Sual: Allahu tealanın isim ve sıfatlarını nasıl anlamalıyız?
Cevap: Türpüştî Risâlesi’nde diyor ki:
Allahü teâlânın isimleri ve sıfatları vardır. Bu isimleri ve sıfatları da, Zâtı gibi kadîm olup, ezelî ve ebedîdir. Böyle olmasaydı, Allahü teâlâyı anlatamaz ve sıfatlandıramazlardı. Hiçbir mahlûka, Allahü teâlânın isim ve sıfatları söylenemez, verilemez. Çünki sonradan var olanın, kadîmin sıfatlarını kendinde bulundurması ve Onun ismi ile isimlendirilmesi mümkün değildir. Allahü teâlânın sıfatları kendine mahsûs, isimleri sâdece Ona hasdır. İnsanlar bu sıfatları ve isimleri kullansa da, kullanmasa da, bunlara sâhib olamazlar. Kullar, Allahü teâlâ için Âlim, Kâdir ve Mütekellim dediklerinde, Allahü teâlânın Zâtı ile kâim olan sıfatlarını kasd ederler. Yanî bu sıfatlar ve isimler, insanlar için kullanılmış olsa da, Allahü teâlâdan ayrılıp, başkasına gitmezler. Biraz dahâ açıklıyalım:
Allahü teâlânın ilim sıfatı vardır deriz. Kulları Onu ilimle tavsîf etsinler veyâ etmesinler, ilim Onun zâtından ayrılmaz. Allahü teâlânın sıfatları, Onu vasfedenlerle kâimdir diyenlere cevâb olarak deriz ki, hâyır, o zamân kadîm olan sıfatlar, muhdes [sonradan olma] olur. Muhdesle kâim olan da muhdes olur. Diğer bir cevâb olarak deriz ki, müşrikler, Allahü teâlâya yakışmıyan öyle sıfatlar söylediler ki, eğer onların bu vasıflarını Allahü teâlâ için söylersek, o uygunsuz sıfatlarla Onu sıfatlamış oluruz. Allahü teâlâ, kâfirlerin kabûllenmeme ve kibirlenmeleri ile söylediklerinden, yanî Allahü teâlânın sıfatları sonradan olmadır, hanımı ve çocukları vardır sözlerinden, çok yüksek ve âlidir.
Allahü teâlânın, insanların sıfatlandırması ve isimlendirmesi ile değil, kendi sıfatları ve isimleri ile sıfatlanmış ve isimlendirilmiş bulunduğu anlaşıldıktan sonra bilinmesi lâzımdır ki, Allahü teâlânın isim ve sıfatlarını bilmek, ancak, Allahü teâlânın Kitâbından, yâhud Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem” sahîh hadîs ve haberlerinden öğrenilir[1]. Böyle bir haber veyâ âyet-i kerîme ile, bunları kabûl etmeyenin özrü aradan kalkmış olur. Zîrâ mahlûk, kendiliğinden, yaratanın sıfatlarını anlıyamaz. Orada akıl ve kıyâs da iş görmez. Bu da bilinince, anlaşılmış olur ki, Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde ve âlimlerin Resûlullahdan haber verdikleri sahîh haberlerde bildirilmiş olan isim ve sıfatları bırakıp, başka isim ve sıfatlar söylememelidir. Meselâ, Allahü teâlânın İlim sıfatı yerine, Ma’rifet kelimesi kullanılamıyacağı gibi, Muhabbet yerine de aşk kullanılamaz. Cûd sıfatı yerine de, yine cömerd ma’nâsında olan Sehâ kullanılamaz. Çünki Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde, Allahü teâlânın sıfatları için, bu lafızlar [kelimeler, sözler] kullanılmamıştır. Bir kimse bu şekilde kullanmağa kalkışırsa, bid’at ve dalâlet yoluna sapmış olur.
Sıfatları anlatmağa devâm edelim: Allahü teâlânın sıfatları, Onun aynı da değildir, gayrı da değildir. Yanî ne Odur, ne Ondan gayrisidir. Çünki sıfat, mevsuf [O sıfata sâhib isim] olamaz. Mevsûf [isim] de sıfat olamaz. Bir kimse: “Ben Allahü teâlânın sıfatlarına tapıyorum” dese, bâtıl, [boş ve asılsız] söz söylemiş olur. Aynı şekilde, benim ma’bûdum, hayâttır, ilimdir, kudrettir dese, yine yanlıştır. Benim ma’bûdum hayy’dır, hayât Onun sıfatıdır, âlimdir, ilim Onun sıfatıdır, kâdirdir, kudret Onun sıfatıdır demelidir. Eğer duâ ederken, ya hayât, ya ilim derse, bâtıl söz söylemiş olur. Buradan anlaşıldı ki, sıfatlar O değildir.
