Sual: Alemleri yaratan Allahu teala hakkında bilmesi vacip olan şeyler nelerdir?
Cevap: Türpüştî Risalesî’nde der ki:
Yapmak ve yapmamakta kul ne ile mükellef ise, en evvel onları bilmek ona farzdır. Yanî en önce kula lâzım olan, bütün bu âlemin bir yaratıcısı olduğunu bilmek ve bunun Allahü teâlâ olduğuna inanmaktır. Allahü teâlâdan başka olan her şeye ÂLEM denir.[1]:
Müslümânların avâm ve câhillerinin çoğu, ana ve babalarından müslümân olarak dünyâya gelip, yetişmişler, dilleri kelime-i tevhîde alıştırılmış, kulaklarına hep bu tevhîd kelimesi söylenmiş ve böyle büyümüşlerdir. Yanî ana ve babaları onlara, “Allah birdir, kadîmdir, hiçbir şeye benzemez. Ondan başka her şey Onun yaratması ile meydâna gelmiştir” demişlerdir ve din sâhipleri, yanî müslümânlar, kendilerini kelime-i şehâdet, zekât, oruc, hac, ezân, namâz, Kur’ân-ı kerîm okumak, helâl ve harâm olanları taklîd yolu ile öğrenmiş ve edinmiş hâlde bulmuşlardır. Bu bakımdan hak dîni sevmek kalplerine tatlı gelmiş ve onu hak bilmek onların itikâdı olmuştur. Bundan dahâ iyisi şudur ki, Muhammed Mustafâ’nın “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem” peygamber olduğu, mucizelerinden ve diğer hâllerinden peygamberliğinin doğruluğuna âit işâret ve alâmetler tevâtür hâlinde, arada zamân bakımından hiç kopukluk olmadan peyder pey, hiçbir şüphe bulunmadan, kendilerine varmışdır. Ve Onun hak Peygamber olduğu kalplerine yerleşmiş ve sağlamlaşmış ve bilmişlerdir ki, O “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem”, insanları Hakkın tevhîdine ve Ona ibâdete davet etmiştir. Bu sağlam huccet ve doğru din, onların akîdesi olmuştur. Böylelerinin îmânı doğrudur, güzeldir. Ammâ bundan dahâ mükemmeli şudur ki, inceleme ve araştırmaya çalışıp, bu manâları bir nev’î delîl ile ortaya çıkarıp, anlamalı ve bu inceleme ve idrâk ile dîninin temelini dahâ sağlam yapmalıdır. Ammâ Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde bildirdiği huccet ve delîllerle yetinirsek, Allah için, i’tikâd bilgilerinde yeterli olur. Ehl-i sünnet ve cemâ’atin öncüleri olan Selef-i sâlihîn âlimleri bu kadarını kâfî görmüşler, umûm için bunu beğenmişlerdir. O hâlde Onları takîb edenin kalbi de, dîni de selâmette olur. Zîrâ onlara uymak mubârekdir, onlara uymamak ise bedbahtlıktır.[2]
Allahü teâlâ Bakara sûresi 163. âyetinde meâlen, “Sizin Rabbiniz, zâtında ve sıfatlarında birdir ve eşi yoktur. Ondan başka ilâh yoktur. Kullarına çok merhametli ve mü’minlere rahmeti de pek fazladır” buyuruyor.
Kur’ân-ı kerîmin âyetleri açıkca gösteriyor ki, âlem, ya’nî Allahü teâlâdan başka herşey, bütün kâinât mahlûkdur, yaratılmışdır. Yaratılmış olanın ise, muhakkak bir yaratıcısı vardır. Bundan sonraki [164.] âyette meâlen, “Şübhesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fâide veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allahın gökten indirip de, ölü hâldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hâzır bekleyen bulutları yönlendirmesinde, düşünen bir toplum için Allahın varlığını ve birliğini ispâtlayan bir çok huccetler, delîller vardır” buyuruyor. Bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, Allahü teâlâ, eğer benim ilâh olduğumda, zâtımda ve sıfatlarımda bir ve eşsiz olduğumda, yakîniniz, îmânınız tam değilse, bu âyetde bildirdiğim nişân ve alâmetlere bakıp düşünün. O zamân ülûhiyyet ve vahdâniyyetimde şübheniz kalmadığını anlarsınız, buyurmakdadır.
Akıl sâhipleri göklere bakınca, gökte ve göğün derinliklerinde sayısız sâbit yıldızları, 12 burcdaki yıldızları ve 7 gezegeni hep ayrı yörüngelerde bulur. Her birinin belli bir zamânda belli mesâfe kat ettiğini, bu mesâfeden aslâ geri kalmadığı gibi ileri de gitmediğini ve bilinen hudûdu aşmadıklarını, ayın ışık, güneşin ziyâ verdiğini, diğer yıldızların ışık ve ziyâ vermekte [uzaklıkları sebebiyle] böyle olmadıklarını, güneşin ufkun üstünde durdukça gündüzün devâm ettiğini, batınca gece olduğunu, mevsimlerin dünyânın güneşin etrâfındaki hareketi ile alâkalı bulunduğunu, her mevsimin canlıların yaşamasında işe yaradığını görür. Apaçık anlaşılıyor ki, bu kadar şaşmazlığın ve nizâmın bir sâhibi vardır. Bu nizâmı kuran ve idâre edenin yıldızlar olabileceğini söylemek mümkün değildir. Zîrâ onların idâre ve nizâmı kendilerine verilmedi ki, başkasını idâre etsin ve düzene soksunlar. Yıldızlar ve onlara tesîr eden kuvvetten anlıyoruz ki, yıldızların seyri doğru olsa, bir dahâ geriye dönemezler ve hep hareket hâlinde bulunan, dâimâ dönüp duran bu gök cisimleri, hiçbir zamân hareketten sükûnete geçemezler. Bütün bunlar gösteriyor ki, göklerde olanların hepsi, sonradan yaratılmıştır. Bunları tedbîr, teshîr, tedvîr eden ve yaratan bir yaratıcı olmadan bunlar olamaz. Gökten aşağı sarkan bulutlara bakın! Su ile yüklenmiş, ağırlaşmışlar. Rüzgâr onları sürüp götürüyor, bir araya topluyor, dağıtıyor. O bulutlardan inen yağmurlar, insanların ve hayvanların yaşamasına sebep oluyor. Ölü topraklar onunla canlanıyor. Bazen o bulutlardan sağanak hâlinde yağmur yağıyor, bazen de geçip gidiyor, bir damla bile düşmüyor. Bazen bir memleketi, bir yöreyi kaplıyor, ama yüzlerce memlekete de yağmıyor.
Rüzgârlara dikkat edin! Zamân zamân çok sert esiyor. Bazen de hiç esmiyor, bir yaprak sallanmıyor. Kimi zamân kuzeyden, kimi zamân güneyden, bazen doğudan, bazen batıdan, bazen de karışık esiyor. Bu saydıklarımızdan hiçbiri, bu işleri kendi irâde ve ihtiyârı ile yapmıyor. Çünki hiçbirinin irâdesi yoktur. Bunların zamân zamân çeşitli hâllere girmesi gösteriyor ki, bunlar, kudret ve hikmet sâhibi olan kâinâtın yaratanının tedbîri, düzenlemesi ile olmaktadır ve bu tasarrufunda nice hikmetler vardır.
Toprağa bakınca, görürsünüz ki, çeşitli özelliklere sâhiptir. Toprak, ayrı kitleler olmayıp birbirine bağlıdır. Ama kimi yumuşak, kimi sert, kimi sıkı, kimi gevşek, kimi alçak, kimi yüksek, kimi verimli, kimi çoraktır. Toprak her yerde aynı renkte değildir. Madenleri, bitkileri, meyveleri ayrı ayrıdır. Hattâ bir dalda yetişen iki meyvenin tadı ve rengi ayrıdır. Dahâ çok şaşılacak şudur ki, tâze bir ağacın bir dalında bir parmak ucu kadar olmayan bir yerinde, hem derd, hem de dermân bulunmaktadır. Toprağın kimi yeri çok sıcak, kimi yeri çok soğuktur. Bütün bunları, o yerlerin hava ve suyuna bağlamak doğru değildir. Zîrâ aynı hava ve su ile yetişmiş olan bir ağacın, bir dalındaki iki meyveye güneş de eşit vurmaktadır. O hâlde bu hayrânlığı uyandıran, Hakîm ve Kâdir olan âlemin yaratıcısının san’atındaki hikmetten başkası değildir. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde bunu bildirmekte ve Ra’d sûresi 4. âyet-i kerîmesinde meâlen, “Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır. Böyle iken yemişlerinde bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. İşte bunlarda akllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır” buyurmakdadır. Aynı toprakdan ve aynı sudan beslenen bitkilerin, herbirinin tadı birbirinden çok farklı olan meyveler vermesi, Allahü teâlânın varlığının ve kudretinin en açık delîllerindendir. [Tibyân tefsîrinde diyor ki, insanlar da buna benzer. Renkleri, şeklleri, sûretleri, heyetleri, sesleri, huyları, tabîatleri ayrı ayrıdır. Hâlbuki hepsi aynı ana ve babadan meydâna gelmiştir. Medârik tefsîrinde de şöyle bildirilir. Etkilenmelerde, nûrlarda ve sırlarda kalbler ayrı ayrıdır. Her kalbin bir sıfatı, her sıfatın bir netîcesi vardır. Bazı kalpler inkârcı, bazı kalbler kibirli olur. “Âhirete inanmıyanlar var ya, onların kalbleri inkârcı, kendileri de kibirli kimselerdir” âyet-i kerîmedir. [Nahl sûresi, 22. âyeti]. Bazı kalbler de, Allahü teâlânın zikri ile mutma’în ve râhat olur. Nitekim Ra’d sûresi 28. âyetinde meâlen, “Kalbleri Allahın zikri ile huzûra kavuşanlar” buyuruluyor. Mısra:
Yolun ayrılığına bak, nereden nereye!]
Eğer bir kimse, kendisine herşeyden dahâ yakın olan nefsine bakarsa, bu delîllerden çoğunu kendinde bulur. Allahü teâlâ Zâriyât sûresi 20 ve 21. âyetlerinde meâlen, “Kesin olarak inananlar için yeryüzünde âyetler vardır” buyuruyor. Ya’nî, yeryüzünün dağlarında, denizlerinde, ağaçlarında, otlarında, madenlerinde ve canlılarında Cenâb-ı Hakkın kudret, irâde ve birliğine delâlet eden alâmetler açıkça sergilenmekdedir. “Kendi nefslerinizde de öyle; görmüyor musunuz?” Yanî, ibret nazarı ile bakın ve kendi zâtınızdaki yüksek sanat alâmetlerini görün. Zirâ kâinâtdaki her şeyden sizin vücûdunuzda bir nümûne vardır. [Hakâık-ı Sülemî’de der ki: Kim bu alâmetleri kendinde görmez ve kendi vücûdunda kudret eserlerini bulmazsa, nasîbini yitirmiş ve hayâttan alınacak hisseyi almamış olur. (Tefsîr-i Hüseynî). Şiir:
Kendine nazar eyle, sen sevgili bir ersin, Kendini yere atma, sen yüksek bir yerdensin.
Sen gözünden saklısın, kemâlin bilemezsin, Sadefini kır da çık, zîrâ çok kıymetlisin.]
O nişân ve alâmetler şunlardır ki, sen kendi yaratılışını ve yapını düşünür, bir hâlden bir hâle dönüşdüğünü göz önüne getirirsen, bilirsin ki, ana karnında bir damla su idin. Sonra kan pıhtısı oldun. Sonra ete dönüştün. Sonra kemiklerin, bunların üzerine derin yaratıldı. Böylece hikmetli vücûdun meydâna geldi. Ona rûh verildi. Hiç şüphesiz bu noksan hâlden kemâle gelmen senin tedbîr ve irâdenle olmadı. Zîrâ değil ki, o acz hâlinde, âkıl ve bâlig oldukdan sonra bile, yaratılmış olduğun şekline bir parmak ucu kadar bir şey ilâve edemezsin. Bir organın eğri olsa doğrultamazsın, biri noksan olsa, tamâmlıyamazsın. Sonra zamân geçer, o genç ve kuvvetli hâlinden ihtiyârlığa dönersin. Sıhhatli ve sağlam iken, şimdi güçsüz ve hastalıklarla uğraşırsın. Bunu sen mi istedin de böyle oldu? Hâyır, sen istemedin. Gençliğine doymadın. Ama ihtiyârlık hâlini kendinden atamaz, değişdiremezsin.
Bütün bunları bilince, şüphesiz olarak anlarsın ki, bu hâller ve değişmeler, âlemin yaratıcısı olan Kâdir ve Hâkim hâlıkın irâde ve ihtiyârı ile olmakdadır. Ve yine yakînen anlarsın ki, bunları yapan tabîat değildir. Çünki nutfenin, yanî bir damlacık menînin oluşup büyüdüğü kuvvet, birbirine zıt dört şeyden hâsıl olmakdadır. Bunlar da, harâret, bürüdet, rutûbet ve yubûsetdir. Yanî sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluktur. Anâsırın [eşyânın] tabîati işte bunlardır. Yanî su, ateş, hava ve toprak. Bu dördünün, hattâ bunlardan ikisinin, bunlara hükmeden ve dilediği gibi tasarruf eden bir birleştirici olmadan bir araya gelmesi ve birleşmesi mümkün değildir. Mümkün olsaydı, su ile ateş, bir müdebbirin tedbîri olmadan bir araya gelirdi. O hâlde açıkça anlaşılmış oluyor ki, hayvanların ve diğer şeylerin bedenlerindeki tabî’atin eserleri, hep hâkim ve kadîm bir yaratıcının tedbîri, düzenlemesi ile olmaktadır.
Aynı şekilde yine görüyoruz ki, tabîatlerin eserleri [karakterlerin izleri ve tezâhürleri] ayrı ayrıdır. Birinin diğerine gâlib bulunması da mümkündir. O da gösteriyor ki, onun tedbîrini Kâdir, Kahhâr bir yaratıcı yapmaktadır. Buraya kadar anlatılanlar, âlemin mahlûk olduğunu [yoktan yaratıldığını] ve yaratılmış olanın muhakkak bir yaratıcıya muhtâc olduğunu, yaratıcı olanın, yaratılmış olmasının câiz olmadığını göstermektedir.
[1] Tevhîdde [îmânda] ilk derece, insanın sâdece dili ile tevhîd kelimesini söyleyip, manâsını bilmemesi, hakîkatinden gâfil olmasıdır. Dili ile söyleyip, manâsını inkâr eden münâfık olur. Dil ile Lâ ilâhe illallah… demesi onu münâfıklıkdan kurtarmaz. Bundan Allahü teâlâya sığınırız. Bununla sâdece cânını ve malını telef olmaktan kurtarır. Nitekim hadîs-i şerîfde, “İnsanlarla, Eşhedü en lâ ilâhe illallah… deyinceye kadar harble emrolundum. Bu kelimeyi söylerlerse, canlarına ve mallarına dokunmam” buyurulmuşdur.
Tevhîd ve îmânda bu en aşağı dereceden üstdeki derece, tasdîkdir. Dili ile bu kelimeyi her söylediğinde, kalbinden de manâsını tasdîk eder. Şöyle ki, bir âlimden yetişip ve tevhîd kelimesini ondan öğrenip, yukarıda bildirilmiş olan manâsına kalbinin tasdîki ile de sâhib olur, yâhud kelime-i tevhîdi bilen bir kelâm âlimi, bu tevhîd kelimesinin manâsını iyice anlamak, inceliklerine ve derinliklerine varmak için bununla alâkalı her mes’eleyi iyice öğrenir, bu husûstaki bahislere, münâkaşalara ve münâzaralara girip, bunda hiçbir eksiği kalmaz. Avâm ile kelâm âlimi arasındaki fark şudur ki, eğer bid’at sâhibleri ve müşrikler, tevhîd kelimesinin manâsında akılları karıştırır, zihinleri bulandırırlarsa, kelâm âlimi buna mâni olur; avâm ise bunu yapamaz. Ammâ bunu yapamaması, onun îmân ayağını istikâmet caddesinden çıkarmaz. Ancak bid’at sâhibi birisi, avâmdan olan bir kimsenin zihnini ve aklını karıştırır ve bulandırırsa, o avâm ve câhil olan kişi, o şüpheleri izâle edemez. Çünki o kadar ilme sâhib değildir. Bunun için mübâhase, münâzara edecek hâlde değildir ve bu husûsta ortaya konulacak aklî ve naklî delîllerden habersizdir. Yoksa bid’at sâhibi, onun ihlâsla kalbine yerleşdirdiği tevhîdi ve bu husûsdaki sağlam akîdesini söküp atamaz. Allah korusun! İşte tevhîdin bu derecesi, sâhibini ebedî Cehennemde kalmaktan koruyan mertebedir.
Bu ikinci dereceden yukarıda bulunan tevhîdin üçüncü derecesi, müşâhededir. Yanî her şeyin oluşunu, ortaya çıkışını Allahü teâlâdan görür ve bu mahlûkât âleminde vâki olan her şeyi Allahü teâlâdan bilir. Bunun fâidesi ise, kalbin Allahü teâlâya itimâd edip, Allahü teâlâdan başka her şeyden kesilmesini sağlamakdır. Buna tevekkül derler.
Tevhîdin dördüncü derecesi, görmekdir. Yanî mâsivâ diye ismlendirilen Allahtan başka herşeyi, Allahü teâlânın varlığı yanında yok sayar. Hattâ bu şekilde yok olduklarını kalb gözü ile görür. Bunun fâidesi ise, Allahü teâlânın zâtına gömülüp, Ondan başkasından ve onlara tutulmaktan kurtulmaktır. Tevhîdin bu derecesine Fenâ ismini vermişlerdir. (Aynü’l-ilm kitâbı)
[2] Zîrâ, Ehl-i sünnet ve cemâ’at, Allahü teâlânın Kitâbı, Resûlullahın sünneti, Sahâbenin ve Âl-i Resûlullahın sözlerine dayanmaktadır. Bozuk düşüncelere, asılsız felsefeye, nefsî görüşlere, indî mülâhazalara aslâ açık değildir. Bunun için Ehl-i Sünnet ve Cemâ’at yolunda olanlara Ehl-i Hak [doğru yol sâhibleri] denir. Diğer mezhebler böyle değildir. Onlara nefsî düşünceler, indî mulâhazalar, yanlış mukaddimeler ve felsefî görüşler karışmıştır. Bunun için onlara uymak bedbahtlık ve bid’atdir. Sünnet ve Cemâ’at ehli olmanın alâmeti şudur: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” buyurdu ki: “Bu meseleleri yakînen bilen sünnîdir.” Bu meseleler şunlardır:
1– Hazret-i Ebû Bekr’in hazret-i Ömer’den, hazret-i Ömer’in hazret-i Osmân’dan, hazret-i Osmân’ın hazret-i Alî’den ve Onun da diğer bütün Eshâbdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn” üstün olduğuna ve Eshâb-ı Kirâmın diğer müslümânlardan fazîletli bulunduğuna inanmak.
2– İki kıbleyi de ta’zîm etmek. Yanî çok Peygamberlerin kıblesi olan Beytülmukaddes’e ve bizim Peygamberimizin kıblesi olan Kâ’beye karşı saygılı olmak.
3– Mest üzerine mesh etmeği câiz bilmek.
4– Şerî’atin Cennetlik olduklarını bildirdiklerinden başka, hiç kimseye kat’î olarak Cennetlik dememek. Cennetle müjdelenenler ise şunlardır: Peygamberler, Âşere-i mübeşşere [Cennetle müjdelenen 10 büyük sahâbî], Bedir’de, Uhud’da ve Bî’at-i Rıdvân’da bulunanlar, Fâtımatü’z-Zehrâ, Hasen ve Hüseyn “radıyallahü anhüm”.
5– Şerî’atta, Cehennemlik oldukları bildirilenlerden başka hiç kimsenin, kat’î olarak Cehennemlik olduğuna hükmetmemek. Cehennemlik olduğu bildirilenlerden bazısı İblîs ve Ebû Leheb’dir.
6– Resûl-i Ekremden “sallallahü aleyhi ve sellem” sonra hilâfet 30 senedir. Ondan sonrası meliklik, pâdişâhlık ve sultânlıkdır.
7– İyi ve günâhkâr her müminin arkasında namâz kılmağı câiz bilmek.
8– Sâlih ve âsî olan cenâzenin namâzını kılmağı câiz bilmek.
9– Hayır ve şerrin takdîrini Allahü teâlâdan bilmek.
10– Bâgîliği [devlete isyân etmeği] câiz görmemek. Hükümdâr ister âdil, ister zâlim olsun, değişmez. (Mezâhib-i Arabî’de de böyle diyor).