu yaparken Hak teâlânın rızâsından başka hiçbir maksadı olmaz ve Hakkın sevgisini bu tâ’atte bilir; o tâ’at için Peygamber efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” mutâbeat şartını gözetir ve buna rağmen belki kabûl edilmez diye korkudan titrer. Bir başkası da aynı ameli, cezâ korkusuyla işler ve sünnet ve edeblerine riâyeti hâtırına getirmez. Onun bu amelinde kalb huzûru az olur. Kabûl olunup olunmadığından endîşe etmez. Her ne kadar bu iki kişi ameli yerine getirmekte berâber ise de, Hakkın rızâsı makâmına erişmekde berâber değillerdir. Ve elbette sevâbları da eşit olmaz.
Amel bir, sevâb farklı olunca, amellerin tartılmasında mu’teber olan, amelin sûreta, şeklen yapılması değil, Allahü teâlânın rızâsını celb edecek mevkide bulunmasıdır. Bunun gibi, bir kimse bir günâh işler ve günâha öyle alışır ve öyle bir arzû ile dalar ki, Allahü teâlânın men etmesini hâtırına getirmez ve o çirkin işi işlerken Allahü teâlânın azâbından korkmaz, sonunu hiç düşünmez ve işlediği işin zevki ile yaşar, bir başkası da aynı günâhı işler, fakat kötü bir iş yapdığını bilir ve ondan korkar, canı sıkılır ve hemen tevbe eder, pişmân olur. İşte bunlar aynı günâhı işlemiş olsa da bir değillerdir. Birincisinin günâhı ikinciden dahâ büyüktür. Başkalarını da bu misâllere benzetip, amellerin tartılmasında muteber olanın, rızâ-ı ilâhîde ve gadab-ı ilâhîdeki mevkisi olduğu anlaşılır.
Bundan sonra Sıratdan geçmek gelir. Sırat, Allahü teâlânın arz ve hesâb yerinden Cennete kadar uzatdığı yoldur. Cehennem Sıratın altındadır. Bunun için Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Sırata Cehennem köprüsü demişdir. Kur’ân-ı kerîmden açıkca anlaşılıyor ki, Cennet Sidret-ül müntehâ yanındadır. Hadîs-i şerîfden öğreniyoruz ki, Sidre yedi kat gökün üstünde ve Arşın altındadır. Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîfden açıkca anlaşılıyor ki, Cehennem bu dünyânın altındadır. Kıyâmetde gökler hareket edip, çökmeğe yüz tutunca, Cennet ortaya çıkar.
Cennetin dereceleri vardır. Kullar, ma’rifet ve ibâdetteki derecelerine göre Cennetin derecelerinde bulunurlar. Hak teâlâ kıyâmet günü Cenneti Cennet ehline yaklaşdırır. Kur’ân-ı kerîmde Kaf sûresi 31. âyetinde buna işâret ile meâlen, “Cennet takvâ sâhiblerine yaklaştırılır; onlardan uzakta olmayacaktır” buyurulmakdadır.
Yeryüzü bu şeklinden değişdirilip, dahâ önce söylediğimiz gibi, dağlar ve vâdîler düzeltilip, engeller kalkınca ve Cehennemin coşmasından, yıldızların dökülmesinden ve denizlerin kurumasından sonra hepsi ateş olurlar. Nitekim Allahü teâlâ Tekvîr sûresi 6. âyetinde meâlen, “Cehennem açık bir şekilde ortaya çıkdığı zamân” buyurdu ki, onlar yer yüzünde arz ve hesâbda olurlar. Üstlerinde Cennet, altlarında Cehennem bulunur. İş böyle olunca, Cennet ehlinin kendi menzillerine [yerlerine] gitmesi için bir vâsıta gerekir. İşte o Sıratdır. Allahü teâlâ Sıratı bir köprü gibi, mahşer yerinden Cennete doğru uzatmışdır. Herkes muhakkak bunun üzerinden geçecek, altında bulunan Cehennemi görecektir. Belki de Hak teâlânın Kur’ân-ı kerîmde, siz hepiniz Cehenneme uğrarsınız buyurması, buna işâretdir. Çünki herkes Sıratdan geçecek ve Cehennemi görecekdir. Meryem sûresi 71. âyetinde meâlen, “İçinizden oraya [Cehenneme] uğramıyacak hiçbir kimse yoktur. Bu Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür” bunu haber vermektedir.
Mutlak se’âdet ehli ve tertemiz olanların kıyâmete gelmesi ve Sıratı geçmesi böyle olur. Onlara Cehennemden keder ve sıkıntı hiç ulaşmaz. Cezâya mustehak olanlar ise, Sırattan Cehenneme düşerler. Hayâtlarının sonunda Hak teâlâya şirk koşmamış olanlar, Hak teâlânın dilediği kadar müddet Cehennemde kalıp, sonunda çıkarılır ve kurtuluşa ererler. Müşrikler, yanî Hak teâlâya ortak koşanlar, sonsuz olarak Cehennemde kalır.
İnsanların Sıratdan geçişleri, islâmdaki makâm ve mertebelerine, Allahü teâlâya karşı kulluklarını yerine getirmelerine göredir. Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem”, “Kimi Sıratı şimşek gibi, kimi rüzgâr gibi, kimi koşar at gibi, kimi rahvân at gibi geçer. Kimi düşe kalka gider. Kimi de ateşe düşer” hadîs-i şerîfi buna işâretdir. Herkesin nûru ve ışığı, Hak teâlânın ma’rifetinden ve sâlih amellerden nasîbi kadar olur. [3]
Sıratı anlatan hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, “Sıratın yüksek tarafı Cennete, alçak tarafı yeryüzüne bağlıdır.” Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, dahâ önce dediğimiz gibi, Sırat aşağıdan yukarıya doğru çıkan bir yoldur. Ehl-i sünnet itikâdına göre, bu yol, bilinen bir yol olup, insanlar onu görürler ve maddî olarak ondan geçerler. İslâm dîninden önce geçmiş bütün hak dinlere mensûb olanlar da, bu anlattıklarımızda aynı itikâdda idiler. Onların peygamberleri de kendilerine böylece bildirmişlerdi. Ve hepsinden sonra gelen, peygamberlerin sonuncusu Muhammed Mustafâ “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem” de bunları haber verdi ve o kadar açık konuştu ki, hiç bir şekilde şüpheye yer kalmadı. Anlaşıldı ki, bütün bunlar hakîkatdir, mecâz değildir. Onun sözleri ise haktır ve kabûlü farzdır.
“Sırat kıldan ince, kılıçtan keskin ve geceden karanlıktır” hadîs-i şerîfini bazı akâid âlimleri, Sırat hakkında bildirdiğimiz diğer hadîsler arasında bildirmiş iseler de, bu hadîsin âlimlerce sübûtü ve ittifâkı diğer hadîsler gibi değildir. Şunu da bilmelidir ki, gaybî şeyleri bilmek, Resûlullahın yolundan başka bir yolla mümkün değildir. Bizim için kat’î sahîh olanları bildirmek uygundur. Hadîs âlimlerinin ve vahy emînlerinin ihtilâf etdikleri ile ittifâk etdiklerini bir tutmamalıdır. Hadîs imâmlarından ve hâfızlarından bildiriliyor ki, “Sırat kıldan ince ve kılıçdan keskindir” sözü, Sırat hakkında sâbit değildir. Yine hadîs-i şerîfde şöyle gelmişdir, “Melekler Sıratın iki tarafında dururlar.” Bir hadîs-i şerîfte de, “Sıratın sağında ve solunda insanları tutan çengeller olur. Sırat üzerinde demirden üç köşeli engeller bulunur. Sırat üzerinden geçenlerden kimi selâmetle gider ve hiç eziyyet görmez. Kimi o çengellere takılır, yara bere içinde kalır, ammâ yine Cehennemden kurtulur. Kimini de o çengellerle Cehenneme atarlar” buyuruldu. Yine bir hadîs-i şerîfte geldi, “Bir kişi olur ki, Sırat üzerindeki nûru [ışığı] iki adımını koyacak yer kadar olur.” Yine hadîs-i şerîfte geldi, “Sırattan geçenlerin bir kısmı yüzü üstü sürünerek gider; tıpkı ayağı olup da ayağa kalkamayan insan gibi.” Yine hadîs-i şerîfde geldi, “Sırat üzerinde karnının üstüne sürünerek gider.” Bütün bu hadîsler Resûlullahdan sâbit olmuşdur. Bu hadîs-i şerîfler Sıratı öyle anlatıyorlar ki, bu manâlar, Sıratın kıldan ince olmasıyla uyuşmuyor. O hâlde büyük âlimlere göre bu hadîs olarak kesinlik kazanmadığından ve manâsı, bildirdiğimiz şu sahîh hadîslerle bağdaşmadığından, bu sözü bırakmalı, dile almamalı, yanlışdır da dememelidir. Ammâ tevâtürle bildirilen diğer hadîslere uydurmak için te’vîl etmek uygun olur. Selef âlimlerinden bazısı bu gibi yerlerde te’vîli beğenmişler ve böylece hadîs-i şerîflerin manâları, birbiriyle çatışıyor yanlış düşüncesinden, insanları kurturmalıdır demişlerdir. Bu, hadîs-i şerîf ise, te’vîli şöyle olur. Hak yolda yürümek ve Sıratı geçmek kıldan incedir. Yanî Sırat üzerinden geçmenin kolaylığı ve zorluğu ma’rifet ve ibâdet, küfür ve masiyyete göre olacakdır. Bunun hudûdunu da Allahü teâlâdan başka kimse bilemez. Eğer insanlar bu ma’nâlandırmayı anlayacak ilim, akıl ve idrâkde değil iseler, şöyle inanmalılar ki, eğer bu sözler Resûlullahdan sahîh iseler, kabûlü üzerimize farzdır ve Resûlullahın bildirdiği her şey hakdır, bunlarda ihtilâf olmaz. Eğer bizden bir ihtilâf görünüyorsa, aklımızın onun hakîkatine varamadığındandır. Resûlullahın murâdı ne ise, öylece kabûl etdik ve inandık.
Bundan sonra, halkın Cennete ve Cehenneme girmeleri gelir. Cennet güzel, hoş, nûrlu ve râhat bir âlem olup, rûha ve cisme hitâb eden ni’metleri son derece güzel ve latîfdir. Ni’metleri ve râhatlıkları ve huzûru kemâlde olup, her lezzet ve zevk, rûhânî olsun, cismânî olsun hâzırdır. Orada rûha ve bedene hiçbir eziyet yoktur. Orada fânîlik yoktur. Cennetdekilerin hayâtı, zevkleri, râhatlık ve ni’metleri sonsuzdur. Cennet ehli Cennetten başka yere gitmezler, Cennetten hiç çıkmazlar. Allahü teâlâ Cenneti, kendi dostları, sevdikleri için yaratdı ve hâzırladı. Cennetin dereceleri çoktur. Kimi kiminden dahâ üstündür. Allahü teâlâya kulluklarına göre, Cennetin derecelerinde bulunanlar olacaktır. Cennet kelimesi yalnız olarak geçdiğinde kasd edilen bu anlatdığımız güzel âlemdir. Cennetler dendiğinde murâd, peygamberlerin ve mukarreblerin [büyük âlimlerin, evliyânın, şehîdlerin ve benzerlerinin] bulunacağı mertebeleridir. Mü’minlerin Cennetteki yerleri ise, derecelerine göre ni’met ve lezzetlerdir. Yükseklikleri herkesin hâline göre farklıdır.
Cehennem, karanlık ve ateşle dolu bir yerdir. İnsanın istemediği herşey orada vardır. Cisim ve rûhla alâkalı çeşit çeşit azâblar yeridir. Cennetin yukarıya doğru mertebe ve dereceleri olduğu gibi, Cehennemin de birbirinin altında dereceleri vardır. Dahâ aşağıda olanın azâbları da dahâ şiddetlidir. Cehennem de sonsuzdur. Allahü teâlâ Cehennemi düşmanlarına ve mü’minlerden kendine isyân edenlerden dilediklerine azâb etmek için yaratmıştır. Îmânsız ölenler, yanî küfr üzere ölenler hiçbir zamân Cehennemden çıkmaz ve azâbdan kurtulmazlar. Îmânlı olup da, günâhları sebebiyle Cehenneme girenler, günâhları miktârınca azâb görür ve sonunda çıkar.
Buraya kadar öbür dünyâ hâllerinden anlattıklarımız, Kur’ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden, peygamberlerin haberlerinden ve Ehl-i sünnetin büyük âlimlerinin sözbirliklerindendir. Bu şekilde bildirilmiş olanları tasdîk ve kabûl etmedikce âhirete îmân edilmiş olmaz.[4]
[1] İbni Abbâs “radıyallahü anh” bildirir: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbına buyurdu ki: Kardeşleriniz Uhud günü şehîd olduklarında, Hak teâlâ onların rûhlarına Cennetin semâsında [havâsında] uçmakta olan yeşil kanadlı kuşların kursaklarında yer verdi. Tûba ağacının dallarında yuva yaparlar, Firdevs ırmaklarından içerler. İstirâhat etmek istedikleri zamân, Arşın altında asılı bulunan altın kandillerde uyurlar. Ve derler ki, yâ Rabbî, bizim dostlarımıza ve kardeşlerimize, kavuştuğumuz ni’met ve saâdeti haber ver de, onlar da cihâda ve şehîd olmağa rağbet etsinler. Allahü teâlâ onların kavuşduğu hâlleri bildirmek için bu âyet-i kerîmeyi indirdi. Yâhud Ensârdan Câbir hazretlerinin babası şehîd olmuştu. Allahü teâlâdan, yâ Rabbî, beni tekrâr dünyâya gönder de, bir dahâ şehîdlik şerbetini tadayım diye istedi.
İlâhî emr geldi ki, ezelde bir dahâ geri dönmeyeceğin takdîr olundu. “O hâlde, yâ Rabbî, bana verilen ni’met ve sonsuz saâdetden din kardeşlerimi haberdâr et” dedi ve onun üzerine bu âyet-i kerîme indirildi. Ya’nî her sene onlara cihâd sevâbı tekrârlanır, yâhud toprak onların bedenlerini yemez, yâhud şehîdler diğer ölüler gibi yıkanmaz, kefenlenmezler, yâhud ziyâretcilerinin selâmlarına cevâb verirler. (Mişkât)
[2] Meleklerin kabirde suâl sorması da hakdır. Bu husûsda tevâtür derecesine varmış çok hadîs-i şerîfler vardır. Bunlar arasından suâllerin bazısını bildiren bir tânesini seçtik. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ölü kabre konunca, yanına gözleri gök iki siyâh melek gelir. Bu meleklerden birine Münker, diğerine Nekir denir. Kabrde bulunan kula, “Bu zât [Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”] için ne dersin?” diye sorarlar. Ölen mü’min ise, O, Allahın kulu ve Resûlüdür. Şehâdet ederim ki, Allahdan başka ma’bûd yoktur. O birdir, ortağı, eşi, benzeri yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed aleyhisselâm onun kulu ve resûlüdür, der. O iki melek, “Biz senin böyle söyliyeceğini biliyorduk” derler. Sonra kabri enine boyuna yetmişer arşın genişler ve aydınlanır. Sonra ona, “Uyu” denir. Çoluk-çocuğumun yanına döneyim, der. Ona nerede olduğunu bildirirler. Sonra kendisini en çok sevdiği ehlinden başkasının uyandırmadığı bir yeni evli hâliyle uyu derler. Böylece tekrâr dirilinceye kadar yatdığı yerde uyur. Münâfık ise, İnsanlardan işitdim, bir söz söylerlerdi, ben de söylerdim. Ammâ ne söylediğimi bilmezdim, der. O iki melek, “Biz, zâten senin böyle cevâb vereceğini biliyorduk” derler. Toprağa, ona dar ol, onu sıkışdır denir. Toprak onu öyle sıkar ki, kaburga kemikleri birbirine geçer ve bu hâl, dirilip, kabrinden kalkıncaya kadar devâm eder…) Melekler mü’mine süâl sorarken yumuşak, kâfire ise sert davranırlar. Herkese süâl, kendi dili ile olur.
(Sirâc-ül Akâid)
[3] Sırat, Cehennemin üzerinde bir köprüdür. Kıldan ince, kılıçdan keskindir. Bütün insanlar ondan geçecekdir. Cennetle mevkıf [arz ve hesâb yeri, mahşer] arasını birbirine bağlar. “Sizden oraya [Cehenneme] uğramayacak hiçbir kimse yoktur” [Meryem sûresi, 71. âyeti], “O zamân Sıratı [doğru yolu] bulmağa koşuşurlar” [Yâsin sûresi, 66. âyeti], “Onlara Cehennemin yolunu gösterin” [Sâffât sûresi, 23. âyeti], “Allah takvâ sâhiblerini kurtuluşa erdirir. Onlara hiçbir fenâlık dokunmaz. Onlar mahzûn da olmazlar” [Zümer sûresi, 61. âyeti], “Allahdan sakınanları kurtarırız; zâlimleri de diz üstü çökmüş olarak orada [Cehennemde] bırakırız” [Meryem sûresi, 72.] âyet-i kerîmeleri onun hakkındadır.
Hadîs-i şerîfde, “Sırat kıldan ince, kılçdan keskindir. Bütün halk ondan geçer”, bir rivâyetde, “Peygamberlerden ilk önce Sıratdan geçen ben olurum…”, bir rivâyetde de, “İlk geçen ben ve ümmetim oluruz…” buyurulmuştur. Bir rivâyetde Sıratın uzunluğu, üç bin senelik yoldur. Bini çıkış, bini iniş, bini de düzdür. Birinci kısmda Cebrâîl aleyhisselâm, ortada Mikâîl aleyhisselâm, insanlara ömürlerini ne işde harcadıklarından, gençliklerini neyin peşinde geçirdiklerinden sorarlar. Her tarafında mahmuzlar bulunur. Yakalamakla me’mûr oldukları kimseleri tutarlar. Kimi bir ânda Sıratı geçer, onlar onyedibin kişi, Peygamberler ve sıddîklardır. Kimi şimşek gibi geçer, bunlar sâlih amelleri çok olanlardır. Kimi kuvvetli esen rüzgâr gibi geçer. Velhâsıl mü’minlerden her biri amellerindeki ihlâsları ve harâmlardan sakınmadaki derecelerine göre süratli veyâ yavaş geçerler. Kimi kuş gibi, kimi dört nala koşan at gibi, kimi rahvân at yürüyüşü ile geçerler. Kimi düşe kalka, dikenler ve mahmûzlar tarafından hırpalansa da, Cehenneme düşmekden zorla kurtulup geçer. Yıllarca Sırat üstünde oyalanır. Kimi de, kâfirler ve münâfıklar gibi, bir dahâ çıkmamak üzere Cehenneme düşer. Kimi de Allahü teâlânın dilediği zemân kadar Cehennemde azâb görüp, sonra kurtulur. Mü’minlerden âsî olanlar böyledir.
[4]20 kişinin veyâ bundan çok veyâ az kimsenin bir araya geldiği yerde içlerinde Allahın dîninde sayılan [muhterem, vakârlı, heybetli] bir kimse bulunmazsa, kıyâmet hâzır demekdir. [Buhârî].
“Kıyâmet alâmetlerinden biri, kişi mescide girer de, orada iki rek’at namâz kılmaz. O zamân günler ve geceler geçmez ki, bu ümmetden olanların kalblerinde Kur’ân-ı kerîm, elbisenin eskidiği gibi eskimesin ve ondan başkası dahâ çok hoşlarına gitmesin, yapdıkları her işte Allah korkusunu gerekdirecek istekler bulunmasın. Allahü teâlâ katında bir kusûr işlerse, nefsleri dahâ çok istek ve arzûlarda bulunur ve onları Hak teâlânın men ettiği şeyler tarafına çeker ve onlar, umarız ki, Allah bizi bağışlar derler.” [Buhârî]
Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” anlatır: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vedâ haccını yaptı. Sonra Kâ’benin kapısının halkasını tutdu ve buyurdu, “Ey insanlar! Size kıyâmet alâmetlerinden haber vermeyeyim mi?” Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh” kalkıp: Anam-babam sana fedâ olsun, söyle, yâ Resûlallah dedi. Buyurdu ki, “Kıyâmet alâmetlerinden biri, namâz kılmamak, nefsin arzûlarına uymak ve mal [para] sâhibine ta’zîm [hurmet] etmekdir.” (Keşf-ül gatâ)