Sual: Tevekkülün dereceleri nelerdir?
Cevap: Tevekkülün 3 derecesi vardır:
1. derecede olan, gayretli, açık konuşan, cesur ve merhametli bir avukata güvenen bir kimse gibidir.
2. derecede bulunan kimse, bir çocuğa benzer. Çocuk kendine verilen her şeyi, annesi gönderdi sanır. Acıkınca annesini arar. Korkunca annesine sığınır. Çocuğun bu hâli, kendiliğinden olup başkasının öğretmesi ile zorla değildir. İhtiyarı ile değildir. Bu derecede bulunan kimsenin, kendi tevekkülünden haberi olmaz. Çünkü, vekilini kendinden ayrı bilmez. Birinci derecede bulunan ise, tevekkülünü bilir ve zor ile ihtiyarı ile tevekkül eder.
3. derecede bulunan kimse, yıkayıcının elindeki ölüye benzer. Kendisini, Allahü teâlânın kudreti ile hareket eden bir ölü gibi görür. Dert ve acılarla karşılaşırsa, kurtulmak için duâ bile etmez. Halbuki bebek, canı acıyınca anasını çağırır. Bu, öyle bir çocuğa benzer ki annesini çağırmaz. Çünkü annesinin, hep ona baktığını, imdadına koşmaya hazır olduğunu bilir.
Bu 3. derecede bulunanların da ihtiyarları ellerinde değildir. Fakat, 2. derecedekiler vekile koşar, yalvarır. İhtiyar, birinci derecede vardır ve vekilin istediği adetlere, sebeplere yapışmaktır. Mesela, avukatın adeti, bu bulunmadıkça ve dosya hazır olmadıkça, mahkemeye gelmez ise, bu sebepleri hazırladıktan sonra işi avukata bırakır. Bundan sonra, her şeyi vekilden bekler. Dosyayı hazırladığını da, vekilden bilir. Çünkü, onun âdeti ve işareti ile hazırlamıştır. O hâlde, 1. derecede bulunanlar, ticaret, çiftçilik yapar. Bir sanat öğrenir. Allahü teâlânın âdeti olan sebeplere yapışır. Fakat, tevekkülü bırakmaz, çalışmasına güvenmeyip, Allahü teâlânın fadlına, keremine, ihsanına güvenir. Kendisini, baş vurduğu sebeplerle, maksada iriştirmesini, Ondan bekler. Nitekim, ticareti, çiftçilik sebeplerini de, O gönderdi der. Sebeplere yapışıp eline geçeni Allahü teâlâdan bilir. İşte, sûre-i Kehfteki 39. âyet-i kerimede meâlen, (Her şeye kuvvet veren, ancak Allahü teâlâdır) buyruldu. Çünkü havl, hareket demektir. Kuvvet de, kudret [enerji] demektir. Bir insan, kuvvetinin, kendinden olmayıp, Allahü teâlânın yarattığını bilirse, her şeyi Ondan bekler. Hülâsa, işlerin meydana gelmesinde, sebepleri arada görmeyen kimse, Allahü teâlâdan başka kimseden bir şey beklemez, tevekkül etmiş olur.
Tevekkülün en yüksek derecesini, ariflerin sultanı, Bâyezîd-i Bistâmî haber veriyor. Şöyle ki: Ebû Mûsâ Dineveri “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki tevekkülün ne olduğunu Beyazıd’a sordum. Sen, ne dersin? dedi. Âlimler buyuruyor ki (Sağın, solun, her tarafın yılan, akrep dolu olsa, kalbine bir şey gelmemesi tevekküldür) dedim. Buyurdu ki bunu yapmak kolaydır. Benim yanımda tevekkül (Kâfirlerin hepsini Cehennemde azap içinde, müminlerin hepsini Cennette nimetler içinde görüp de, ikisi arasında hiç ayrılık bulmamaktır) buyurdu. Ebû Musa’nın dediği, tevekkülün yüksek derecesidir. Fakat bu, zarardan sakınmamak demek değildir. Ebû Bekr “radıyallâhu anh” mağarada, yılanın deliğine mübarek ayağını dayıyarak, ondan korundu. Halbuki onun tevekkülü daha üstündü. Fakat o, yılandan korkmuyordu. Yılanı yaratandan, Onun yılana kuvvet ve hareket vermesinden korkuyordu. Her şeyin kuvveti ve hareketi, ancak Allahü teâlâdan olduğunu görüyordu. Beyazıd’ın sözü, tevekkülün aslı olan imanı göstermektedir ki Allahü teâlânın adaletine, hikmetine, rahmetine ve ihsanına imandır. Her yaptığının yerinde olduğuna imandır. Böyle îman sâhibi, azap ile nimet arasında fark görmez.
Tavsiye Yazı –> Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin Sefer-i Ahiret risalesi