Sual: Sigorta yaptırmak caiz midir? Bulunduğumuz yerin darülislam veya darulharb olması önemli midir?
Cevap: İbni Âbidin “rahmetullâhi aleyh”, Reddü’l-muhtar kitabında, kâfirin eman ile yani izin verilerek İslam memleketine gelmesini anlatırken diyor ki başka bir memlekete, onların izini ile giren kâfire (Müstemin kâfir) denir. Darülİslama müstemin olarak gelen bir kâfir, burada yaşamakta olan bir zimmi gibi, yani bir gayrimüslim vatandaş gibi korkusuz yaşar. Onun haklarına mâlik olur. Bunun malını da, fâsid sözleşme ile almamız câiz olmaz. Bu müstemine veya zimmiye olan borcunu ödemeyen müslüman habs olunur. Şu kadar var ki müstemini öldürene kısas yapılmaz. Yalnız, (Diyet) denilen para cezası alınır. İbni Âbidin, (İstilad)ı anlatırken buyuruyor ki (Kıyamette, zimminin ve hayvanların hakları altından kurtulmak, müslümanın hakkından kurtulmaktan daha güçtür. Zimminin malını gasp eden veya çalan bir müslüman, kıyamette bunun azabını çekecektir).
Darülharpte bulunan bir (Müstemin müslüman), mesela, Türkiye’den Fransa’ya, ticaret için gitmiş olan bir müslüman, kâfirlerin malını, fâsid akid ile alabilir. Çünkü, Darülharpte bulunan müsteminin, kâfirlerin mallarını, onların rızası ile alması câizdir. Mesela, onlara para verip fâiz alması, kumar oynayıp alması câiz olur. Çünkü, onların malı, bizlere helaldir. Fakat, gadr, yani sözümüzde durmamak, hıyanet etmek, her yerde haramdır. Gönül rızası ile malını almak, gadr değildir. Malına, canına, kadınına, kızına saldırmak gadr olur. Haram olur. Fakat, müslüman memleketinde bulunan müstemin kâfirin malını, gönül rızası ile olsa bile câiz olmayacak yol ile almak, gadr olur. Çünkü, İslam memleketinde, İslamiyetin emirlerine uygun hareket edilir. İslam memleketinde, müstemin ile de, müslümanlar ile yapılması câiz olan sözleşmeler yapılır. Alması İslamiyette lazım olmayan malları alınamaz. Adet olsa da, alması yine câiz olmaz. Mesela Meryem anayı ziyaret için Kudüs’e gelenlerden ve turistlerden ayakbastı parası veya başka isimlerle bir şey almak câiz olmaz. Müslüman hacıdan ayakbastı parası almak da haramdır.
Darülharpte bulunan müslüman esirin, onların malına, canına saldırması câizdir. Esiri serbest bıraksalar, rahat dolaşsa, çalışıp kazansa da, saldırması câiz olur. Çünkü, onlara söz vermiş, müstemin olmuş değildir. Fakat, esirin de, onların kadınlarına, kızlarına tecavüz etmesi câiz değildir. Çünkü, nikahlı aileden ve satın alınan cariyeden başka bir kadını vaty etmek, hiçbir yerde câiz değildir. Bu ikisinden başka kadını vaty ederse, zina olur. Mükateb ve 2 kişi arasında müşterek olan ve başkasına nikahlı olan cariyesini ve başkasının cariyesini vaty etmek câiz değildir. (Cariye), harpte düşmandan esir alınıp, Darülİslama getirilmiş olan kâfir kadını demektir. Ganimet malları gibi, gâzîlere taksim olunurlar. Harpte esir alınmayan bir insanı satmak ve satın almak câiz değildir.
Darülharpte, mesela bir hristiyan ülkesinde bulunan müslüman müstemine, onların hükümeti gadr ederse, mesela, kanunsuz olarak, malını alırsa veya hapsederse, bu da, esir gibi olur. Bu müslümanın da onlara gadr etmesi câiz olur.
Sigorta parası almak da böyledir. Mesela, müslüman tüccar, malını bir harbinin, yani Darülharpte bulunan ecnebi, yabancı kâfirin gemisi ile gönderiyor. Gemi sâhibi olan kâfire, navlun, yani yol kirası veriyor. Ayrıca, Darülharpte mesela Londra’da bulunan bir harbiye, (Sikürte) yani sigorta parası denilen, belli bir ücret de veriyor. Gemi yanar veya batar veya soyulursa veya başka şekilde, gemideki mal elden giderse, o harbi, bu malın bütün değerini, sigorta parası karşılığı olarak, müslüman tüccara ödüyor. Bu câizdir. Fakat, harbinin, sultanın izini ile İslam memleketinde oturan müstemin bir vekili de vardır. Tüccar sigorta sözleşmesini bu vekili ile yapıyor. Sigorta parasını, tüccardan, bu vekil olan kâfir alıyor. Denizde, tüccarın malından bir parça yok olursa, bu parçanın değerini tamamen, bu vekil ödüyor. Anladığımıza göre, müslüman tüccarın, yok olan malının değerini bu vekilden alması helal olmaz. Çünkü, bu para, darülİslamda yapılan sözleşme ile İslamiyetin izin vermediği bir alacaktır. [Kumar parası gibidir.]
Sual: Emanetci, mal sâhibinden emânet parası alınca, mal helak olursa, malı ödemesi lazım geliyor. [Kumar olmuyor.] Sigorta da böyle değil midir?
Cevap: Sigortacıdan alınan para, emanetcinin ödemesi gibi değildir. Çünkü mal, sigortacıya teslim edilmiş değildir. Gemiciye teslim edilmiştir. Eğer, sigortacı, geminin sâhibi olursa, ecir-i müşterek, yani serbest, genel işçi olur. Mal elinde emânet olur. Verilen sigorta parası, emanetciye verilen para gibi olur. Bundan başka, emanetci ve ecir-i müşterek, batma, ölüm ve benzerleri gibi, sakınılamayacak sebeplerle elden çıkan malı ödemezler.
Tavsiye Yazı: Emanet nedir? Kaç çeşit emanet vardır?
Sual: Kefaleti anlatmaya başlarken, deniliyor ki bir kimse, birine, (Bu yoldan git! Bu yol emindir, korkusuzdur) diyor. O da bu yoldan gidiyor. Yolda soyuluyor. Söyleyen kimse, bunun malını ödemez. (Bu yol emindir. Eğer korkulu ise, soyulur isen öderim) derse, ödemesi lazım olur. Sigorta da böyle değil midir?
Cevap: Yol emindir demek, emin olduğunu biliyorum demektir. Bir kimse, bilmiş olduğunu söylemekle kefil olmaz. (Eğer söylediğim gibi değilse, öderim) deyince kefil olur. Kefil olarak aldatırsa, ödemesi lazım olur. (Yolda soyulur isen öderim) demediği için kefil olmaz. Ödemesi lazım gelmez. Kefil olacağını söylemesi, aldatmadığına alâmettir. Mesela, değirmene buğday getiren köylüye, değirmenci, bu kovaya koy derse, köylü de koysa, kovanın deliğinden, buğdaylar suya dökülüp sürüklense, gitse, değirmenci, koy derken kovanın delik olduğunu biliyorsa, buğdayları öder. Çünkü, söylerken aldatmış oldu. Demek ki aldatmak demek için, söyleyenin, tehlike bulunduğunu bilmesi ve karşısındakinin ise, bilmemesi lâzımdır. Köylü, kovanın delik olduğunu görerek, bilerek buğdayını koyarsa, malını, kendi isteği ile ziyan etmiş olur.
Sigortacının, tüccarı aldatmak kastı olmadığı meydandadır. Geminin batıp, batmıyacağını bilmez. Hırsızların, yol kesenlerin tehlikesi varsa, bunu, sigortacı gibi, tüccar da bilir. Tüccarın sigorta parası vermesi de, yolda tehlike olduğunu bilip, malı elden çıkınca, bedelini alabilmesi içindir. Sigorta işi, yolcunun veya köylünün aldatılmasına benzememektedir.
Müslüman tüccarın, Darülharpte, [yani İngiltere gibi putlara tapınılan bir memlekette] bulunan bir harbi ortağı olup bu ortağı, orada, sigortacı ile sözleşme (anlaşma) yapar ve helak olan malın bedelini, orada sigortacıdan alıp, buradaki müslüman ortağına gönderirse, müslüman tüccarın, gelen bu parayı alması helal olur. Çünkü, fâsid olan sözleşme, Darülharpte ve iki harbi arasında olmuştur. Onların malı, kendi istekleri ile müslümana gönderilmiştir. Alması günah olmaz
Müslüman tacirin, Darülharbe gidip, sigortacı kâfir ile orada sözleşme yapması ve helak olan malın değerini, Darülİslamda, sigortacının vekilinden alması câiz olur. Çünkü, Darülharpte bir harbi ile yapılan sözleşmenin kıymeti yoktur. Harbinin malını, onun rızası ile almış olur. Kâfir ile sözleşmeyi Darülİslamda yapıp, malın bedelini kâfirden Darülharpte alırsa, kâfirin isteği ile olsa bile alması helal olmaz. Çünkü, bu parayı Darülİslamda yapılan fâsid akid, yani sözleşme sonucu olarak almaktadır. Darülİslamda yapılan her akid muteberdir. Şeri hükümleri yapılır. Bu akid, fâsid olduğu için haramdır. İbni Âbidin’den tercüme, burada tamam oldu.
Son asrın büyük âlimlerinden Muhammed Bahit-ül-Muti-i “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Sükertah) risalesinin 24. sayfasında, (Temin, yani sigorta sözleşmesi, fâsid bir akiddir. Çünkü, muhtemel olan bir tehlikeye bağlanan bir sözleşmedir. Bu ise kumardır) diyor. Ahmed İbrahim efendi de, (Mecellet-üş-şübban-il müslimin)in 1941 senesinin 3. sayısında, (Hayat sigortası, bir tehlikeye bağlanan bir kumardır) demektedir. Bu âlimlere karşılık, doktor Sıddîk Muhammed Emin Darir, (Hedy-ül-İslami)nin 1975 senesi 6. sayısında, (Sigorta yardımlaşmadır. Bir kimseye gelen tehlikeyi, birçok kimsenin paylaşmasını temin etmektedir. Sigortacı bu yardımlaşmaya kefil olmaktadır. Sigortalı ve sigortacı, alacakları ve verecekleri paradan emindirler. Sigorta, tehlikenin zararından kurtulmak içindir. Kumar ise kendini tehlikeye atmaktır. Sigorta ciddi bir sözleşmedir. Kumar ise oyundur. Evet, sigorta, (Garer) bulunan, yani sonu muhtemel ve şüpheli olan bir (Akid)dir, bir sözleşmedir. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, garer bulunan satışı yasak etmiştir. Yakalamadan önce balığı satmak böyledir. Sigortadaki garer, garer-i fahiştir. Fakat umumî ihtiyaç olunca ve başka çare bulunmayınca, garer bulunan akidler câiz olur. İmâm-ı Süyuti “rahmetullahi teâlâ aleyh”, ihtiyacı şöyle tarif etmektedir: Memnû olanı kullanmazsa meşakkat hâsıl olacak haldir. Fakat, kullanmazsa ölüm hâsıl olmaz). Tehlikeye, zarara düşen insanın, yardıma ihtiyacı inkâr edilemez. Fakat, kar, kazanc için kurulmuş olmayan teberru yardım şirketleri bu işi görür. Kar, kazanc için kurulmuş olan sigorta şirketlerine lüzum yoktur. Yardım şirketlerini, teberru edenler arasından seçilenler veya hükümetler idare eder.
Muhammed Emin Darir, kendi fikri ile kendi mantıkı ile büyük fıkıh âlimlerine karşı geliyor. Halbuki fikri de, mantıkı da fıkıh ilmine uygun değildir. Evvela kumara yardımlaşma diyor. Düşünmüyor ki İslamiyet, kumar şeklinde şüpheli olan yardımlaşmayı haram etmiş, kaza, felaket gelene, hayır sahiplerinin teberru ederek, yardım yapmalarını teşvik etmiştir. Zarar görene, haram yoldan değil, helal yoldan yardım etmek lâzımdır. Sigortalı için, alacağından emin olduğunu söylemesi, felaket geleceğini önceden bildiğini söylemek olur ki bu sözü fıkıh bilgisine ters düştüğü gibi, imana da dokunmaktadır. Çünkü, gaybı bilmek sözü insanı küfre götürür. Felaket gelirse alacağından emindir demek istiyorsa, bu söz, sigortanın kumar olduğunu, haram olduğunu söylemektir ki sigortayı savunurken, reddetmiş olmaktadır. Birçok tüccar, tehlikeli kazanc yollarına atılmaktadır. Bu tehlikeler ticareti ve sanatı haram etmemiştir. Halbuki kumarda bu tehlikelerin hiçbiri yoktur. Hatta kumar, tehlikesiz, zahmetsiz bir kazanc olduğu için haram olmuştur. Harbe hazırlık yarışlarındaki ve ilim öğrenmekteki kumara oyun demek ise, şaşılacak bir haksızlıktır. Evet, oyunlarda kumar olur. Fakat her kumara oyun demek doğru değildir. Merhum şeyh Ebû Zühre “rahmetullahi teâlâ aleyh” de, sigortanın kumar olduğunu, garer bulunduğunu ve tehlike olunca, sigortacının, tehlike olmayınca da sigortalının gaben-i fahiş ile zarar ettiğini, her sözleşmede, iki tarafın zarar ve karlarında müsavat, adalet bulunmasının esas olduğunu bildiriyor. Hayat sigortasının ise, açık bir kumar ve fâiz olduğunu yazıyor. Ayrıca 1972 yılında Libya’da Beyda şehrinde toplanan konferansta, zarar ve tehlike için olan sigortalar, 4 mezhebin fıkıh ilimlerine uymuyor ise de, adet hâlini aldığından ve ithalatı arttırdığından câiz olacağına, hayat sigortasının ise açıkça kumar olup haram olduğuna karar verildiğini yazıyor. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki hiçbir sigorta helal değildir. Tehlike ve zarar sigortasına da câiz denilemez. Yardım sandıkları bu işi yapmaktadır. Fakat, yardım sandıklarına, hayır sahipleri ve hükümet para koyar. Buraya para koyan, bundan, istifade edemez. İstifadeye kalkışırsa kumar olur, haram olur. Haramların adet hâlini alması, helal olmalarına sebep olamaz.
Görülüyor ki müslüman olsun, kâfir olsun, herhangi bir sigortacı ile Darülİslamda yapılan sözleşme fasittir. Alınan ve verilen paralar haramdır. Bir müslümanın, kâfir olan sigortacılar ile Darülharpte sözleşme yapması ve ondan para alması helal olur. Darülİslamda semavi, yani kaza ile afet ile olan zararlar, sigorta şirketleri tarafından değil, (Yardım cemiyetleri) tarafından ödenmelidir. Böylece, hem millete hizmet olur. Hem, cemiyete teberru [bağış] yapan hayır sahipleri sevap kazanır. Hem de, millet büyük bir günahtan kurtulur.
Sigortaya arabîde (Temin) denilmektedir. Sosyalist darbe olmadan evvelki Libya kanunlarının ve Mısır kanunlarının 747. ve Sudan kanununun 617. maddelerinde, (Ukud-ül-garer) başlığı altında ve Libya evkaf bakanlığının çıkardığı (Hedy-ül-İslami) mecellesinin 1395 [m. 1975] mart nüshasında sigortalar hakkında geniş bilgi vardır. Bu bilgilerin çoğunun İslamiyete uygun olmadığı (Hedy-ül-İslami)nin 1975 ve 1976 nüshalarında yazılıdır. İslamiyette sigortanın hiçbir nev’i yoktur. İslamiyette vakıf ve beytülmal, yardım cemiyetleri vardır. İşçi sigortalarının ve emekli sandıklarının işlerini Beytülmal yapar. Beytülmal, işçiden, memurdan hiçbir şey almaz. Aylıklarından ve ücretlerinden, hiçbir şey kesmez. Çünkü bunlar fakirdirler. İşverenden, tüccardan zekat alır. Bu işi hükümet yapar. İşverenlerin, tüccarların defterlerini, hesaplarını inceleyerek zekatlarını alır. Beytülmala koyar. İşçilere, memurlara, emeklilere buradan ev, maaş, geçim temin eder. Böylece her müslüman, rahat, mesut olarak yaşar. İşçi sigortalarında ve emanetcide toplanan ve maaşlardan kesilen malların, paraların (Lukata) hükmünde olduklarını, büyük âlim Abdülhakîm efendi, vaazlarında bildirmiştir. Lukata, yerde bulunan mal demektir. Bunlar ve mal-ı habis, sahiplerine geri verilir. Sahipleri bulunmazsa, fakirlere verilir. Eline geçen fakirin mülkü olurlar. Hükümet, ticaret, ziraat, hatta fabrika, ağır sanayi yapmaz. Bunları hususi teşebbüs, yani millet yapar. Her çeşit sigortanın haram olduğu, Yusuf Kardavi’nin (El-helal vel haram) kitabında vesikaları ile yazılıdır.