Sual: Öldükten sonra dirilmek hak mıdır? Kur’an-ı Kerimde bu mevzudan bahsedilir mi?
Cevap: Türpüşti Risalesinde diyor ki;
Geçmişte, şimdi ve gelecekte bulunmuş, bulunan ve bulunacak olan hak yolun âlimleri ve bütün ehlinin i’tikâdı şöyledir ki, Allahü teâlâ, ölmüş olanların çürümüş, dağılmış kemiklerini, erimiş, dökülmüş bedenlerinin parçacıklarını ve zerrelerini toprak altından, denizlerin dibinden ve hayvanların karınlarından toplar, bir araya getirir ve parçalardan evvelki hey’eti ortaya çıkarır ve sanki hiç değişmemiş, çürümemiş, yenmemiş ve erimemiş gibi eski hâlinde olur. Bedenler böyle dünyâdaki hey’et ve şekillerini almış olunca, her bedene kendi rûhunu gönderir. Sonra bir emir gelir ve hepsi Hak teâlânın emri ile kalkarlar. Büyükler büyük, küçükler küçük, ana rahminde kendisine rûh üflenmiş cenin ve doğmadan önce olan düşükler, yâhud annesi öldüğü hâlde, karnında canlı bulunan yavrular hep diriltilir.[1]
Öldükten sonra dirilmeğe îmân, bu bildirilmiş olanları tasdîk ve itirâftan ibârettir. Bu manâ, Kur’ân-ı kerîmdeki bir çok âyet-i kerîmeden ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” çok sayıdaki hadîs-i şerîflerinden anlaşılmaktadır. Ayrıca her asırda gelmiş olan nice rabbânî âlimlerin bu konuda sözbirliği hâsıl olmuştur. Bütün bu büyük âlimler topluluğu, öldükten sonra dirilmeğe inanmayan kâfir olur demişlerdir. Öldükten sonra dirilmeği gösteren âyet-i kerîmelerden biri Ahkâf sûresi 33. âyeti olup, meâli şöyledir: (Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Allahın, ölüleri diriltmeğe de gücünün yeteceğini düşünmezler mi? Evet O, her şeye kâdirdir.) Biri de Kaf sûresi 15. âyet olup, meâli şöyledir: (İlk yaratmada âcizlik mi gösterdik? Hâyır, onlar yeni bir yaratma husûsunda şüphe içindedirler.) Yanî Allahü teâlâ ilk yaratışda acz göstermediğine göre, yeniden yaratmaktan aslâ âciz değildir. Yâsin sûresi 78. ve 79. âyetlerinde de meâlen, (Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misâl getirmeğe kalkışıyor ve “Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diyor. De ki, onları, ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünki o her türlü yaratmayı iyi bilir) buyuruldu.
Öldükden sonra dirilmeği gösteren âyet-i kerîmeler çoktur. Eğer hepsini saymağa, yazmağa kalkışırsak söz çok uzar. Allahü teâlâya hamd olsun ki, bu yazdıklarımız yeterlidir. Zîrâ şu 2 delîl öldükten sonra dirilmenin olacağı hakkında yeterli huccettir:
1– İnsan yeryüzünde bulunan canlılardan biridir. O hâlde yer küresi ve onu kuşatan semâ [gök yüzü] yaratılış bakımından insanın yaratılışından dahâ büyük bir olaydır. Nitekim Mü’min sûresi 57. âyetinde meâlen, (Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından dahâ büyük bir şeydir. Fakat insanların çoğu bilmezler) buyurulmakdadır. İşte bu âyet-i kerîme bu manâyı bildirmektedir. Allahü teâlâ gökleri ve yeryüzü gibi büyük şeyleri yaratınca, küçücük insanı yaratması ve öldükten sonra tekrâr diriltmesi, elbette dahâ kolay olur.
2– Öbür dünyâda insanları diriltmek, ilk yaratılmalarından dahâ garîb ve zor gelmemelidir. Hattâ ilk yaratılmaları dahâ acîbdir. Çünki ilk yaratılmalarında hiçbir şeyleri yoktu, ama tekrâr diriltmede bir şeyleri vardır. Allahü teâlâ Âdem’in “aleyhisselâm” bedenini çamurdan yapıp, güneşte pişmiş, kurumuş hâle gelince, ona rûh üfleyip, rûhun üflenmesinden sonra, o bedeni et, kemik, damar ve sinirler mecmuâsı yapması câiz olunca, bu sistemleri, ölüp toprak olduktan sonra, tekrâr diriltmek elbette evleviyyetle mümkündür.
Kur’ân-ı kerîmde buna benzer misâller çoktur. Meselâ ölü toprağı canlandırıyor, yaprakları, yeşillikleri dökülmüş ve gitmiş olan ağaçları ve bitkileri, yeniden tâzeleyip, yeşertiyor ve o kurumuş gibi görünen ağaçlarda lezîz meyveler yaratıyor ve bunlarla öldükten sonra dirilmeğe ve haşre işâret ediyor. Kur’ân-ı kerîmde bir çok yerde bu manâ açıkca bulunmakta ve meselâ Rûm sûresi 50. âyetinde meâlen, (Allahın rahmetinin eserlerine bir bak! Yeryüzünü, ölümünün ardından nasıl diriltiyor! Şüphesiz O, ölüleri de mutlakâ diriltecekdir. O her şeye kâdirdir) buyuruyor. Ve yine insanın, bu görünen şekli alıncaya kadar kaç değişik hâlden geçirildiği, tekrâr dirileceğine bir işâretdir. Nitekim Hac sûresi 5., 6. ve 7. âyetlerinde meâlen şöyle buyurulmakdadır: (Ey insanlar! Eğer tekrâr dirilme husûsunda şüphede iseniz, şunu bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan (aşılanmış yumurtadan), sonra uzuvları (önce) belirsiz, (sonra) belirlenmiş canlı et parçasından (uzuvları zamânla oluşan ceninden) yarattık ki, size (kudretimizi) gösterelim. Ve dilediğimizi, belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz. Sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra güçlü çağınıza ulaşmanız için (sizi büyültürüz). İçinizden kimi vefât eder; yine içinizden kimi de ömrün en verimsiz çağına kadar götürülür, tâ ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hâle gelsin. Sen yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir hâlde görürsün; fakat biz, üzerine yağmur indirdiğimizde, o, kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten (veyâ çiftten) iç açıcı bitkiler verir. Çünki Allah, hakkın tâ kendisidir; O ölüleri diriltir ve yine O her şeye hakkıyla kâdirdir. Kıyâmet vakti de gelecektir. Bunda şüphe yoktur ve Allah kabirlerde olanları diriltip kaldıracaktır.)
Bu âyetlerde, öldükden sonra dirilmeğe ve toplanmağa bir kaç huccet ve delîl serdetmekdedir. Eğer bütün Kur’ân-ı kerîmde yalnız bu âyet, yanî bu 5. âyet olsaydı, öldükten sonra dirilmek husûsunda kâfî gelirdi.
İbrâhîm aleyhisselâmın hikâyesinde, Bakara sûresi 260. âyetinde meâlen, (Yâ Rabbî, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster. Rabbi ona, yoksa inanmadın mı dedi. İbrâhîm, hâyır inandım, fakat kalbimin mutma’in olması için görmek istedim, dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ ona, öyleyse dört tâne kuş yakala, onları yanına al, sonra kesip parçala (etlerini karıştır), her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra da onları kendine çağır; koşarak sana gelirler. Bil ki, Allah hakîmdir, azîzdir) buyurdu.
Aynı sûrede 259. âyetde meâlen, (Yâhud görmedin mi o kimseyi ki, evlerinin duvârları çatıları üzerine çökmüş (alt üst olmuş) bir kasabaya uğradı. “Ölümlerinden sonra Allah bunları nasıl diriltir acabâ!” dedi. Bunun üzerine Allah onu öldürüp, yüz sene o hâlde bıraktı, sonra tekrâr diriltti. Ne kadar kaldın? buyurdu. Bir gün yâhud dahâ az, henüz bozulmamıştır. Eşeğine de bak! Seni insanlara bir ibret kılalım diye (yüz sene ölü tuttuk, sonra tekrâr diriltdik). Şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl düzenliyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz, dedi. Durum kendisince anlaşılınca, şimdi iyice biliyorum ki, Allah her şeye kâdirdir, dedi.) buyurdu.[2]
Aşağıda bildirildiği gibi, bu zât Uzeyr aleyhisselâm veyâ bir başkası idi.
Eshâb-ı Kehf kıssası ve hükümdârları kendilerini cihâda çağırınca, ölüm korkusuyla memleketlerini terk eden İsrâîl oğullarından bir kavmi –ki, yurtlarından çıkmalarının sebebi hakkında târîhciler arasında ihtilâf vardır– yurtlarından ayrılınca, Allahü teâlâ öldürür ve sonra diriltir de buna örnektir. Nitekim Bekara sûresi 243. âyetinde meâlen, (Sayıları binlerce olan o kimselerin ölüm korkusundan dolayı yurtlarından çıkıp gittiklerini görmedin mi? Allah onlara, Ölün!” dedi. (Öldüler). Sonra onları diriltti) buyuruyor.
Bütün bu delîl makâmındaki âyet-i kerîmelerde, öldükten sonra dirilmenin var olduğu apaçık ortadadır. Allahü teâlânın varlığına inananlardan, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenler, bu delîller karşısında susmaktan başka bir şey yapamazlar. Edebsizlikleri ve cehâletleri kendilerini her şeyi yaratanı inkâra götürenlere ise, öldükten sonra diriltmeyi anlatmadan önce, bu kâinâtın bir sâhibi ve her şeyin bir yaratıcısı olduğunu, bunun da Allahü teâlâdan başkası olamayacağını, Onun bu âlemi yoktan yarattığını anlatmak lâzımdır.
Öldükten sonra dirilmeği inkâr edenlerden biri Mülhidlerdir. Tekrâr dirilmek aklımıza muhâl geliyor derler.
Tenâsühe inananlar, tekrâr dirilmek demek, dünyâda her rûhun, kendi bedeninden ayrılıp, kendi cinsine uygun bir bedene girmesi demektir. Eğer o bedende râhat olursa, saâdetine kavuşur, yok, eğer eziyette olursa, o beden onun şekâvetine lâyık ve sezâvâr olur derler. Bu söz o kadar ahmakca, akılsızcadır ki, aslâ cevâp vermeğe değmez. Bundan önce bildirdiklerimizde, bunların hepsinin cevâpları vardır.
Bu 2 tâifeden bir takımları vardır ki, kendilerini islâm perdesi ve ismi altında gizleyip, ilmi az, itikâdı zayıf bazı müslümânları da hak yoldan, yanî Ehl-i sünnet ve cemâat itikâdında bulunmaktan çıkarmışlar ve bu bozuklukları müslümânlar arasında maalesef devâm etmiştir. İstedikleri zamân kendi sapık yollarına yardım ederler. Fakat âşikâre yapmazlar. Anlaşılmaz bir söz ortaya atarlar ve bu husûsdaki âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri kendi maksadlarını ifâde edecek şekilde takrîr ve îzâh ederler. Meselâ derler ki: “Âhiret, rûhânî bir âlemdir. Öbür dünyâ hâlleri, kişinin beden ve rûhu ile var olduğu bu dünyâ hâllerine benzemez. Cennet ni’metleri ve Cehennemin çeşitli azâpları hep böyledir.” Bunların dîne verdikleri zarar, islâma ve müslümânlara açıkça düşmanlık yapanların zararından dahâ çoktur. Bunların izâle ve def edilmeleri, küfrün diğer tâifelerinin def ve izâlesinden önde ve önce gelmektedir.
Aynı eğilimi, yanî bozuk itikâdı taşıyanlardan biri de, “tekrâr dirilmek vardır. Rûhla beden birlikte olur, ama bedenin çürümüş toprak olmuş önceki bedeni olması lâzım değildir. Belki Hak teâlâ her rûha uygun bir beden verir” diyenlerdir. Bu da haşrı inkâr edenlerin asılsız sözlerindendir. Bu i’tikâdda olanlar, Ehl-i sünnete muhâlifdirler. Çünki Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde bir çok yerde, o gün çürümüş, dağılmış, gitmiş bedenin önceki cüz’leri iâde edilir, buyurmaktadır. Meselâ, Saffât sûresi, 15-19. âyetlerinde meâlen, (Bu ancak açık bir büyüdür, derler. [Bu sözü ayın ikiye ayrılması mu’cizesi gerçekleşdiği zamân söylemişlerdi.] Gerçekten biz öldüğümüz, toprak ve kemik hâlini aldığımız zamân mı, diriltileceğiz? İlk atalarımız da mı diriltilecek? Ey Habîbim, onlara de ki, evet, hem de hor ve hakîr olarak diriltileceksiniz. O dirilme korkunç bir sesten ibâret olacak, o ânda hemen onların gözleri açılıp, etrâfa bakacaklar) ve Nâziat sûresi, 10-11. âyetlerinde meâlen, (Öldükten sonra biz, dünyâdaki ilk hâlimize mi döndürüleceğiz, hem de çürümüş kemikler olduktan sonra mı? derler) buyurulmaktadır.
Resûl-i ekremin “sallallahü aleyhi ve sellem” zamânında haşrı inkâr edenler, Resûlullahın, bu bedenleri toprak olduktan sonra Allahü teâlâ önceki hâllerine getirir buyurmasına şaşıyorlardı. Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” âhiret hâlleri, öldükten sonra dirilme ve benzeri husûslarda o kadar açıklama ve beyânlarda bulundu ki, te’vîle, başka manâlar vermeğe bütün kapıları kapadı ve Onun peygamberliğini tasdîk eden hiç kimsede bu husûsta bir tereddüd kalmadı. Allahü teâlâ tekrâr dirilmenin olacağı hakkında kesin delîller verdi ve meselâ Kıyâmet sûresi 36. âyetinde meâlen, (İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!) buyurdu. Yanî insanı kendi başına bırakıp, iyilik ve kötülüklerinin karşılığını vermeyeceğimizi sanıyor. Allahü teâlâ bundan sonra, tekrâr dirilmeği hâtırlatarak, Kıyâmet sûresi, 37-40. âyetlerinde meâlen, (O döl yatağına akıtılan menînin içinden bir nutfe (sperm) değil miydi? Sonra bu alaka (aşılanmış yumurta) olmuş, derken Allah onu (insan biçiminde) yaratıp şekillendirmişti. Ondan 2 eşi, yanî erkek ve dişiyi var etmişti. Peki (bunları yapan) Allahın ölüleri tekrâr diriltmeğe gücü yetmez mi?) buyurmakta, insanın başıboş bırakılmıyacağı, öldükten sonra tekrâr diriltilip, yaptıklarının karşılığını göreceğini bildirmektedir. Nitekim Mü’minûn sûresi 115. âyetinde bu ma’nâya açıkca işâret ederek, (Sizi, sâdece boş yere yarattığımızı ve gerçekten huzûrumuza geri getirilmiyeceğinizi mi sandınız?) buyuruldu.
Bu 2 âyet-i kerîmeden açıkca anlaşılmış oldu ki, öldükten sonra muhakkak dirilme vardır ve bunda bir çok hikmetler bulunmaktadır. Allahü teâlâ kullarına ibâdet etmeği, iyi amel ve güzel ahlâk sâhibi olmalarını emretdi ve kimi itâatkâr, kimi âsî, kimi şükredici ve kimi küfrân-ı ni’met edici oldu. Eğer ni’mete şükredenle küfreden, itâat edenle etmeyen arasındaki farkın ortaya çıkması için, tekrâr dirilme olmasaydı, hikmet ve adâletten uzak olabilirdi. Bununla birlikte mü’minlerden öylelerini görüyoruz ki, bütün hayâtları sıkıntı, meşakkat, zamâne insanlarından türlü türlü eziyetler çekiyor, hattâ yoksulluk ve hastalıklarla ömür tüketiyorlar. Buna mukâbil kâfirlerden de öylelerini görüyoruz ki, sıhhat, itibâr, bolluk, râhat ve neşe içinde yaşıyorlar. O hâlde başka bir yer, bu insanların tekrâr dünyâya geleceği bir mekân lâzım ki, karşılıklarını görsünler. Nitekim Allahü teâlâ Mü’min sûresi 18. âyetinde Resûlüne hitâben, (Yaklaşan gün hakkında onları uyar! Çünki o ânda dehşet içinde yutkunurken yürekleri ağızlarına gelmiştir. Zâlimlerin ne dostu, ne de sözü dinlenir şefâatcisi vardır) buyurdu ve Meryem sûresi 39. âyetinde meâlen, (Habîbim! Sen onları pişmânlık ve üzüntü günü hakkında uyar. Çünki onlar bir gafletin içine dalmış oldukları hâlde ve henüz îmân etmemişken (bakarsın) iş olup bitmiştir) buyurdu. Yanî, herkesin hesâbı görülmüş, hesâb sonunda Cennete gideceklerle, Cehennemi boylayacak olanlar birbirinden ayrılmıştır, Tegâbün sûresi 9. âyetinde meâlen, (Mahşer vaktinde sizi toplayacağı gün, işte o gün, zarar günüdür. Ancak kim Allaha inanır ve sâlih ameller [yararlı işler] yaparsa, Allah onun kötülüklerini örter, onu ve benzerlerini, içinde ebedî kalacakları, altlarından ırmaklar akan Cennetlere sokar. İşte büyük kurtuluş budur) buyurmaktadır. Yanî mahşer günü herkes bir araya getirilip toplanacak ve yaptıklarının hesâbı sorulacaktır. O gün kötülerin aldandığı, iyilerin de haklı olduğu ve hâllerine göre karşılık görecekleri ortaya çıkacaktır. Âyetdeki yevmüt-tegâbun ifâdesine, “kâr-zarar günü” ma’nâsı da verilmişdir. Mutaffifîn sûresi 4-6. âyetlerinde meâlen, (Onlar düşünmezler mi ki, büyük bir günde (hesâb vermek için) diriltilecekler! Öyle bir gün ki, insanlar o günde âlemlerin Rabbinin huzûrunda divân duracaklardır) buyuruyor.
Bu cezâda, yanî herkes yaptığının karşılığını görürken, rûhun tek başına kalıp, bedenin onunla berâber bulunmaması olacak şey değildir. Çünki eğer sıkıntı çekmiş ve nefsinin hevâ ve isteklerine uymamış veyâ uymuş ise, şehvetin zevklerinden ikisi de faydalanmıştır. Allahü teâlâ bedensiz rûha ve rûhsuz bedene emir ve yasaklar, müjde ve tehdîdlerle hitâb etmemiştir. Bilâkis ikisini birden muhâtab almış, ikisi bir arada olunca mükellef kul vasfı kazanmıştır. Bunun için sevâb olunca ikisine, ıkâb [eziyyet] olunca yine ikisinedir.
Dünyâda sâhib olduğu bedenden bir başka bedene sâhip olması da câiz değildir. Çünki sevâb veyâ günâhı bu rûh ile âit olduğu beden işlemiştir.
Bu mesele üzerinde bu kadar konuşup, âyet-i kerîmeler bildirmemiz, hep avâm müslümânların kalblerine gelebilecek şüphe ve vesveseleri gidermek içindir. Yoksa müslimânların hissedemediği ve akıllarının erişemediği şeylerde, huccet ve delîl birdir ve o da Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” gelmiş olan sahîh haberlerdir. Böyle bir habere ulaşan her müslümâna, bu haberi kabûl etmek şarttır. Akıl nasıl olduğunu anlasın veyâ anlamasın, hiç ehemmiyeti yoktur. Çünki kabûl etmezse, islâm dâiresinden çıkmış olur. İslâm dîni üzere olmıyanla ise, tevhîd ve nübüvvet, yanî Allahü teâlânın varlığı, birliği, eşi, benzeri bulunmadığı ve Muhammed aleyhisselâmın Onun peygamberi olduğu konuşulmalıdır. Eğer Allaha ve Peygamberine inanıyorsa, o zamân kabûllenmek zorundadır. Her şeyin en doğrusunu Allahü teâlâ bilir.
[1] Uzuvları [organları] tamâmlanmış bulunan düşük, o gün dirilir ve haşre getirilir mi? İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “radıyallahü anh”: “Kendisine rûh üfürülmüş ise, haşr olur, yoksa olmaz” buyurdu. Zâhir olan da budur. Çünki ulemâ ve ebrâr katında seçilen mezheb [yol, kabûl edilen esâs], haşrın, bedenle rûh bir arada olmasındadır. Konevî ve mezhebimiz ulemâsına uyanlardan kimi, bazı organları belirmiş ise, haşr olunur dediler. Şa’bî ve İbni Sîrin’in bu sözü kabûl edilmedi. Çünki bu, üzerine bazı şeylerin terettüb ettiği bir fıkıh meselesidir. Âhirete âit hâller buna benzetilmez.
(Şerh-i Fıkh-ı Ekber)
[1] Bakara sûresi 258. âyette hazret-i İbrâhîm ile tartışan kimse ile, 259. âyette yıkık kasabaya uğrayan kimselerin her ikisinin de kâfir olduğunu söyleyen müfessirler vardır. Ancak dahâ yaygın olan rivâyete göre, yıkık kasabaya uğrayan Uzeyr aleyhisselâmdır. Hazret-i Uzeyr azığını almış, eşeğine binmiş giderken, evleri yıkılmış, harâbe hâline gelmiş, orada oturanlardan kimse kalmamış bir kasaba veyâ köy yıkıntılarının yanına gelir. Orada konaklar. Etrâfına bakar, bu şekilde ölenlerin nasıl dirileceğini düşünür. O ânda uykusu gelir, yatar. Allah onu öldürür, yüz sene sonra diriltir. Yiyecekleri hiç bozulmamış, ancak eşeği çürümüş, sâdece kemikleri kalmıştır, yıkık kasaba da imâr edilmiştir. Uyandığı ilk ânda, bir gün kadar veyâ dahâ az bir zamân uyuduğunu zan eder. Eşeğine bakınca durumu anlar. Allahü teâlâ, Uzeyr aleyhisselâmın gözü önünde eşeğini diriltir. Böylece Allahü teâlânın kudret ve azâmetini çıplak gözle müşâhede eder.
İbrâhîm aleyhisselâm ile münâkaşa edenin ise Nemrûd olduğu söylenir. Bazı müfessirler bu kıssanın hazret-i İbrâhîmin Mısır’a gittiği zamân vuku’ bulduğunu, “hayât veren ve öldüren benim” diyenin Fir’avn olduğunu söylemişlerdir. Burada mühim olan hazret-i İbrâhîm’e verilen mu’cizedir ki, Kur’ân-ı kerîmde ona, sözle hasmı mağlûb etmek ma’nâsına gelen huccet denmiştir. Hazret-i İbrâhîm bu huccet ile hasımlarını yenmeği başarmıştır.