Şimdi Onun “celle celâlühü” gayri olmadıklarını da açıklayalım: Başkalık, Allahü teâlâ ve sıfatları için câiz değildir. Çünki başkalık iki ayrı şey için söylenir ki, bunlardan biri yok olunca, diğeri yerinde kalır. Yâhud bunlardan birinin olmaması, diğerinin vücûduna [varlığına], tesîr etmez. Bu ise, Allahü teâlâ ve sıfatları için câiz değildir.
Sıfatları hakkında bilinmesi îcâb edenlerden biri de, Allahü teâlânın sıfatlarından hiçbiri, bir başka sıfatının gayri de değildir. Biraz önce bunun açıklaması yapıldı. Ammâ bir sıfat diğer sıfatın aynı da değildir. Çünki iki sıfat bir sıfat olmaz. Kudret sıfatı kudretle alâkalı şeylerde söz konusu olup, ilmle alâkalı şeylerde kullanılmaz. İlim de, bilgi ile alâkalı olup, kudretle alâkalı şeylerde kullanılmaz. Buradan anlaşılmış oldu ki, hiçbir sıfat diğer bir sıfatın aynı değildir, gayri de değildir.
Allahü teâlânın sıfatları için, mütegâyir [başka başka], yâhud mütemâsil [benzer], yâhud mütecânis [hem cins, aynı cins], yâhud mütedâdd [birbirine zıt] demek doğru değildir.[2] Zîrâ bunlar mahlûklara âit sıfatlardır. Allahü teâlânın sıfatları mahlûkâtın sıfatları gibi değildir ki, mahlûkâtın hâlleri Onun için söylenebilsin. Böyle şeyler, Allahü teâlâ ve Onun sıfatları için câiz değildir.
Allahü teâlânın ezelî isimlerinden biri Hâlık’dır. Hâlık [halk edici, yaratıcı]lık Onun sıfatıdır. O mahlûk değildir. Râzıkdır [rızık vericidir], rızık verilen değildir. Aynı şekilde Rabdır [terbiye eden, yetiştirendir], terbiye olunan değildir. Bu ikincilerin hepsi mahlûkâta âit olup, fiilden önce, onlara fâil denmez. Allahü teâlâ kadîm olduğundan, kadîm olmayan, yeni sıfatlar, sonradan olma vasıflar, Allahü teâlâ için söylenemez. Allahü teâlâ- nın zâtî sıfatları ile fiilî sıfatları arasında, ezelî olmaklık bakımından fark yoktur. Allahü teâlâ meâl-i şerîfi, “Kendinden başka ma’bûd bulunmayan Allah, Hayydır ve Kayyûm’dur” olan Bakara sûresi 255. âyet-i kerîmesi ile ve meâl-i şerîfi, “O işitendir ve görendir” olan Şûrâ sûresi 11. âyet-i kerîmesi ile zâtî sıfatlarını medh etdiği gibi, meâl-i şerîfi, “O, yaratan, var eden, şekil veren Allahdır” olan Haşr sûresi 24. âyet-i kerîmesi gibi âyetlerle de fiilî sıfatlarını medh etmekdedir ve bildirmektedir.
Buradan anlaşılmış oldu ki, Allahü teâlâyı fiilî sıfatlarla anmak, Onu medh etmekdir. Eğer mahlûkâtı yaratdığı için bu medhi hak etmiş olsaydı, halka muhtâc olurdu. Hâlbuki muhtâc olmaklık, sonradan yaratılmış olanın sıfatı olup, kadîm olanın hâli değildir. Bu sıfatlar mahlûkâtı yarat- makla alâkalıdır denirse, yaratmadan önce medhi hak etmemiş olur manâsı taşıdığından, bu da Allahü teâlâya nâkısa getirir. Allahü teâlâ noksanlık ve kusûrdan münezzehdir. Onların, önce hâlık değildi, sonra hâlık oldu sözleri, sıfatların değişirliğini, başka şekle girdiğini, bir hâlin bitip başkasının başladığını ifâde etmekdedir ki, bunların hiçbiri Allahü teâlâ ve Onun sıfatları için doğru değildir. Hâlıklık, yaratmak, hep Onun sıfatıdır, hiç birşey yaratmasa da, yaratmak sıfatı olmazsa, yaratma işi nasıl mevcûd olacak, meydâna gelecek. Öyle olmak mahlûklara mahsûs olup, fiil olmadan onlara fâil denmez. Zîrâ onların kudreti, peyder pey onlarda yaratılıyor. İşi yapmadan önce, onlarda işi yapma kudreti yokdur. Allahü teâlâ ise, bütün sıfatları ile kadîmdir. Yaratmasa da, ezelde yaratma kuvveti vardır. Buradan anlaşılmış oldu ki, kudretli hâlık Onun kadîm ismidir ve halk bu ism vâsıtasıyla yaratılmıştır. Yoksa Allahü teâlâ, mahlûkâtı yarattığı için, kudretli hâlık olarak anılmamıştır. Eğer yapabildiğini yapmazsa, yine kudretli ve yapabilecek olur. Yapmak, yapabilmenin şartı değildir. Hak teâlâ yaratmağa, rızk vermeğe ve bağışlamağa muktedirdir, yanî hâlık, râzık ve gafûrdur demek, ille yaratacak, rızık verecek ve bağışlayacak demek değildir.
Bilinmesi lâzım gelenlerden biri de, Allahü teâlânın sıfatlarını belli bir sıra dâhilinde bildirmek doğru değildir. Ya’nî sıfatlarından hiçbiri diğerinden önce değildir. Orada öncelik ve sonralık olmaz. Öncelik ve sonralık mahlûklara âid sıfatlardandır[3]. Zîrâ önce yaşayan bir kişi olacak ki, ardından ona âlim denebilsin. [Ya’nî insanlar için önce hayât, sonra ilm sıfatları bir sıra ile bildirilir.] Hâlbuki Allahü teâlâ hep hay, hep âlim idi ve hep böyle olur. Ne ilmi kudretinden evvel, ne de kudreti ilminden evvel idi.
İsimleri hakkında da, bir mesele hâric, sıfatlar için söylenmiş olanları söyleriz. Bu da isim ve müsemmâ meselesi olup, ehl-i kıble arasında ihtilâflıdır. Yanî isim zâtının aynı mıdır, yoksa Ondan gayrisi midir? İsim müsemmâdan, yanî zât-ı ilâhîden gayridir diyenlerin sözünü itikâd olarak almamalıdır ki, beğenilen kavl [söz] değildir. Çünki Allahü teâlâdan gayri olan her şey muhdesdir, yanî mahlûkdur ve sonradan olmadır. Allahü teâlâ için ise, mahlûk kelimesini söylemek hiç uygun değildir. O “celle ve alâ” böyle sıfatlardan, noksanlık ve ihtiyâc manâsı taşıyan vasıflardan çok yücedir, münezzehdir.
Gelelim Selef-i sâlihîn ve onlardan sonra gelen Ehl-i sünnet ve cemâ’at âlimlerinin sözlerine: İlk asrın ileri gelen âlimleri bunun gibi meselelerde konuşmağı bid’at saymışlar ve buyurmuşlardır ki, bizim, Allahü teâlânın isimleri ve sıfatları olduğuna, bu isim ve sıfatların sonradan olma eksiklik ve lekelerinden temiz bulunduğuna tam itikâdımız olunca, aynı da değildir, gayrı da değildir gibi sözleri dile almamamız, ihtiyâta dahâ yakındır ve bu yol selâmet [kurtuluş] yoludur. İlmi eksik, anlayışı az olan müslümânlara dahâ uygundur. Diğer vecihleri, manâ ve deyişleri bildirmemizin sebebi, bu ihtilâf ve ayrılıklar, sıradan insanlar ve avâm arasında yayıldığı ve açıkça konuşulduğu içindir. Manâlarını iyi anlarlarsa, şüpheye düşmekten kurtulurlar. Zîrâ bu itikâd meselesidir; küçük bir ayrılık veyâ şüphe mümini büyük zarara sokar.
Birinci asırdan ve Selef-i sâlihînden sonraki âlimlerden bir kısmı, “İsim, müsemmâ değildir, müsemmâdan gayrisi de değildir” demişlerdir. Sıfat ve mevsûfda geçtiği gibi. Orada bu bahsi, delîlleri ile açıklamıştık. Diğer bir kısım âlimler diyor ki, aslında isim ve müsemmâ birdir. Delîli de şudur: Allahü teâlâ Nisâ sûresi 36. âyetinde meâlen, “Allaha ibâdet edin ve Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın” buyuruyor. Eğer isim, müsemmânın gayrisi, yanî zât-i ilâhîden başkası olaydı, ma’bûd [ibâdet olunan], müsemmâ değil, ism olurdu. Bir kısmı da diyor ki, Allahü teâlânın, Mevcûd, Kadîm gibi zâtının ismlerinde ism ve müsemmâ birdir. Sıfatların ismlerinde, ne müsemmâdır, ne de müsemmâdan başkadır. Sıfatları anlatırken bunu bildirmiştik.
Âlimlerimizden her üç fırkanın, hepsinin delîlleri vardır. Herbiri kendi re’yini isbât etmekte ve yine herbiri Allahü teâlâyı tenzîhte çok dikkat göstermektedir. Fakat ihtilâf olduğu ve insanlar tam anlıyamadığı için, bu sözlerde düşünüp, bu üçünden birini kendine itikâd edinme endîşesiyle, onlara yardım için diyelim ki, isim müsemmâdan gayridir demesinler. Çünki bu sözde dînine zarar vardır. Biraz önce buna âit malûmât vermişdik.
Allahü teâlânın isimlerini ve sıfatlarını, zâtı gibi hudûs emârelerinden, yanî mahlûkâta benzer, sonradan olma sıfatlardan münezzeh bilmelidir ve yine bilmek lâzımdır ki, Kitâp ve Sünnette, nerede Allahü teâlânın bir ismi geçmişse, ondan murâd müsemmâdır, yanî O ismin sâhibidir. Murâd ve maksad müsemmâ olunca, isim ve müsemmâ bir olmuş olur. Eğer bir kimse bu sözü anlayamazsa, biraz önce söylediğimiz usûlü esâs kabûl etsin ve o, Allahü teâlâyı, bütün isim ve sıfatları ile Kadîm bilince, bu meseleyi bilmemesinin ona bir zararı dokunmaz inşâallah-ül azîz.
[1] Allahü teâlânın bu sıfatları, zâtının aynı değildir, zâtının gayri de değildir. Eğer aynı olurlarsa, sıfatlar olmamış olur. Eğer zâttan gayri olurlarsa, zât onlarsız mevcûd olmuş olur. Hâlbuki Allahü teâlânın zâtı sıfatlarsız mevcûd değildir. Eğer başka olsalardı, zâttan ayrı olmaları mümkün olurdu. Hâlbuki Allahü teâlânın sıfatları, Onun zâtından aslâ ayrılamaz. (Şerh-i Akâid-i Nesefî)
[2] İki gayri şey ona denir ki, birbirinden ayrılmaları mümkündir. Bunun gibi hiçbir sıfat, diğer bir sıfatın zıddı ve münâkızı [muhâlifi] değildir. Demek ki, rızâ [beğenmek] sahat [beğenmemek, kızmak]ın aynı değildir, zıddı da değildir. Kızmak da, beğenmenin aynı da, zıddı da değildir. Çünki, Allahü teâlânın rızâsı, Onun kızmasını, gadabını izâle etmez, gidermez. Bir sıfatı, diğer sıfatını meşgûl etmez. Zîrâ Allahü teâlânın sıfatlarının birbirlerini meşgûl etmeleri, birbirlerine mâni olmaları ve sıfatlarının zevâl bulmaları diye bir şey yoktur. (Fetâvâ-i birehne)
[3] İmâm Huccetü’l islâm “rahimehullahu teâlâ”, ismi, tavsîf yoluyla kullanmak ile, isimlendirme şeklinde kullanmak, ayrı şeylerdir, dedi ve buyurdu ki: Bir şeyi isimlendirmek, müsemmâda, yanî isim verilecek o şeyde bir nev’î tasarrufdur. Böyle bir tasarrufa ise, ancak babanın, efendinin ve benzerlerinin hakkı vardır. Eğer bunlardan başkası isim koyarsa, o kişi kızar ve bana isim vermek ona mı düştü der. Yanî isim koyma hakkına sâhib olandan başkası bir kimseye isim veremez. Başkasının yapacağı şey, bu yakınlarından birinin verdiği isim ile o kişiyi çağırmaktır.
O hâlde kulun ne haddine ki, mutlak tasarruf sâhibi olan ve hiç kimsenin kendisinde tasarrufda bulunması mümkün olmayan, Allahü sübhânehü ve teâlânın münezzeh, müberrâ ve temiz zâtına, kendiliğinden bir isim vermeğe kalksın. Bizim üzerimize vâcib olan, Allahü teâlânın kitâbında ve vahyin açıklanması olan Habîbinin “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem” sünnetinde bildirilmiş olan isimler ile hitâb etmektir. Nitekim Allahü teâlâ A’râf sûresi 180. âyetinde, “(Esmâü’l-hüsnâ) En güzel isimler Allahındır. O hâlde Onu o güzel isimlerle çağırın. Onun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezâsına çarpdırılacaklardır” buyuruyor.
Bunun gibi Allahü teâlânın Habîbini “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem” de, Allahü teâlânın onu ismlendirdiği, yâhud Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve âli- hi ve sellem” kendini ismlendirdiği şerefli isimlerle çağırırız. Nitekim kendisi “aleyhissalâtü ve sellem”, (Ben Hâmid’im, Muhammed’im, Ahmed’im, Kâsım’ım, Âkıb’ım, Hâşır’ım ve Mukfî’yim) buyurmuştur. (Akâid-i Nesefî)