Sual: Allahu tealanın isimleri nelerdir? Dinimizde bildirilen isimlerinden başka bir isim kullanmak caiz olur mu?

Cevap: Allahü teâlânın isimleri çoktur. Sayısını bilmiyoruz. İsimlerinden 99’unu, Kurân-ı Kerîmde insanlara bildirmiştir. Kadızade Ahmed efendi, Birgivi Vasiyetnamesi Şerhi’nde diyor ki “Allahü teâlânın 99 ismine (Esma-i hüsna) denir. Allahü teâlânın isimleri (Tevkifiye)dir. Yani İslamiyetin bildirmesine bağlıdır. İslamiyetin bildirdiği isimler ile çağrılır ve onlar ile zikrolunur. Bunlardan başka isimler ile çağırmaya, zikretmeye, İslamiyet izin vermemiştir”.

Şerh-i Mevakıf, 541. sayfasında diyor ki “Kadı Ebû Bekr “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurdu ki Allahü teâlâya yakışmaz mânâ çıkmayan, Ona yakışan isim söylenebilir. Çoğunluk ise, belli 99 isimden başkası söylenemez dedi”.

Bundan anlaşılıyor ki Allahü teâlâya (Tanrı) demeye izin yoktur. Yani tanrı demek günah olur. Allah ismini kullanmak istemeyip, bunun yerine, tanrı demek veya 99 isimden birini bile kullanmak istemek, çok büyük ve çirkin suç olur.

Nuh aleyhisselâmın oğlu Yafes mümin idi. Evladı çoğalınca, onlara reis olmuştu. Hepsi, dedelerinin gösterdiği gibi, Allahü teâlâya ibâdet ediyordu. Yafes nehirden geçerken boğulunca, Türk ismindeki küçük oğlu, babasının yerini tuttu. Bunun evladı çoğalarak, bunlara Türk denildi. Bu Türkler, ecdadı gibi, müslüman, sabırlı, çalışkan insanlardı. Bunlar zamanla çoğalarak Asya’ya yayıldı. Başlarına geçen bazı zalim hükümdarlar, semavi dini bozarak, puta taptırmaya başladılar. Bunlardan, bugün Sibirya’da yaşayan Yakutlar, hala puta tapmaktadır. Dinden uzaklaştıkça, eski medeniyet ve ahlaklarını da kaybetmişlerdi. Hele Hunlar ve onların reislerinden Attila, dinsizliği ve zulmü ile (Allah’ın gazabı) ismini almıştı. İslam güneşi Mekke-i mükerremeden doğarak, ilim, ahlak ve her türlü fazilet ışıklarını dünyaya saçınca, Romalıların, Asya’ya kadar yayılan sefahet ve ahlaksızlıkları ve Asya’yı, Afrika’yı kaplamış olan dinsizlik, cahillik ve vahşet altında yetişmiş diktatörler, sömürdükleri insanların İslamiyeti işitmelerine, anlamalarına mâni oldular. Bu engeller kılıç gücü ile ortadan kaldırıldı. Türk hakanları, asaletleri ve uyanık olmaları sebebi ile İslamiyetin işitilmesine mâni olmadılar.

Şemseddin Sami, Kamusü’l-alam’da diyor ki: “Hazer gölünün şarkındaki Aral gölünün şark tarafına, şimalde Seyhun, cenubda Ceyhun nehirleri, şimâl-i garbiye doğru akarlar. 2 nehir arasına (Mâvera-ün-nehir) denir. 2 göl arasının cenub kısmına (Harizm) denir. Merv şehri buradadır. Bunun cenubu, İran’ın (Cürcan) ve (Horasan) velâyetleridir. Buraya şimdi (Türkmenistan) deniyor. Aral gölünün şimaline (Kazakistan) deniyor. Mâvera-ün-nehr’in cenubuna (Özbekistan) deniyor. Buhara, Semerkand, Taşkend buradadır. Bunun şarkına (Tacikistan) deniyor. Yarkend, Fergane ve Kaşgar buradadır. Bu memleketlerin hepsine (Türkistan) denir. Buhara’yı, [m. 674] de, Horasan valisi Saîd bin Osman ibni Affan, Semerkand’ı ve bütün Mavera-ün-nehr’i [m. 695] de Kuteybe feth etti. Semerkandi, [m. 1868] de ve bütün Türkistan’ı, [m. 1874] de ruslar istila etti. [Osmanlı devletinin idaresini ele geçirmiş olan masonlar, bu istilalara seyirci kaldılar.] Türkün asaleti ile İslamiyetin şerefi bir araya gelmeden çok önce, Asuriler Türkistan’a girerek, Türkleri, güneşe, yıldızlara tapınmaya alıştırmıştı). Tanyeri ağarınca, güneşe tapınırlardı. Bu sebepten, güneşin ismi, tanyeri ve nihâyet tanrı oldu. Kurân-ı Kerîmde, (Benim ismim Allahtır. Beni Allah diye çağırınız. Allah diye ibâdet ediniz. Allah diye yalvarınız!) mealinde müteaddid âyet-i kerimeler vardır. Ona, Onun istediği ismi söylemeyip de, kâfirlerin, Onun en sevmediği mâbudlarına koydukları tanrı ismi ile Onu çağırmak, ne kadar yanlış ve ne büyük inat olduğu meydandadır. Mesela, bir hükümdar, emri altında bulunan kimselere: (Benim ismim Ahmed’dir. Beni, Ahmed diye çağırınız!) derse, onlar da, (Hayır efendim. Bizim canımız sana Ahmed demek istemiyor. Taş veya kurd, köpek veyâhut en aşağı, büyük düşmanının ismi ile çağırmak istiyoruz) deseler ve öyle çağırsalar, nasıl çok kızarsa, Allah ismi yerine, Onun emretmediği, hatta düşmanı olduğu tanrı ismini söyleyerek ezan okumak ve ibâdet etmek, Allahü teâlâyı gazaba getirir, düşmanlığa sebep olur. İbni Âbidin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, ezanı anlatmaya başlarken buyuruyor ki: (Ezan, bildirilen şekilde, bildirilen kelimeleri okumaktır. Mânâsı aynı olsa ve herkes anlasa da, tercümesini okumak câiz değildir. Teganni ederek, yani kelimeleri bozarak da okumak câiz değildir. Kelimeleri bozmak demek, musiki perdesine uydurmak için, hareke, harf ve med [uzatmak] eklemek veya çıkarmak demektir. Böyle okunan ezanı ve Kurân-ı Kerîmi ve mevlidleri dinlemek de günahtır. Bunları ilave etmeden, yani kelimeleri bozmadan teganni etmek, [yani sesi güzelleştirmek] câizdir ve iyidir”

İbadetler emre uygun yapılmazsa oyuncak olur. Dini, oyun yapmak, adete uydurmak ise, kâfirliğin en kötüsü, en çirkinidir.
Allahü teâlânın, Kurân-ı Kerîmde bildirdiği 99 isminden birçoğu, yaratıcı olduğunu göstermektedir. Mesela, Mukit, Hâlik, Bari, Müsavvir, Razzak, Mübdi, Muid, Muhyi, Mümit, Kayum, Vâli, Bedi isimleri böyledir.

Bu 12 isimden, meşhur olan (Hâlik) ismi, takdir, tayin edici demektir. (Bari) var edici demektir. (Müsavvir) sûret vericidir. Mesela, bir mühendis, bina yapmak isteyince, önce lazım olan kereste, tuğla, çimento, demir, arsa, odaların adedi, büyüklüklerini takdir ve tayin eder, keşfeder, plan hazırlar. Halk, bu demektir. Sonra, mimar bu plana göre binayı yapar. Mimar binanın barisi olur. Nihâyet, binanın nakşları, süsleri yapılır. Bunu yapan, müsavvir olur.

Allahü teâlânın, her işinde, şeriki ortağı yoktur. Her varlığın halıki barisi, müsavviri yalnız Odur. Yaratmak, yoktan var etmektir. Maddeyi, elemanı yok iken var etmek ve var ettikten sonra, başka bir varlığa çevirmek de yaratmaktır. Mesela, (İnsanı nutfeden, cinni ateş alevinden yarattı) mealindeki âyet-i kerime böyle olduğunu bildirmektedir. Yerler, gökler, bugün bildiğimiz 118 basit cisim (eleman) yok idi. Bunların hepsini sonradan var etti. Elemanları, oksitleri, asitleri, bazları, tuzları birbiri ile birleştirerek, parçalıyarak milyonlarla uzvi (organik) ve inorganik cisimler meydana getirmekte, yani yaratmaktadır. Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki her şeyi bir sebep, bir vasıta ile yaratmaktadır. Sebepleri yapan, var eden, bunlarda aktiflik, tesir kuvveti yaratan da Odur. Cisimlerin fizik ve kimyâ özellikleri, fizik, kimyâ, biyoloji olayları, reaksiyonları, Onun yarattığı sebeplerdir. Elektrik, ısı, mekanik, ışık ve kimyâ enerjilerini ve tepkimeleri hâsıl eden çeşitli kuvvet şekillerini sebep olarak yaratmıştır. Bu sebepleri, cisimleri yaratmasına vasıta kıldığı gibi, insan aklını, insan gücünü de, kendi yaratmasına vasıta kılmıştır. Mesela, kömürün, 500 derece üstüne, yani tutuşma sıcaklığına kadar ısınarak yanma olayının başlamasına, kibritin alevi sebep olmakta ise de, kömürün oksitlenmesini, yanmasını yaratan Odur. Kibrit, yanma olayının yaratıcısı değildir. Çünkü, kibritin yapısını, özelliklerini, alevini, ısı enerjisini, karbon atomlarının oksijene ilgisini, olayın ekzoterm olup kömürü ısıtıp kırmızı şua (ışıma) yaymasını yaratan hep Odur. Bunun gibi, tuz asidi içinde, çinko eriyip, çinko klorür adında, yeni özellikte bir bileşik cisim meydana geliyor. Bu iyon şebekesini çinko atomları ve asit molekülleri yarattı denilemez. Çünkü, çinko klorür denilen iyon şebekesindeki çinko ve klorür iyonlarının atomlardan meydana gelişindeki elektron mubadelesinde ve bunun sebeplerinde, iyonlar arasındaki çekme ve itme kuvvetlerinde, çinko ve asit bir şey yapmadığı gibi, çinkoyu asidin içine atan insan da, bu işinden başka, bir şey yapmamıştır. Çinko klorürün meydana gelmesinde, insan seyirci kalmış, iyon şebekesini hâsıl eden tepkimeyi, özellikleri, kuvvetleri, Allahü teâlâ yaratmiştir. Demek ki insanın aklı ve gücü de, diğer tabiat kuvvetleri gibi, Allahü teâlânın önce yaratmış olduğu, maddeler, elemanlar, özellikler, kuvvetler, enerjiler arasındaki şartları, dengeleri değiştirerek, yeni bir dengenin, bir ahengin, bir sistemin yaratılmasına bir sebep, bir vasıtadan başka bir şey değildir. Şu hâlde, Arşimed, bir kanun yaratmamış, daha önce mevcûd olan özellikler arasındaki bir bağlantıyı görebilmiştir. Bunun gibi, phonograph, megaphon, elektrik ampulü gibi aletlere son şeklini veren Thomas Edison, bunları yaratmamış, yapmamış, yapılmasına sebep olmuştur. Bunları yaratan, Allahü teâlâdır. Edison’un bunları yaratması şöyle dursun, mevcûd maddeleri bir araya toplayıp, yeni aletlerin yaratılmasına sebep olurken, elinin, ayağının, gözünün, diğer duygularının, çeşitli hücrelerinin, kalbinin, ciğer, böbrek ve daha nice organlarının işlemesinden ve kullandığı maddelerin, aletlerin yapısından, içlerindeki atom, proton kuvvetlerinden haberi bile yoktu. Ne kendinin, ne de kullandığı şeylerin birçok inceliklerinden haberi olmayan bir vasıtaya, bir sebebe yaratıcı denilir mi? Yaratıcı, bunların en ufağını, en incesini, hepsini bilen, hepsini yapandır ki bu da ancak Allahü teâlâdır.

Üniversiteden birkaç diploması bulunan, yeni literatürleri okuyup, çok tecrübesi olan, zeki ve akıllı bir fen adamı iyi anlar ki insan, bütün işlerinde, bütün buluşlarında, bir vasıtadan, bir sebepten başka bir şey değildir. Her olayı, her reaksiyonu, her hareketi yapan, her kanunu idare eden, yalnız Allahü teâlâdır. İnsan gücünü, tabiî kuvvetlerden ayıran biricik şerefli pay, düşünceli, şuurlu olarak vasıta olmasıdır. İnsan, Allahü teâlânın yaratmasını, kendi istediği gibi tecellî ettirebilmektedir. Allahü teâlâ, insanlara bu şerefli payı ikram ederek, diğer mahluklarından ayırttığını, onu, böylece, başka mahluklardan üstün yarattığını, İsra sûresi, yetmişinci âyetinde beyan buyurmaktadır.

Yaratıcı, yalnız Allahü teâlâdır. Allahtan başkasına, her ne maksatla olursa olsun, yaratıcı demek küfürdür. (Birgivi vasiyetnamesi)nde, (Bir kimse, rızık Allahtandır. Fakat, kulun da hareket etmesi lâzımdır derse, kâfir olur. Çünkü, hareket de Allahtandır) yazıyor. Yani, hareketi ve işi insan yaratıyor diyen kâfir olur. Bursalı İsmail Hakkı hazretleri, (Huccet-ül-baliğa)da diyor ki (Hakikatte hâlik ve razık Allahü teâlâdır. İnsana hâlik veya razık demek ilhaddır. İnsanın sıfat-i asliyesi acz ve iftikardır. Hak teâlânın sıfat-ı zâtîyyesi, kudret ve ginatır). İnsanlara, yarattı, yaratıcı dememeli, Allahü teâlâya mahsus olan Hâlik ismini, kimse için kullanmamalı ve ad takmamalıdır. Rahmân ve Rahim isimleri de böyledir.

Allahü teâlâ, bir şeyi yaratmasına, başka şeyleri sebep yapmıştır. Bir şeyin yaratılmasını isteyen, onun yaratılmasına sebep olan şeyleri elde etmelidir. Bir şeyin yaratılmasına sebep olan şeyler arasında insan gücü de varsa, yaratılan şeye (Suni cisim) veya (Artifisiel) denir. Mesela, kok kömürü, turyağı suni maddedirler. Maddenin yaratılmasına yarayan sebepler arasında insan gücü bulunmazsa, böyle yaratılan maddeye (Tabiî cisim) veya (Natürel) denir. Tabiî maddenin meydana gelmesine insan gücü karışmazsa da, bunun kullanılacak hâle sokulmasına, insan gücü de sebep olmaktadır. Taşkömürü, tereyağı tabiî maddedirler. Tabiî maddeler için tabiat yarattı demek ve suni maddeler veya olaylar için de insan yarattı demek, başka sebeplere de yaratıcı demek gibi, cahilce, saçma bir söz olur. Mesela, balı arı yarattı veya ışığı elektrik yarattı demek gibi olur.

Müslümanların 72 sapık fırkasından (Mutezile) de, insan kendi işinin halıkıdır dedi. Bunlar, bu yanlış inanışı, âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerden çıkardıkları için, kâfir olmuyor ise de, doğrusunu kabul etmedikleri için, bir müddet Cehennemde yanacaklardır. Fakat ayetten, hadisten, dinden, imandan haberi olmayanların, devlet ve saltanat sahiplerine yaltaklanmak, teveccüh kazanmak için, yarattın demeleri küfür olur. Allahü teâlâdan başkasına, yarattı demek, çok tehlikelidir. Her şeyi yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Ondan başka yaratıcı yoktur. Fakat, Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki her şeyi sebeplerle yaratmaktadır. Böylece, madde alemine ve sosyal hayata düzen vermektedir. Sebepsiz yaratsaydı, âlemdeki bu nizam, bu düzen olmazdı. Mikroplar hastalığa, bulutlar yağmura, güneş hayata, katalizörler birçok kimyâ reaksiyonlarının hızlanmasına ve hayvanlar, bitkisel maddelerin et, süt, bal haline gelmelerine, yapraklar organik maddelerin sentezine sebep oldukları gibi, insanlar da, tayyâre, otomobil, ilaç, elektrik motorlarının ve daha nice şeylerin yapılmasına sebep olmaktadır. Bütün bu sebeplere kuvvet, tesir veren Allahü teâlâdır. İnsanlara fazla olarak akıl ve irâde de vermiştir. Sebeplere, vasıtalara yaratıcı demek doğru olamaz. Böyle olduğu (Kelime-i temcîd) yani (Lâ havle vela kuvvete illa billah) diyerek çok güzel anlatılmaktadır. Şiîler de, günahları insanlar yaratıyor; Allah yalnız iyilik yaratır diyorlar.

Allahü teâlânın sıfatlarını gösteren, Âlim (bilici), Semi (işitici), Basir (gören), Kadir (gücü yetici, kudretli), Mürid (dileyici) ve Mütekellim (söyleyici) ve bunlar gibi isimleri, 2. kısmın 52. maddesinde bildirilen mânâları ve şartları düşünerek, insanlar için kullanılabilir. Hadika’da dil afetlerini anlatırken diyor ki (Rahmân), (Kuddus), (Müheymin) ve (Hâlik) gibi yalnız Allahü teâlâya mahsus olan isimleri insanlara isim yapmak haramdır. İmâm-ı Nevevî “rahmetullahi teâlâ aleyh” bunu (Müslim) şerhinde bildirmektedir. (Aziz) gibi sıfatları olan isimleri, mecaz mânâları ile insanlar için de kullanmak câiz ise de, edebe yakışmaz.

Tavsiye Yazı: Dinimizde tazim ifadelerinin önemi nedir?

Allahü teâlâ, Kurân-ı Kerîmin çok yerinde kendisini (Biz) sözü ile bildiriyor. Allahü teâlâ birdir. Kurân-ı Kerîmde kendisinin bir olduğunu bildiriyor. Kurân-ı Kerîmin çok yerinde kendisine (Ben) demedi. Büyüklüğünü, her şeye mâlik, hâkim olduğunu bildirmek için, (Ben) yerine, (Biz) de diyor. (Biz) dediği yerleri, (Her şeyin maliki hakimi olan (Ben) olarak anlamalıdır.)

Dürrü’l-muhtar 5. cilt, 268. sayfada buyuruyor ki: (Çocuklarına, Abdullah, Abdurrahmân, Muhammed, Ahmed … gibi, isimleri koyanları Allahü teâlâ sever. Allahü teâlânın Ali, Reşid, Kebir, Bedi gibi isimlerini, insanlara yakışan mânâ ile ad koymak câiz ise de, câhiller, bu isimlerin mânâlarını ve söylemesini yanlış yaparak, günaha, hatta küfre sebep olur. Mesela Abdülkâdir yerine Abdülkoydur diyorlar ki kasıt ile olursa küfürdür. Kasıt ile bu isimleri tahkir eden, mesela Abdülaziz yerine Abdüluzeyz diyen kâfir olur. Muhammed yerine Hamo, Hasan yerine Hasso, İbrahim yerine İbo demek de böyledir). [Kurân-ı Kerîmi teganni ile kelimeleri değiştirerek okumanın haram olması, buradan da anlaşılmaktadır.] Bazı esnaf, kendi adı olduğu için, bu mübarek isimleri, ayakkabıların, terliklerin içine reklam olarak yazıyor; satın alan da ayağına giyerek, üstüne basıyor. Yazanın ve giyenin imanlarının gitmesinden korkulur.

İbni Âbidin 3. ciltte buyuruyor ki (İman), Muhammed aleyhisselâmın Allahü teâlâdan getirdiği söz birliği ile bildirilmiş olan şeylerin hepsini kalbin tasdik etmesi, yani inanması demektir. Allahü teâlânın var ve bir olduğuna, tekrar dirileceğimize, namaz kılmanın, Ramazan ayında oruç tutmanın farz olduğuna, şarap içmenin, [kadınların başlarını, saçlarını, bacaklarını yabancı erkeklerin yanında açmalarının] haram olduğuna inanmak böyledir. İnandığını söyleyenin (Mümin), yani (Müslüman) olduğu anlaşılır. Puta tapmak, Kurân-ı Kerîmi pisliğe atmak gibi, küfür alâmeti olan bir şeyi yapan kâfir olur. Abdestsiz olduğunu bilerek namaz kılmak, sünnet olan bir işi beğenmemek de küfür olur. Âyet-i kerimeden ve mütevatir, yani her yerde bilinen hadis-i şeriften açıkça anlaşılmış olmayan veya açık ise de, icmâ ile bildirilmiş olmayan bir şeyi inkâr eden, kâfir olmaz. Haram olduğu açıkça bildirilmiş bir şeye helal diyen kâfir olur. Şarap içmek, domuz eti yemek böyledir. Aslı helal ise de, bir sebep ile haram olan bir şeye helal diyen kâfir olmaz. Başkasının malını almak böyledir. Bir müslümanın bir sözü veya bir işi (Te’vil) olunabilirse, yani birçok bakımdan kâfir olacağını gösterse, bir bakımdan kâfir olmayacağını gösterirse, bu bir bakımı anlamalı, ona kâfir dememelidir. O bir bakımdan söylemediğini bildirirse, kâfir olur. Sözün küfre sebep olmasında, âlimlerin söz birliği yoksa, o sözü söyleyene kâfir denemez.

Mürted olana nasihat etmek, şüphesini gidermek müstehaptır. Mühlet isterse, 3 gün habs olunur. Yine tövbe etmezse, mahkeme katline karar verir. Darülharbe kaçıp, sonra esir alınırsa da böyledir. Nasihat etmeden öldürülmesi mekruhtur.

[Hadika 2. cilt, 198. sayfada diyor ki (Erkek ve kadından biri mürted olunca, nikahları fesh olur. Sonraki çocukları veled-i zina olur. Erkek tövbe ederse, tecdid-i nikah etmeleri lazım olur. Fakat kadın nikah yapmaya zorlanmaz. Kadın mürted oldu ise, tövbe etmesi ve sonra nikahının yenilenmesi için zorlanır. Talak olmadığı için hulle lazım değildir. Söz birliği olmayan şeyi inkâr eden, tövbe edince, nikahını tazelemesi ihtiyatlı olur, yani iyi olur).]

Mürted olunca, malları mülkünden çıkar. Hepsi elinden alınır. Tövbe ederse, kendine geri verilir. Ölürse veya Darülharbe, yani Fransa, İtalya gibi kâfir memleketlerinden birine giderse müslüman varislerine verilir. Müslüman olup darülİslama gelirse, varislerinde geri kalan alınıp, kendisine verilir. Mürted iken kazandıkları ise, Fey’ olur. Beytülmalın olur. Cizye kısmından hakkı olanlara verilir. Darülharpte kazandıkları, esir alınınca, müslümanlara Fey’ olur. [Hindiyye ve Kadıhan] Orada ölürse, kâfir olan varislerinin olur. Mürtedin hiçbir ibâdeti sahih olmaz. Hiçbir kadın ile nikahı sahih olmaz. Esir alınınca, köle ve cariye yapılmayıp, erkek katl, kadın habs olunur. Kestiği ve avladığı yenilmez. Şahitliği kabul olmaz. Kimseye vâris olamaz. Mürted iken Darülİslamda kazandıklarına kimse vâris olmaz. Darülİslamdaki ticari muameleleri, İmâm-ı Âzama göre askıda kalıp, müslüman olursa nafiz olur. Ölür veya Darülharbe giderse, hepsi batıl olur. İmameyne göre ise, başlangıçta nafiz olurlar. Zevci mürted olan kadın, ittet zamanı bitince, başkası ile evlenebilir.

[Bâzıları diyor ki insan, namaz kılıp, her ibâdeti, her iyiliği yaptığı hâlde, bir kelime söylemekle kâfir olur mu? Kadı zade Ahmed efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Birgivi) şerhinde buyuruyor ki: (Bir kâfir, bir kelime-i tevhid söylemekle mümin olduğu gibi, bir mümin de, bir söz söylemekle kâfir olur. Erkek veya kadın inadi küfür ile mürted olunca, nikahı fesh olup gider ki bu talak demek değildir. Bunun için, 3’ten fazla imanını ve nikahını tazelemeleri, hullesiz câiz olur). Yalnız birinin nikahı tazelemesi yetişmez. Erkek ile zevcesinin, 2 şahit yanında nikahı tazelemeleri lâzımdır. Şâfiîde iddet zamanı içinde tövbe ederse, tecdid-i nikah lazım olmaz. Hanefi olan, kolaylık olmak için, nikahını yenilemeye, zevcesinden vekalet almalı, 2 şahit yanında, (Öteden beri nikahım altında bulunan zevcemi, onun tarafından vekil olarak ve tarafımdan asil olarak kendime tezvic ettim) demelidir. Camide cemaatin çok olduğu bir namazın duâsından sonra, imâm efendi, tecdid-i îman ve nikah duâsını cemaat ile birlikte okursa, cemaat birbirlerine şahit olmuş, nikahları da tazelenmiş olur. Son nefeste müslümanın tövbe etmesi sahih olur. Fakat, kâfirin imana gelmesi sahih olmaz. Her müslüman, sabah ve akşam, şu îman duâsını okumalıdır: (Allahümme inni e’uzü bike min en-üşrike bike şey-en ve ene ‘alemü ve estağfirü-ke li-mâ lâ-a’lemü inneke ente allamülguyub). Sabah duâsı gece yarısında okumaya başlanır. Akşam duâsı zevalden başlar. Mürted olduğunu inkâr etmek, tövbe olur.

Berika ve Hadika’da, dil afetlerinde ve Mecmaul-enhür’de diyor ki (Erkek veya kadın, bir müslüman, âlimlerin söz birliği ile küfre sebep olacağını bildirdikleri bir sözün veya işin küfre sebep olduğunu bilerek, amden [tehdid edilmeden, istekle] ciddi olarak veya hezl, güldürmek için söyler, yaparsa, mânâsını düşünmese dahi imanı gider. (Mürted) olur. Buna (Küfür-i inadi) denir. Küfür-i inati ile mürted olanın, evvelki ibâdetlerinin sevapları yok olur. Tövbe ederse, geri gelmezler. Zengin ise, tekrar hacca gitmesi lazım olur. Mürted iken kılmış olduğu namazları, oruçları, zekatları kaza etmez. Rittetten evvel yapmadıklarını kaza eder. Çünkü, mürted olunca, evvelki günahları yok olmaz. Riddet zamanında yapmadıklarını kaza etmez. Küfür-i inati ile mürted olanların nikahları bozulur. Tekrar imana gelince, 2 şahit yanında (Tecdid-i nikah) yapmaları lazım olur. Hulle lazım olmaz. Tövbe etmek için yalnız Kelime-i şehâdet söylemeleri kâfi değildir. Küfre sebep olan şeyden de tövbe etmeleri lâzımdır. Eğer, küfre sebep olduğunu bilmeyip söyler, yaparsa veya küfre sebep olacağı, âlimler arasında ihtilaflı olan bir sözü amden söylerse, imanının gideceği ve nikahının bozulacağı, şüphelidir. İhtiyat olarak, tecdid-i îman ve nikah etmesi iyi olur. Bilmeyerek söylemeye (Küfür-i cehli) denir. Çünkü her müslümanın, bilmesi lazım olan şeyleri öğrenmesi farzdır. Bilmemesi özür değil, büyük günahtır. Küfre sebep olan sözü, hata ederek, yanılarak veya te’vîlli olarak söyleyenin imanı ve nikahı bozulmaz. Yalnız tövbe ve istiğfar, yani tecdid-i îman etmesi ihtiyatlı olur. Tecdid-i nikah lazım olmaz.) Camilere giden müslümanın küfür-i inadi ile mürted olması düşünülemez. Yalnız diğer 4 şekil ile küfür söylemesi ihtimali olduğu için, imâm efendiler cemaate, (Allahümme inni üridü en üceddidel imane vennikaha tecdiden bi-kavli lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah) okutarak, tövbe ve tecdid-i îman ve nikah yaptırıyorlar. Böylece (Lâ ilâhe illallah diyerek, tecdid-i îman yapınız!) hadis-i şerifindeki emir yapılmış olmaktadır.]

Tavsiye Yazı –> Din Nedir? Niçin Lazımdır?

Mucizelerine Ahmed’in, yoktur adedle hesap,
ettiler ama sahabe, ondan üç bini tadad.
Mucize, herkim nebidir, sıdkına olur delil,
şöyle ki gün olduğunu haber verir afitab.
Mucize, bir de görülse, yetişir tasdik için,
göstermiştir, hod Muhammed, mucizat-ı bi hesap.
Sıdkına Kuran yeter ki Hak sözüdür şüphesiz,
zira üstündür belâgatte, cümleye ol kitap.
Şöyle ki cin ve beşer mislini yapamadılar,
ta ki bildiler, kelamullah imiş bi irtiyab.

 

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler