1) SAADET NEDİR?: Dünyadaki bütün insanlar mesut olmak ister. Fakat, mesut olan, pek azdır. Neden bu böyledir? Çünkü, saadetin neden ibaret olduğu bilinmiyor. Asıl iş, saadetin ne olduğunu bilmektedir. Saadet, yalnız dünya saadetinden ibaret değildir. Aksine, asıl saadet ahiret saadetini elde etmektir. Ahiret saadeti nasıl elde edilir? Ahiret saadeti için Allahü teâlânın kanunlarına ve emirlerine [yani Kurân-ı Kerîme ve Peygamberimizin “aleyhisselâm” sözlerine] itaat etmek lâzımdır. Allahü teâlânın emirleri arasında: Öldükten sonra tekrar dirilmek, (yani ahirete) inanmak da vardır. Cenâb-ı Hak ahiretin nihâyetsiz olduğunu (ebedî olduğunu) bize bildiriyor. Dünya hayatı ise, sayılı günlerden ibarettir. O hâlde, saadet iki başlı demektir. Biri ahiret saadeti, öteki dünya saadeti. Bu 2 saadetten hangisi önemlidir? Bunu akıl ve iz’ân sâhibi insanlar kolaylıkla anlayabilir. Aklımız ve iz’anımız ahiret hayatının, dünya hayatı ile mukayese edilemeyecek kadar önemli olduğunu bize gösterir. Buna rağmen, insanların dünya için gösterdikleri gayret ve çalışmaların onda birini bile ahiret için göstermedikleri meydandadır. Bunun akıbetinin ne kadar acı ve ne kadar korkunç olduğuna acaba inanmıyor muyuz? İnanmıyorsak, kurtuluş ümiti yoktur. Allahü teâlâya inanmayanların yeri ebedî olarak Cehennemde yanmaktır. Eğer inanıyorsak, Allahü teâlânın emirlerini yapmamak bir gaflet (bir nev’i uyku) ve bir dalâlettir. Bu uykudan uyanamayanlara yazıklar olsun.

Dünya saadeti için söz söyleyenler, kitap yazanlar ve bunu dikkatle okuyanlar, dinleyenler çoktur. Ahiret saadetine gelince: Buna dair Hakkın kitabı (Kurân-ı Kerîm) ve Peygamberimizin sözleri (hadis-i şerif) ve din âlimlerinin binlerce kitapları vardır. Fakat, bugün artık bunları okuyan, bunları söyleyen, söyleyenleri ve yazanları dinleyen az insan kalmıştır. Çok ehemmiyetli olan ahiret saadeti adeta unutulmuş, sanki böyle bir şey yokmuş gibi bir gaflet içinde bulunmaktayız. Bu ise, felaketin en tehlikelisi ve akıbetlerin en korkuncudur. İşte kızım, benim yazılarımın asıl maksadı, seni bu korkunc felaketten kurtarmaktır. Yani seni Cehennem denen büyük ateşten korumaktır. Sen idrakin ve anlayışın nisbetinde, bu yazılarımdan hisse alacaksın. Cenâb-ı Hak seni hakikati iyice anlayacaklardan ve bu anlayışa göre hareket edenlerden eylesin! Âmin.

Din âlimlerinin yazdıkları kitaplar var iken, ayrıca bu mevzularda çocuklara nasihat vermenin lüzumsuz olduğunu düşünmek doğru değildir. Çünkü, çocuğunun saadetini isteyen bir baba, yalnız dünyanın kısa saadetini değil, ahiretin sonsuz saadetini de, çocuğuna bildirmekle vazifelidir. Babaya bu vazifeyi veren Cenâb-ı Haktır.

Bir çocuk ne kadar kayıtsız olursa olsun, babasının kendisi için yazdıklarını merak ederek hiç değilse, bir kere okur. Bu yazılardan ders alacak anlayış ve uyanıklığı da gösterirse, kendisini kurtarmış olur.

Zamanımızda din bilgilerini veren kitaplarımız, öğretmenlerimiz kifâyetsizdir. Büyük şehirlerdeki bazı mektep ve cemiyet muhitinin din ile ilgisi zayıf görünüyor. Bu şartlar içinde çocuğun doğru ve yeter derecede din bilgisi alması çok zorlaşmıştır. Bunun için, hiç değilse, müslüman dininin temel kaidelerini ve özünü burada söylemek, çok ehemmiyetli bir vazife haline gelmiş bulunuyor. Temel kaideler şunlardır:

I- İmanın (inanmanın) şartları: 1- Allahü teâlâya inanmak, 2- Meleklere inanmak, 3- Kitaplara inanmak, 4- Peygamberlere inanmak, 5- Ahirete (öldükten sonra tekrar dirilmeye) inanmak, 6- Kaderin yani, hayır ve şerrin Allahü teâlâdan geldiğine inanmak.

II- Müslümanlığın şartları: 1- Kelime-i şehâdet, 2- Namaz, 3- Oruç, 4- Zekat, 5- Hac.

2) DÜNYA ve AHİRET: Günün birinde iki ellerimiz yanımıza gelecek ve dünyadaki hayatımız sona erecektir. Bu dehşetli bir hakikattir. Bu hakikat karşısında, hayat nedir? Ölüm nedir? diye düşünmeyen bir insan olmaması lâzımdır. O hâlde, hayatın ne olduğunu, dünyaya niçin geldiğimizi, ölümün ötesi ne olduğunu bilmek ve öğrenmek, insan olmanın ilk şartıdır. Hayata niçin geldiğimizi, hayatın sâhibinden daha iyi bilen olur mu? Her şeyin olduğu gibi, hayatımızın sâhibi de, Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, Kurân-ı Kerîminde, Vezzariyat sûresi 56. âyetinde meâlen, “Ben insanları, büyüklüğümü onlara tanıtmak ve bana ibâdet etmeleri için yarattım!” buyuruyor. Bu büyük hakikati, yaşadığımız bu zamandaki insanların kaçta kaçı biliyor ve ona göre hareket ediyor? İnsanların büyük çoğunluğunun, bu hakikati bilmediklerini, bilenlerin de, bu hakikate göz yumduklarını veya ehemmiyet vermediklerini görüyoruz. İşte felaket de, bu noktadan başlıyor. Bu hakikati bilmemek veya bildiği hâlde, ona göre davranmamak, hele bu hakikate inanmamak, bir insan için, (bilhassa bir müslüman için) tasavvur edebileceğimiz en büyük bahtsızlık, en büyük facia, en büyük felakettir. Çünkü, Allahü teâlâ, kendi emirlerine inanmayanları ebediyyen, inanıp da emirlerini yapmayanları, irâde ettiği kadar Cehennem ateşinde yakacağını Kitâb-ı kadîminde, bizlere bildiriyor. Allahü teâlâ, insanlar gibi yalan söylemez. Emirlerini mühimsemeyenleri mutlak cezalandırır. Allahü teâlânın cezası çok ağırdır. Kendini bu cezadan koruyamayanlara yazıktır. Dünyadaki kısa hayatımız için sonsuz ahiret hayatımızı Cehennem içinde geçirmek, aklı başında bir insanın işi midir?

3) MÜSLÜMANLIK NEDİR?: Müslümanlık, maddi ve mânevî temizliktir, vücut temizliğini ve kalp temizliğini emreder.

Müslümanlık, dünya ve ahiret saadetini sağlayan tek yoldur. Hakiki müslüman (Allahü teâlânın kaderine inanan müslüman) dünyada, dâima huzur içindedir. Çünkü bu müslüman, şuna inanmıştır: Kendisine gelen hayır ve şer Allahü teâlâdandır. Allahü teâlânın takdiridir. Allahü teâlâdan gelen her şeyin, kendisi için iyi olduğunu, fenâ zannettiği şeyin sonunun, iyi olacağını düşünür ve böylelikle iç rahatlığını bozmaz. Felaketlere de, kolaylıkla göğüs gerer. İşte böyle bir insan, Allahü teâlânın sevgili kuludur. Bu sûretle, o insan, ahiret saadetine de ulaşmış olur.

Müslümanlığın emirlerini yapan bir insan, dünyada her türlü kötülükten ve her türlü zarardan kendisini korumuş olur.

Müslümanlık ve İslamlık aynı terimlerdir. Allahü teâlâ, Kurân-ı Kerîminde, Zümer sûresi 3. âyetinde meâlen, “Allahü teâlânın indinde din, İslam dinidir” buyurmuştur. Bugün İslamlığın dışındaki dinler, Allahü teâlânın indinde, din değildir. Hıristiyanların ellerindeki İncil, mûsevîlerin ellerindeki Tevrat, Peygamberimizden evvelki zamanların kitaplarıdır. Kurân-ı Kerîm, bütün bunların hükümlerini kaldırmıştır.

Müslümanlık, iyi ahlak demektir. Allahü teâlâ, Peygamberimize “sallallâhü aleyhi ve sellem”, “Ben seni iyi ahlakı tamamlamak için yarattım!” buyurmuştur. Peygamberimizin “aleyhisselâm” her sözünde (hadis-i şeriflerinde) büyük dersler, güzel ahlak özellikleri vardır.

4) İMAN ve İTİKAD: Bir insanın müslüman olabilmesi için, îman (îtikat) sâhibi olması, yani müslümanlığın kanunlarına ve emirlerine inanması şarttır. Hatta, yalnız inanması kâfi değildir; bu emirleri beğenmesi ve sevmesi de lâzımdır. Bu da bir bilgi işidir. İnanma (îman) çok mühimdir. İman, ufak bir şüpheyi götürmez. Şüphesi olan, din âlimlerinden şüphesini sorarak ve öğrenerek, gidermelidir. Aksi takdirde, îman nimeti, elden gider.

İmansız insan, dünyanın en bahtsız insanıdır. Çünkü, ebediyyen Cehennem azabında yanmaya mahkumdur.

Allahü teâlânın emirlerinin ve yasaklarının bir kısmına inanıp, bir kısmına inanmamak, doğru değildir. İman, tam olmalıdır.

İman sâhibi olmak için, 6 şart vardır: 1- Allahü teâlâya inanmak, 2- Meleklere inanmak, 3- Kitaplara inanmak, 4- Peygamberlere “aleyhimüsselâm” inanmak, 5- Ahirete (öldükten sonra, tekrar dirilmeye) inanmak, 6- Kaza ve kaderin Allahü teâlâdan geldiğine inanmak. Bunların birisine inanmayan, imansızdır. Bu hâl ile ölürse (Allahü teâlâ cümlemizi muhafaza buyursun!) ebediyyen Cehennemdedir.

5) ALLAHÜ TEÂLÂNIN VARLIĞINI İSBAT: Allahü teâlânın Zâtını görmüyoruz. Fakat, Allahü teâlânın eserlerini, yarattıklarını, her zaman, her yerde görüyoruz. Güneş, ay, yıldızlar, denizler, dağlar, taşlar, insanlar, hayvanlar, ağaçlar, gece ve gündüz, yaz, kış, ….. ne görebiliyorsak, bütün bunların yaratıcısı hiç şüphesiz, Allahü teâlâdır. Çünkü, Allahü teâlâdan başka, bir varlık, mesela insanların en akıllıları bir araya gelseler, bu muazzam eserlerden en küçüğünü, mesela, bir karıncayı yaratabilirler mi? Bir Pastör, hiç yoktan bir mikrop yaratabilir mi? Bir Edison, güneş ışığına muadil bir ışık icad edebilir mi? Bir Galile dünyanın dönüşündeki intizamı değiştirebilir mi? İnsanları göklerde ve deniz altında dolaştıran, radyoları bulan bir insanın beynini yaratan kimdir? Bütün bu Âzametli varlığı yaratanı inkâr etmek için, insanın ya ahmak olması, ya koyu câhil olması veya kör bir inadın kurbanı olması lâzımdır. Bu eserlere tabiat (natür) diyenler var. Göklerdeki muazzam alemleri, dünyada gördüğümüz her eseri, dünyanın dönüşünü, gece ve gündüz hadiselerini, mevsimleri ve her şeyi tabiat kuvveti, tabiat kanunudur diyerek Allahü teâlâyı inkâr edenler var. Bunlara sormak lazım: Bu muazzam eserlerin sâhibi yok mudur? İnsanların meydana getirdikleri en ufak bir eser, insan şuur ve zekasının bir mahsulü olduğunu kabul ediyoruz. Bu, akılları durduran muazzam eserler, kendi kendine meydana gelmiş olabilir mi? Bu eserlerdeki intizamı ve muvazeneyi, şuursuz ve donuk tabiat mı meydana getirmiştir? İnkarcıların bu sözlerini normal bir aklın, hatta basit bir anlayışın dahi, kabul etmesi mümkün değildir.

6) ALLAHÜ TEÂLÂDAN KORKMAK ve ALLAHÜ TEÂLÂYI SEVMEK:
Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek, ibâdetlerin en makbulüdür. Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek, bir bilgi işi olmakla beraber, aynı zamanda, bir çalışma, bir gayret işidir. Herkes kolaylıkla bunları elde edemiyor.

Allahü teâlâ, istediklerine kendisini sevdirir. Korku ve haşyet verir. Bunu herkese nasip etmiyor. Nasip ettiği kulunu seviyor demektir. Çok kimse, uzun gayret, telkinler, çalışmalar sonunda bu mertebeye erişiyor.

Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek için pekçok sebep vardır:

Allahü teâlâdan korkmak için sebepler:

Dünyada insanın başına gelen felaketleri düşünelim: Hastalanmak, yaralanmak, vücudun bir parçasından mahrum olmak, aç kalmak, susuz kalmak, fakir olmak, akıldan mahrum olmak, çoluk ve çocuğunun başına felaketler gelmek, yangınlar, zelzele…. gibi mahluklar vasıtasıyla veya doğrudan doğruya Allahü teâlâ tarafından insanlara takdir edilen felaketler, elemler, Allahü teâlâdan gelmektedir. Dünyadaki elemler nihâyet geçicidir. Ahiretteki ise, ebedidir. Oradaki azap, bitmeyen bir azaptır. Yahut, imanla ahirete intikal etmiş günahkar bir müslüman ise, Allahü teâlânın irâde ettiği kadar, azap görecektir. Ahiret azâbı, kabre girildiği andan itibaren başlayacaktır. Bütün bunlar Allahü teâlâdan korkmak için, yeter derecede sebepler değil midir?

Allahü teâlâyı sevmek için de, sebepler pek çoktur: Evvela, müslüman olarak dünyaya gelmek. Yani, bir müslüman ananın ve bir müslüman babanın evladı olarak dünyaya gelmek, bütün ömrümüzce, Allahü teâlâyı sevmek, Allahü teâlâya şükür ve hamd etmek için, tek başına en büyük sebeptir. Mesela, hristiyan ana-babadan dünyaya gelmiş olsaydık, artık müslümanlık yolunu bulmak, bizim için, çok zor veya imkansız olurdu. Hristiyan topluluğu içinde yaşar ve ahirete imansız olarak giderdik. Zamanımızda müslüman olarak doğmak da, kâfi değildir. Müslümanlığı sevmiş, elinden geldiği kadar müslümanlık yolunda yürümeye gayret etmiş bir ailenin çocuğu olmak da ayrı bir talihtir. İsmi Ahmed veya Hadice olup da, müslümanlık icaplarını yapmayan, hatta müslümanlığı hor gören, nice sözde müslümanlar var. Akıl ve iz’ân sâhibi olmak, iyi ve kötüyü anlayabilecek bir tahsil ve anlayış seviyesinde bulunmak da, Allahü teâlânın en büyük nimetlerindendir. Bundan başka, insan haklarını tanıyan bir hükümetin ferdî olarak yaşamak, sıhhatte olmak, fakir olmamak vesaire gibi binlerce nimet hep Allahü teâlânın lütuf ve ihsanıdır. Bu saydığımız nimetlerden mahrum olan milyonlarca insanın, milyonlarca müslümanın bulunduğunu düşünürsek, Allahü teâlâyı nasıl sevip, şükretmemiz lazım geldiği kolayca anlaşılır.

7) ALLAHÜ TEÂLÂNIN KİTABI (KANUNU): Allahü teâlânın kitabına (Kurân-ı Kerîme) inanmak, imanın şartlarındandır. Bir ayetinden bile şüphe etmek, câiz değildir. Şüphe edenler, Allahü teâlâyı seven, doğru din adamlarının (İslam âlimlerinin) kitaplarını okuyarak, şüphesini gidermelidir.

Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, emirlerini ve yasaklarını dünyada işitmeyen insan kalmasın diye, yalnız Peygamber göndermemiş, ayrıca Kitabını (kanununu) da göndermiştir. Müslümanların kitabı Kurân-ı Kerîmdir. Kurân-ı Kerîm, Peygamberimizden “aleyhisselâm” evvel dünyaya gelen milletlere, Allahü teâlâ tarafından gönderilen kitaplardaki emirleri ve hükümleri de içinde topladığı için, bütün insanlara hitab eden bir kitaptır. Yani, Kurân-ı Kerîm bugünkü dünyada mevcûd, hristiyan, yahudi, mecusi, vesaire gibi çeşitli dinlere sapmış insanlara da, doğru yolu gösteren bir kitaptır.

Kurân-ı Kerîme inanmayan müslüman sayılmaz. Müslüman olmayan da Allahü teâlânın ateşinden kurtulamayacaktır.

Kurân-ı Kerîm, Allahü teâlânın kelamıdır. Yani, Kurân-ı Kerîmdeki her söz ve her kelime Allahü teâlâ tarafından, Peygamberimize “aleyhisselâm” bildirilmiştir. Peygamberimize “aleyhisselâm” bu sözler, vahiy yoluyla yani, meleklerin büyüklerinden Cebrâil “aleyhisselâm” vasıtası ile bildirilmiştir. Cebrâil “aleyhisselâm” insan şekline girerek bunları Peygamberimize “aleyhisselâm” okumuş ve ezberletmiştir. Peygamberimize “aleyhisselâm” Kurân-ı Kerîm parça parça (kısım kısım) gelmiştir. Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem”, Allahü teâlânın emirlerini alır almaz, hem kendileri ezberler, hem de kendi yakınlarına ezberletirdi. Vahiy katiblerine de yazdırırlardı. Sonradan bunlar bir araya toplanarak Kurân-ı Kerîm meydana gelmiştir. Dünyanın her tarafındaki bütün Kurân-ı Kerîmler birbirlerinin aynıdır. Bir kelime, hatta bir harf bile değişik değildir. Halbuki hristiyanların ellerindeki İnciller birbirlerini tutmuyor ve birbirlerine benzemiyor.

Kurân-ı Kerîmin her ayetine (her cümlesine) inanmak şarttır. İçinden birisine inanmamak, insanın imanını giderir. İmansız insanın ahireti hüsrandır.

Allahü teâlânın emirleri münakaşa edilemez. Herkesin kendi anlayışına göre mânâ vermesi veya işine geldiği şekilde anlaması câiz değildir. Kurân-ı Kerîmi en iyi anlayan yalnız Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem”dir. Peygamberimiz “aleyhisselâm” Kurân-ı Kerîmin, bizim anlamadığımız taraflarını hadis-i şerifleri ile açıklamıştır. Ayrıca büyük din âlimleri, Kurân-ı Kerîmi tefsir etmişlerdir. Kurân-ı Kerîmde pek çok ayetlerin çok geniş mânâları vardır. Onun için Kurân-ı Kerîmi kelime kelime tercüme etmekle tam mânâsı ifade edilemez. Ancak, her ayetin salahiyetli büyük din âlimleri tarafından tefsir ve izah edilmesi ile mânâsını öğrenmek mümkündür.

Kurân-ı Kerîmi, Peygamberimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” sözleridir diyenler vardır. Bunu söyleyenler, hiç şüphesiz imansızdır, kâfirdir.

Kurân-ı Kerîm, Peygamberimize “sallallâhü aleyhi ve sellem” âyet âyet gelmeye başladığı zaman, o zamanın en meşhur Arap şairleri ve edipleri bir âyetinin benzerini söylemekten âciz kaldıklarını ifade etmişlerdir. Bu bakımdan da Kurân-ı Kerîme bir mucize denmektedir. Kurân-ı Kerîm, Allahü teâlânın insanlara en büyük nimetidir. Çünkü Kurân-ı Kerîm, dünya ve ahirette insanları saadete götürecek yolları açıklamıştır. Bu yolda gidenlere ne mutlu!..

8) PEYGAMBERLER: Allahü teâlâ, emirlerini ve yasaklarını insanlara Peygamberler “aleyhimüsselâm” vasıtası ile bildirmiştir. Peygamberler de “aleyhimüsselâm” insandır. Fakat, Allahü teâlânın bilgili, ahlaklı ve kusursuz yarattığı büyük insanlardır. Peygamberler manen Allahü teâlâya yakın insanlar olduğu için, onların fikirlerine ve kalplerine bizimkilerden farklı ve daha geniş bilgiler ve ilhamlar verilmiştir. Müslüman âlimlerinin bildirdiklerine göre, dünyanın yaratılışından bizim Peygamberimize “aleyhisselâm” kadar 124 binden ziyâde Peygamber “aleyhimüsselâm” gelip geçmiştir. Bizim Peygamberimiz “aleyhisselâm” en son ve en büyük Peygamberdir. Bizim Peygamberimizden “aleyhisselâm” sonra artık dünyaya Peygamber gelmiyecektir. Peygamberimiz “aleyhisselâm”, Allahü teâlânın en çok sevdiği kuludur. Allahü teâlâ, Peygamberimize “aleyhisselâm”, “Sen olmasaydın, bu âlemi [dünyayı ve semaları] yaratmazdım!” buyurmuştur. Peygamberimiz “aleyhisselâm”, Mekke-i mükerremede dünyaya gelmiştir. Bir üniversitede okumamıştır. Tahsilleri yoktur. Ümmidir. Fakat, dünyadaki bütün insanların en akıllısı, en bilgilisi, en hayırlısıdır. Çünkü, Allahü teâlâ, Onu asırlarca artık Peygambersiz kalacak olan dünyanın son ışığı olarak yaratmıştır. Bu ışık, kıyamete kadar nurunu devam ettirecektir. Peygamberimize ve bütün Peygamberlere “aleyhimüsselâm” inanmak, imanın şartlarındandır. Peygamberimize “aleyhisselâm” inanmayan müslüman sayılmaz. Müslüman olmayan da, ateşte ebedî yanacaktır. Bunu Kurân-ı Kerîmde, Allahü teâlâ, bizlere bildiriyor.

9) AHİRETE İNANMAK: İmanın şartlarından birisidir. Öldükten sonra, tekrar dirileceğimize inanmayan imansız olur, kâfir olur. Ahirete böyle giderse, ebedî olarak Cehennem azâbına mahkum olur. Bugünkü insanların çoğunun buna inanmayan bir görünüşleri var. Bunlar, hayatı yalnız dünyada rahat etmek ve iyi yaşamaktan ibaret sanıyor. Gaye, sanki dünyada eğlenmek, gezmek, rahat etmek, zengin olmaktan ibarettir. Bu insanlar, öldükten sonra, tekrar dirileceklerine ve hesaba çekileceklerine inanmıyor görünüyor. İnsanlar, bu derece hissizlik içinde yaşayamaz. Bu kadar kayıtsızlığın mânâsı, bu olsa gerektir.

Öldükten ve toprak ve toz haline geldikten sonra, tekrar dirilmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin sayısı az değildir. Bunu söyleyenler şüphesiz imansız, dinsiz, zavallı insanlardır. Tekrar dirilmek mümkün değildir diyenlere verilecek mantıki cevaplar vardır. Allahü teâlânın azameti, bir insanı hiç yoktan (bir damla sudan) yaratmaya muktedir de, 2. defa yaratmaya muktedir değil midir? Gözümüzün görebildiği âlemlerin ve dünyadaki muhteşem eserlerin yaratıcısı, bir insanı tekrar diriltmekten nasıl âciz olabilir? Ağaç, kışın yapraklarını döker. Kuru dallar ile cansız zannedilir. Bunlar, bahar gelince tekrar canlanmıyor mu? Büyük Mevlânâ Celâleddîn “kuddise sirruh”, “Toprağa ekilen hangi tohum toprağın yüzüne canlı olarak çıkmamıştır?” diyerek, toprağa gömülen insanların tekrar canlanacaklarına işaret etmiştir. Bu mevzuda Hazret-i Ali’ye “kerremallahü vecheh” atfedilen aşağıdaki mantıki muhakeme ne kadar güzeldir.

Ahmed, ahirete inanmıştır. Ahmed’in arkadaşı Kaya, tekrar dirileceğine inanmıyor. Ahmed, Kaya’yı ikna için, çok uğraşıyor. Muvaffak olamıyor. Nihâyet Ahmed, Kaya’ya şunları söylüyor: (Ben ahirete inanarak Allahü teâlânın bütün emirlerini yapıyorum. Allahü teâlânın emirlerini yapmak için, belki senden biraz fazla yoruluyorum, zahmet çekiyorum. Namaz kılıyorum, oruç tutuyorum. Sen bunları yapmıyorsun. İkimiz de ihtiyarladık ve ikimiz de öldük. Daha mezara girer girmez, ahiret var mı, yok mu, belli olacaktır. Eğer ahiret varsa, ben kazandım. Orada itibarım ve rahatım yerinde demektir. Eğer ahiret yoksa, ben hiçbir şey kaybetmem, dünyadaki yorgunluğumla kalırım. Sana gelince: Eğer ahiret yoksa, ne kardasın, ne ziyandasın. Ama, ahiret var olduğuna göre, mahvoldun demektir. Artık Allahü teâlânın bitmeyen, ebedî azâbı senin yakanı bırakmayacaktır. Bu mantıki muhakemeye göre, hangimizin yolu doğru yoldur. Bunu senin anlayışına bırakıyorum). Bu muhakeme tarzındaki mantıkın kuvveti karşısında, söylenecek tek söz yoktur. Şunu da işaret edelim ki ahirete şüphe ile inanmak iyi bir inanış değildir. Tam ve şüphesiz inanmak lâzımdır.

10) KADERE, HAYIR VE ŞERRE İNANMAK: İmanın şartlarından biri de kadere ve hayır ve şerrin Allahü teâlâdan geldiğine inanmaktır. Kaderin mânâsını türkçede (alın yazısı) diye ifade ediyoruz. Allahü teâlâ, her kulunun başından geçecek her şeyi evvelden bilir. Kaderi değiştirmek kimsenin elinde değildir. Dilerse gene Allahü teâlâ değiştirir. Kader, Allahü teâlânın bir sırrıdır.

Hayır ve şer Allahü teâlâdan gelir. Çünkü, külli irâde Allahü teâlâdadır. Allahü teâlâ, kullarına da cüzi irâde vermiştir. İşte, bu cüzi irâdeyi Allahü teâlânın emrettiği yolda kullananlar, mükafatlanırlar. Fenâ yollarda kullananlar da, cezalandırılır. İnsanları Cennete veya Cehenneme götüren, işte bu cüzi irâdedir. Bir müslümanın içki içmesi, cüzi irâdesini Allahü teâlânın emrine muhalif olarak kullanmasıdır. Başka bir müslümanın içki içmemesi cüzi irâdenin Allahü teâlânın emrine göre kullanılması demektir. Bunun gibi bir insanın cüzi irâdesini iyi veya kötü istikâmette kullanması kendi elindedir.

Kulun, cüzi irâdesini kötü istikâmette kullanması ile Allahü teâlâ, o kula, şer getirir. O hâlde şerri hazırlayan gene kuldur. Allahü teâlâ, zalim değildir. Bilakis Allahü teâlânın merhameti, bir annenin evladına olan merhametinden çok üstündür. Bununla beraber, sebebini bilmediğimiz şerrin hikmetini ancak Allahü teâlâ bilir. Allahü teâlânın her irâdesinin ve her tecellîsinin sebebini ve hikmetini anlamak, kullar için çok zaman mümkün olmaz.

11) NAMAZIN FAZİLETLERİ: Namazın maddi ve mânevî pek çok faydası vardır. Maddi faydaları şunlardır: Her gün 5 defa abdest alan müslüman, temiz bir insan demektir. Her gün, 40 defa (40 rekat) Allahü teâlânın emri ile eğilerek secdeye kapanarak, ayağa kalkan bir insan, vücudunun her uzvunu hareket ettiren bir idmancı demektir. Temiz ve hareketli bir insan ömrünün her yaşında sıhhatini muhafaza edebilir. Dikkat edilirse, ömrü boyunca namaz kılanların büyük bir ekseriyeti sağlam insanlardır.

Namazın mânevî faydasına gelince: Her gün 5 defa namaz kılmak, yani 5 defa Allahü teâlânın huzuruna çıkmak, Allahü teâlâyı sık sık hatırlamak demektir. Allahü teâlâya inanan, ondan korkan insan, onun emirlerinin dışına çıkmış ise, namaz saatlarında hatasını anlar. O hatayı tekrar etmekten kaçınır, kendini islah etmek yolunu arar ve bulur. Kendini ıslah etmek belki ilk zamanlarda kolay olmaz. Fakat, namaza devam ettikçe, Allahü teâlânın emirlerini yapar ve yasaklarından kaçınır. Böylelikle kâmil bir insan, sâlih bir müslüman olmak yoluna girer. Namaz, insanları doğru yola götürmek için en güzel bir vasıtadır. Namaz, her müslümanı kusursuz bir insan haline getirir. Böyle insanların meydana getirdiği topluluk da, ne mutlu bir topluluk olur.

Namaz müslümanlığın temel taşıdır. Temelsiz bir bina sağlam olmadığı gibi, namazsız müslümanlık da günün birinde yıkılmaya mahkumdur.

Namaz, Allahü teâlâyı sık sık hatırlamaya sebeptir, demiştik. Namazı terketmek, Allahü teâlâyı unutmaya sebep olur. Allahü teâlâ, kendisini unutanları affetmiyor. Kendisini unutanlara Bakara sûresinin 7. âyetinde, meâlen “onların kalplerini mühürledik” buyurdu. Bu hâle gelmekten Allahü teâlâ, cümlemizi korusun! Âmin.

(Namaz, işlerimizi, kazancımızı aksatıyor. Bilhassa öğle ve ikindi namazlarında abdest almak ve namaz kılmak zordur) diyenler var. Bunların bu sözleri yersizdir. Çünkü, bütün medeni memleketlerde ve her iş yerinde öğle zamanında en az bir saat, yemek zamanı ayrılmıştır. Bu zamanda abdest almak ve namaz kılmak için, 15 dakika kâfidir. İkindi zamanında ise, öğle abdesti ile 5 veya 10 dakika içinde namazını kılmak mümkündür.

Namaz, dünya ve ahiret saadetlerinin kapısını açan bir anahtardır. Bu anahtarı ele geçirmek, herkesin elindedir. Nihâyet, Allahü teâlâya inanan ve tembel olmayan bir müslüman, bu anahtarı, elde edebilir. Bu bir irâde ve azim işidir.

Namazını kılan kimse, Allahü teâlâya samimiyetle inandığının kuvvetli bir delilini de göstermiş olmaktadır.

Gösteriş için namaz kılmak riyakarlıktır. Böyle namaz kabul edilmez. Zamanımızda gösteriş için namaz kılan, hemen hemen kalmamış gibidir. Aksine, namaz kıldığını saklayanlar çoktur. Çünkü, zamanımızda, namaz kılanları, gerici, yobaz, mürteci, eski kafalı gibi tahkir edici ve küçültücü sıfatlarla alaya almak ve onları horlamak gibi haller almış yürümüştür. Bunların şerrinden korunmak için, namaz kılmayı, bu gibilerden saklamak câizdir.

Namaz kılmanın zevkine eren bir müslüman, artık onu bırakamaz.

12) ORUCUN FAZİLETLERİ: Allahü teâlâ senede 1 ay (Ramazan-ı şerif ayında) gündüzleri oruç tutmayı emretmiştir. Allahü teâlâ, bu emri sebepsiz vermemiştir. Oruç, insanlara hem maddi, hem de mânevî faydalar sağlar. Bütün bir sene, çeşitli yemekleri eritmek için, yorulan insan midesi ve bağırsakları, senede 1 ay dinlenerek sağlığını korumuş olur. (İftarda çok yememek şartıyla). Bu maddi faydasıdır. Mânevî faydası de şudur: Oruç tutan bir insan, aç kalmış bir insanın çektiği ızdırabı, bizzat his ederek fakir insanlara yardım etmek ihtiyacını duyar. Bu da, insanların birbirlerine yardım etmelerine sebep olur. Birbirlerine yardım eden insan topluluğu arasında ise çekişmeler olmaz.

Bundan başka, Allahü teâlânın emrini yerine getirmek için gündüzleri 1 ay oruç tutan bir müslüman, Allahü teâlânın emirlerini yapmak itiyadını da kazanır. Böylelikle, Allahü teâlânın başka emirlerini yapmaya da istidad peyda eder.

13) KANAAT, RIZA: Her günkü halinden memnun olmak, her halinden Allahü teâlâya şükür ve hamd etmek, kanaat sâhibi olmak demektir. Kendinden daha iyi mevkide, kendinden daha zengin, kendinden daha kuvvetli, kendinden daha güzel bir insanı kıskanmıyarak kendi halinden memnun ve râzı olan insanın evvela kalbi rahattır. Sonra da, en mühimi Allahü teâlânın sevgili kuludur. Sevgili olmanın sebebi şudur: Allahü teâlânın kendisine verdiğinden memnun ve razıdır. Bunun için, Allahü teâlâ da, ondan razıdır.

Kanaat, bitmez tükenmez bir hazinedir. Kanaatkar olmayan bir zengin, kanaatkar olan bir fakirden daha fenâ durumdadır. Çünkü, o zenginin kalbi rahat değildir. Kanaatkar olan fakir ise, kalbi rahat olduğu için, sanki bir hazine içinde yaşamaktadır.

Rıza demek, Allahü teâlâdan gelen her şeye râzı olmak demektir. Allahü teâlâdan bir felaket gelse, ona da rıza gösterir. Kimseye şikayet etmez. Bu, her insanın yapabileceği bir iş değildir. Fakat, bunu yapabilen, büyük bir insandır. Böyle insanlarda, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” mahsus sabır ve tahammül var demektir. Allahü teâlânın büyüklüğüne inandığı derecede insan, bu tahammülü ve bu rızayı gösterebilir. Gıbta edilecek bir meziyettir.

14) HASED (Kıskançlık): Başkasının, kendinden üstün olan her şeyini kıskanan, yani ondaki üstünlüğün, yalnız kendinde olmasını isteyen insana, kıskanc denir. Bu hâl, insanlığın en kötü huylarından biridir. Kıskanç insan, ömrü boyunca rahatsız insandır. Böyle insanlar, kendinden aşağı olan insanı görmez de, kendinden yüksek ve varlıklı insanın her şeyini görür ve onu kıskanır. Kıskanç insan, Allahü teâlânın kendisine verdiği şeylere râzı olmayan insan demektir. Allahü teâlânın verdiğine râzı olmayan insandan Allahü teâlâ da râzı olmaz. Allahü teâlânın bir insandan râzı olmaması ise, felaketlerin en büyüğüdür. Artık o insan, dünyada da, ahirette de hüsran içindedir. (Yani zarardadır). Bunun için, kendisinde kıskançlık ve hased duygusu olduğunu görenler yavaş yavaş bu huylarından sıyrılmalıdır. Bu pek mümkündür. İnsanlar, kendilerini istedikleri kadar ıslah edebilir. Kıskançlıktan kurtulanlar rahat ve huzura kavuşur. Bu iş, zenginlik ve fakirlik işi değildir. Bu iş, kalbin zenginliği ve fakirliği işidir. Nice fakirler vardır ki bir lokma ekmeyi kazandığı zaman, Allahü teâlâya şükreder ve zenginlerin hâlini düşünmez bile. Nice zenginler de vardır ki milyonlarına daha birkaç milyon ekleyemediği için üzüntü içindedir. Kıskanç insan, başka bir insanın kendinden iyi giyinmesini, iyi yaşamasını hazmedemez. Yani onun boyunu, posunu, güzelliğini, çalışkanlığını, başarısını kıskanır. Daha kötüsü, onun başına gelen fenâlıklara sevinir. İşte bu hâl, kıskançlığın en kötü derecesidir. Böyle insandan Allahü teâlânın yardımı kesilebilir. Daha da mahrum olurlar. İyi kalpli ve herkesin iyiliğini isteyen insan, Allahü teâlânın himayesinde demektir. Büyük Peygamberimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” çok güzel bir hadis-i şerifi var: “Bir müslüman, kendisine istediği bir iyiliği, başka bir müslüman için istemezse ve bir müslüman, kendisine gelecek bir kötülüğü, istemediği hâlde, o kötülüğü başka bir müslüman için isterse, onun imanı tam değildir” buyurmuştur. Yani, Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” yalnız kendisini düşünenleri beğenmiyor. Başka müslümanları düşünenleri beğeniyor ve öyle yapmalarını istiyor. Düşünün bir kere; bütün dünya, Peygamberimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” bu emirlerini yapmış olsa, dünyada kavga, gürültü kalır mı?

15) İNSANLARA, BİLHASSA MÜSLİMANLARA İYİLİK ETMEK-KALP KIRMAMAK: Bir insanın başka bir insana, bilhassa müslümana iyilik etmesi Allahü teâlânın en çok sevdiği bir haldir. İyilik çeşitli olur. Para ile olur, vücut yardımı ile fikir yardımı ile ve muhtelif yollarla olur. İnsanın elinden hiçbir yardım gelmezse, Allahü teâlânın kuluna, güler yüz gösterirse, onun bile sevâbı vardır.

Allahü teâlâ, (Benim kullarıma yardım edene, ben fazlasıyla yardım ederim) buyuruyor. Elinden yardım geldiği hâlde, yardımı esirgeyen insan, Allahü teâlânın indinde sevgili bir kul olabilir mi? İnsanların kalbini kırmak ise, Allahü teâlânın gazabını üzerine çekmek demektir. Bundan çok kaçınmalıdır. İnsan kalbi, Allahü teâlânın sevgisinin tecellî ettiği bir yerdir. Oraya dokunmak, çok tehlikelidir. Hele o kalpte, Allahü teâlânın korkusu ve Allahü teâlânın sevgisi varsa, onu incitmekten, son derece kaçınmalıdır.

16) ANNE HAKKI: Dünyada bir insan için, anne hakkından daha ehemmiyetli bir hak yoktur. Düşünmeli ki anne, çocuğunu dokuz ay karnında taşıyor. Onu kendi kanıyla besliyor. Büyük bir ızdırab, büyük bir heyecanla onu dünyaya getiriyor. Bebek iken, onun için aylarca uykusuz kalıyor. Kendi sütü ile besliyor. Sonra, onun her yaştaki yaramazlıklarını çekiyor. Bu zahmetler para ile menfaat ile olur işler değildir. Bu zahmetlere anne, ancak Allahü teâlânın verdiği şefkat duygusuyla tahammül edebiliyor. Bu büyük zahmet karşısında, çocuğun annesine neler borçlu olduğu meydandadır. Çok zaman çocuk, annesinin hakkını ödeyecek zamanı ve imkanı bulamıyor. Annesine isyankar olan bir çocuk, artık bir âsî, bir eşkiyadan farksız bir insan demektir. Bu çocuğun büyüdükten sonra, annesini dinlememesi, onu üzmesi, ona eziyet etmesi, insanı çileden çıkardığı gibi, Allahü teâlânın gazabını, cezasını kendi üzerine çekmiş olmaz mı? Ne yazık ki pek çok çocuklar, gençliğin verdiği hoyratlık ve kadir bilmemek yüzünden, annelerinin haklarını çiğniyorlar. Onları üzüyorlar, böyle anneler bâzen zor durumda kalarak, çocuğu için Allahü teâlâdan bedduâ ederse, bu duâ kabul olunabilir. O zaman çocuk, dünyada iken bile cezasını çeker. Ahiretteki cezası ise, tasavvur edilemeyecek derecede acıdır. Biraz idraklı ve anlayışlı olan bir çocuk, annesinin hakkını düşünebilir ve onun dediklerini seve seve yapar. Onun gönlünü kazanmaya dikkat eder. Eğer çocuk, annesinin kalbini kırmış ise, hemen afv dilemeli, bir daha onu gücendirmemeli. İkinci veya üçüncü def’a annesinin kalbini kırmış ise, tekrar afv dilemeli, artık bir daha gönlünü kırmamaya dikkat etmelidir. Anne hakkı üzerinde olarak ahirete gidenlerin akıbeti çok acıdır.

17) İFFET (NAMUSKARLIK): Allahü teâlâ, insan neslini devam ettirmek için, erkek ve kadınları birbirlerine karşı cazib kılmıştır. Aynı zamanda, bu kuvvetli duygu karşısında, insanları dünyada çetin bir imtihana tabi tutmuştur. Dünyadaki kısa ömrümüz içinde, en zor imtihan iffet imtihanıdır. Bu imtihanda kazanan bir insan, dünya ve ahiretin kahramanıdır. İnsanların kemâli (yani kusursuz olması) veya insanın düşüklüğü, daha ziyâde iffet işinde belli olur. Allahü teâlâ, Kurân-ı Kerîmin birçok yerinde, iffetini muhafaza edenlere, büyük mükafatlar vaat etmiş ve müjdeler vermiştir. İffetini muhafaza etmeyenlere de, Cehennem azabını göstermiştir. (Allahü teâlâ, iffetsizleri, bir insanı öldüren bir katil ile bir tutmaktadır).

İnsan günahlarının belki de %90’ı, iffet mevzuu içindedir.

İffetsiz insan, Allahü teâlânın indinde günahkar olduğu gibi, insan topluluğu içinde de, günahkar ve şerefsizdir. Bir fahişenin cemiyet içindeki haysiyet ve itibarı ile bir köpeğin itibarı arasında hemen hiçbir fark yok gibidir. Erkeklik ve dişilik duyguları insanlarda da, hayvanda da vardır. Hayvanlarda utanma hissi olmadığı için, onlar, bu duygularını gizlemezler. İnsanlar ise, (haya) şeref ve haysiyet duygularına sâhip oldukları için, erkeklik ve dişilik hislerine karşı çeşitli ve meşru yolları ararlar.

Bir insanın ve bir ailenin şerefi ve itibarı, bu duygu karşısındaki tutumu ile ölçülür. Zengin ve çok güzel bir kadın, eğer iffetsiz ise, şerefi yoktur. İtibarı kırıktır. Cemiyet nazarında, o bir fahişedir. Fakir ve afif bir kadın ise, her yerde, her zaman itibarlıdır. Hürmete layıktır. Bu söylediklerimiz, normal ve temiz bir cemiyetin iffet ölçüleridir. İffet kaidelerini ayaklar altına almış azgın bir hayvan sürüsü gibi, yalnız hayvânî hisleri peşinde koşan insan toplulukları, bu sözlerle alay ederler. Onlar için konuşulacak sözümüz yoktur. Yalnız onlara (Allahü teâlâ islah etsin) diyebiliriz.

Dünyadaki pek çok rezaletler, cinayetler, kavgalar, kıskançlıklar, hülâsa bütün fenâlıklar, iffetsizlik yüzünden meydana gelmektedir.

İnsanların pek çoğu, iffetsizliğin fenâlıklarını bildikleri hâlde, kendilerini bu fenâ yollara sapmaktan alıkoyamazlar. Bu kuvvetli duygu karşısında, insanları zabt edecek, onları selamet yoluna çıkaracak çareler nelerdir? Bu, terbiye ve ahlak meselesidir. Din, ahlak demektir demiştik. Bu mühim mevzuda da yine din terbiyesi birinci planda rol oynamaktadır. Allahü teâlâdan korkmasını öğrenmiş, hakikaten Allahü teâlâdan korkan bir insan iffetsiz olamaz. O hâlde, çocuklarımıza Allahü teâlânın korkusunu öğretmeye çalışmak bizim için en başta gelen vazife oluyor. Allahü teâlâdan korkmak için, Allahü teâlâyı iyi bilmek lâzımdır. Allahü teâlâyı bilmek için, onun büyüklüğünü ve sıfatlarını öğrenmek mecburiyetindeyiz. Allahü teâlâyı hiç düşünmeyen bir topluluk için, Allahü teâlânın korkusuna sâhip olmak kolay değildir. Allahü teâlâdan korkmak da, bir bilgi, bir çalışma ve bir gayret işidir. Durup dururken, Allahü teâlânın korkusu meydana gelmez. Bu korkuyu, Allahü teâlâ dilediği kuluna kolaylıkla da verir. Allahü teâlâdan korkmak, bir insan için iyi alâmettir.

Bilhassa büyük şehirlerde iffet işi tehlikeli bir istikâmettedir. Bir genç kızın, kendi başına yalnız kendi aklı ve idraki ile iffetini muhafaza etmesi, cidden güçtür. O genç kız, (eğer biraz da güzelse), hatıra ve hayale gelmeyen tehlikelerle çevrilmiş demektir. Bu tehlike, mektepte, yollarda, otobüste, komşularda, hatta evinin içinde yakasını bırakmaz. Hele o kızcağız kadınlık duygusuna karşı koymasını bilmeyecek derecede zayıf ahlaklı ise, o zaman tehlike 2 misli artmış demektir. İşte bunun içindir ki genç kızın 5 dakikasını bile kontrolsüz bırakmak asla câiz değildir. Ev içinde anne kontrolü, ev dışında baba kontrolü onları, koruyucu melek gibi takip etmelidir.

Kızım! Belki babanın ömrü, seni korumaya kifâyet etmeyecektir. Annen, belki seni her yerde, her zaman takip edemeyecektir. Bu takdirde, sen sahipsiz, tehlikeler karşısında âciz bir mahluk olarak, ahlaksızların elinde bir oyuncak mı olacaksın? Allahü teâlâ, seni bu akıbetten muhafaza etsin! Âmin. Seni evvela Allahü teâlânın büyüklüğüne ve Onun himayesine emânet ederim. Ondan sonra da, yine Allahü teâlânın sana verdiği aklını kullanarak, bu tehlikelere düşmemeye çalışmanı sana tavsiye ederim.

Kızım, öyle bir zamanda, öyle bir mekanda yaşıyacaksın ki herkesten, her yerde sana zarar gelebilir. Bu zarar, senin parana, puluna değil, iffet, şeref ve haysiyetinedir. Paraya olan zarar telafi edilebilir. Mânevî zarar, yerine konamaz.

Cemiyet içinde öyle haşarat (öyle ahlaksızlar) vardır ki bunların içinde genç kadın ve genç kız için şerefi ile yaşamak cidden güç olur. Bunun güçlüğü, yalnız başkalarından değil, bizzat kendi varlığından gelmektedir. Eğer sen de, kadınlık duygusunun tesiri altında kalır ve kendine hâkim olamazsan, iffetsizliğin ve ahlaksızlığın çukuruna düşersin. Bu çukura düşenlerden kurtulabilen azdır.

Sen kadınlık duyguna karşı haysiyetli ve meşru yolları aramalısın! Sen de, herkes gibi, evlenebilirsin. Ahlakın güzel olduktan sonra evlenmemek için, hiçbir sebep yok demektir. Evlenmeden evvel, birçok kızların yaptığı gibi, flört yapmaya asla heves etme! Bu tecrübe mutlak tehlikelidir. Esasen flört yapılan insanla evlenmek, çok zaman saadeti getirmez. İffeti muhafaza için, 2. bir çare, genç erkek ve genç kızı zamanında evlendirmektir. 3. çare, iffeti zedeliyecek her yerden uzaklaşmak yoludur. Mesela kız ve erkek toplulukları, onlarla beraber gezintiler, danslar, plaja gitmek, erkekle beraber sinemaya gitmek, içki içmek, ahlaksız ve zayıf insanlarla arkadaşlık etmek vesaire gibi genç kız veya kadını baştan çıkarma yollarının her çeşidinden uzak durmak, tehlikeden uzaklaşmak demektir. Gençliğin hakkı veya eğlence ismi altındaki bu gibi davranışlar, genç kızı veya kadını elde etmek için birer tuzaktır. Bunun tuzak olduğuna inanmayan bir genç kız, tuzağın içine düştükten sonra, aklı başına gelir. Fakat iş işten geçmiştir. Yukarıda saydığımız eğlence veya tuzağın zâhiri güzelliğine ve cazibesine kapılan kızlar, erkeklerin elinde yavaş yavaş veya çabucak birer oyuncak haline gelir. En kendine güvenen bir kız bile onların karşısında sonuna kadar mukavemet edemez. Yakışıklı bir erkeğin aldatıcı tebessümü karşısında, mağlub olabilir. Artık o kız, tuzağa düşmüş demektir. Hele bunu kız kendisi de istemiş ise, artık tehlikenin içine girmiştir. O tuzaktan kurtulan pek azdır veya yoktur. Halbuki o tuzak dediğimiz eğlence yerlerine gitmemek daha kolay bir iştir. (Göz görmeyince, gönül tahammül eder) diye bir atasözü vardır. Oraya gitmeyen bir genç kız, oranın cazibesinden ve tehlikesinden kurtulmuş olur. Giderse, kurtulmak da kolay değildir. Bunu nasihat olsun diye söylemiyoruz. Tecrübelere güvenerek söylüyoruz.

İffet, bir genç kızın veya kadının, değeri milyonlar eden, bir mücevheridir. Bu mücevheri ele geçirmek için, Allahü teâlâdan korkmayan her erkek bütün şeytanlığını kullanır. Ele geçirdikten sonra, maksadına erişmiştir. Artık o, mücevherlikten çıkmış, âdi bir taş olmuştur. Sokağa atılıverir. Bu alışverişte, erkek, bir namus hırsızıdır. Kadın ise, mücevherini çaldırmış, bir zavallıdır.

18) BİR GENÇ KIZIN GİYİNİŞİ NASIL OLMALI?: Genç kız, fazla göze çarpmayacak tarzda temiz ve ciddi bir kıyafette görünmelidir.

Kendini beğendirmek için, fazla süslenmek, ahlak hakkında şüphe uyandırır.

Erkeklere kendini beğendirmek için, kızın bazı uzuvlarını, göğsünü veya bacaklarını teşhir etmesi, düşük bir ahlakın belirtisidir.

Kendisinin ve ailesinin şeref ve haysiyetini düşünen bir kızın, ciddi giyinmesi şarttır. Bir kızın göğsünü mümkün mertebe belirsiz bir hâlde gösterecek tarzda giyinmesi, elbisesinin ve etekliğinin pileli olması, onun bir ciddi ev kızı olduğuna delil sayılır. Müslüman kızı nasıl giyinmelidir?

[Tavsiye Yazı –> Setri avret nedir? ]

19) TOPLULUK İÇİNDE, YOLDA, BİR KIZIN HAREKET TARZI (Davranışı) NASIL OLMALI?: Yapmacıksız olarak mütevazi, iddiasız ve terbiyeli bir tavır, genç kıza en yakışan bir davranıştır.

Bir genç kızın etrafındaki insanları hiçe sayan saygısız ve küstah davranışları terbiyesizlik alâmetidir. İyi ahlaklı ve normal bir kız, bir erkeğe dikkatle ve alaka ile bakmaz. Mecburiyet yoksa ve mümkün ise, bakmamak en salim bir harekettir. Bunu da, suni olarak değil, tabiî olarak yapmalıdır.

Bir kızın genç bir erkeğin yüzüne pervasızca bakması, küstah ve mütecaviz erkeklere, bu tip kızlara musallat olmak için, cesaret verir.

Kızın, bir erkeğe ümit verecek tarzda davranışı, o kıza felaket getirebilir. İnsanların, yüzlerindeki değişiklik kadar huy ve ahlakları da değişiktir. Güzel ve iyi yüzlü insan, mutlaka iyi ahlaklı insan demek değildir.

Alaka toplamak ister gibi, değişik bir edâ ve hoppa bir tavır ile yürümek iyi bir intiba bırakmaz. Böyleleri, alay mevzuu ve gülünç olur.

Bir kızın giyinişi, yürüyüşü ve hareket tarzları, onun dini inanışı, ahlakı ve karakteri hakkında, bir fikir verebilir.

Ya Rabbi! Senin lütuf ve kerem ve inayetinle, büyük sıkıntılar görmeden, uzun bir ömür yaşadım. Bu hayatın içinde, sana karşı, pekçok günah işledim. İrade-i cüziyyemi, senin râzı olmadığın şeylere sarf ettim.

Artık sana rücu etmek zamanım pek yakîn. Bundan sonraki dünya ve ahiret hayatımın safhaları şu olacak:
Dünya elemleri, sekerat-ül-mevt, kabir hayatı, haşr âlemi, mükafat ve mücazat ihtimalleri…

Büyük günahlarımla, bu tehlikeli geçitlerden, nasıl geçeceğimi bilmiyorum. Afvına kavuşamazsam, halim ne olacak?

İstigfar ve dualarım, kabule lâyık olacak mı bilmiyorum. Senin afv ve mağfiret sıfatın, tek ümitim! Senden başka kime sığınabilirim?

Ya Rabbi! Sana inanıyorum. Kitabında bildirdiğin gibi inanıyorum. Kitabına ve Resûlüne “sallallâhü aleyhi ve sellem” inanıyorum.

Hududsuz büyüklüğünü anlatan kainatı, gözlerimle görüyorum. Âzametini, bana ihsan ettiğin aklımla, anlayorum. Günahlarımın, afv ve mağfiret deryan içinde, bir damla bile olmadığını da, biliyorum.

İşlediğim günahlardan pişmanlık duyuyorum. Pişmanlık duygularımı eksiltme! Bu duygularımı, elem derecesine çıkart ya Rabbi!

Ya Rabbi! Sen affetmeyi seviyorsun. Beni de, affettiğin kulların içine al! Sen Gafurürrahimsin ya Rabbi!

[Hayri Aytepe “rahmetullahi teâlâ aleyh”, 1387 [m. 1966] yılı Eylülün 2. Cumartesi günü vefât etmiştir. Edirnekapı kabristanındadır].

Emekli tümgeneral
Hayri Aytepe

Allah, İnsan ve Namaz

Bismillahirrahmanirrahim. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil’aliyil’azîm.

Her şeyi yaratan ve varlıkta durduran bir Allah vardır. Allah yok denirse, hiçbir şey var olamaz. Her insanın hayatı 3 zamana ayrılır. Dünya, kabir ve ahiret hayatı. Ahiret hayatı Cennet ve Cehennem olarak ikidir. Allah’ın sevdikleri, Cennette nimetler içinde sonsuz yaşayacak, sevmedikleri ise, Cehennemde sonsuz yanacaktır. Allahü teâlâ, kendisinin var olduğuna inananları ve dünyada her ân Onu düşünenleri ve emirlerini yapanları sever. Her gün 5 vakit namaz kılan, Onu hiç unutmaz. Namaz, insanı bu saadete kavuşturur. Namaz kılmayan ve bunları kaza etmeyen Cehennemde yanacaktır.

Yüzüğünde ne yazılıydı, bilsen Süleyman’ın:
Sakın aldanma, yoktur vefası dünyanın!
Mesut, o kimsedir ki bütün kazandığını,
yiye. Bırakıp, sevindirmeye düşmanın.

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler