Sual: Allahu tealanın sıfatlarının mertebeleri, müşkil ve müteşabih kısımlar nelerdir?
Cevap: Türpüştî Risâlesi’nde diyor ki:
Kur’ân-ı kerîmde ve sahîh hadîslerde Allahü teâlânın sıfatları hakkında bildirilenlere, bildirildiği gibi îmân etmek şart olup, bunlar üzerinde rey ve kıyâsla, yanî ictihâdla söz söylemek harâmdır[1]. Çünki bu konu, bir kimsenin kendi ictihâdı ile konuşabileceği, yâhud zan ve düşüncesini ileri süreceği, yâhud mevzû’yu hafîfe ve kolaya alacağı seviyeden çok dahâ yüksek ve büyüktür. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde buna işâret ediyor ve A’râf sûresi 33. âyetinde meâlen, “Ey Habîbim, de ki: Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günâhı ve haksız yere sınırı aşmayı, hakkında hiçbir delîl indirmediği bir şeyi Ona ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi harâm kılmıştır.” [2]
Bu konuda Kitâp ve Sünnetin hudûdunu aşan iki fırka vardır. Biri âyet ve hadîslerde sıfat olarak bildirilen isimler olup, bunlara zâhirî [görünüş] manâsı vermekte, o kadar ısrâr ve taşkınlık ettiler ki, iş benzetmeye ve şekille bildirmeye kadar vardı. Öbür fırka ise, bu isim ve sıfatları zâhirden o kadar uzaklaştırdılar ve yok ettiler, hakîkatten mecâza taşımakta o kadar gayret ve çaba gösterdiler ki, nerede ise kullanılmaları lüzûmsuz oldu ve bu sıfatların isimlerini inkâr etdiler. Bu iki fırka da, dalâlettedir, doğru yoldan ayrılmıştır.
Hak ve doğru mezheb burada, iki taraftan birinde bulunmayandır. Sevâd-ı a’zam denen Ehl-i sünnet ve cemâ’atin, Kur’ân-ı kerîmde ve sahîh hadîslerde, Allahü teâlânın sıfatları ve sıfat manâsı taşıyan ifâdeler hakkındaki sözleri üç kısımdır:
Biri, açık olanlar. Allahü teâlânın ilmi ve kudreti gibi. Burada en doğru söz, böyle sıfatlarda, tevîl [göründüğü manâsından başka manâ vermek] câiz değildir. Onun esâs manâsı, kelimenin zâhirinden anlaşılandır.
Diğeri, zâhir manâyı vermeli ve hangi lafız üzere geldiyse onu sürmeli ve mecâz manâsına götürmemelidir. Bir şeyin hakîkatinden, şüphesiz bilgi ve tam yakın edinilmiyor ve bir şeyler örtülü kalıyorsa, rey ve kıyâs ile hakîkatini açmamalı, onu zâhir manâsıyla kabûl etmeli, nitelik ve niceliği ona yaklaştırmamalıdır. Yed, vech, sem’, basar [el, yüz, kulak, göz] bu kısma girer. Bunlar hakkındaki itikâd şöyle olmalıdır ki, bunlar ve buna benzer olanlar, a’za değil, [organ değil] yanî vücûdun bir kısmı değildir. Bunlar Allahü teâlânın sıfatlarıdır. Bunların nasıllığı yoktur, olması da câiz değildir. Ehl-i hak bu ikinci kısmı inceleyip, o isimlerin hakîkatleriyle alâkalı olarak, “Bu sıfatlar da yorumlanmaz; zîrâ teşbîh ve temsîle, yanî benzetmeye ve şekillendirmeye yol açar. Mecâza da hamledilmez. Çünki Kitâp ve Sünnet, bunun aksine hükmediyor” dediler ve Hakkın, bu iki yolun ötesinde [yanî teşbîh ve tecsiminki böyle diyenler müşebbihe ve mücessimedir]– bir başka yolu, îzâhı vardır buyurmuşlar ve onlar bu yolu seçmiş ve beğenmişlerdir.
Bu husûsda te’vîl yanlıştır dediklerinin delîllerinden biri şudur ki, bu sıfatlardan hiçbiri yoktur ki, eğer te’vîle cevâz verilirse, muhtelîf bir kaç te’vîlden birine girmesin. Şüphesiz o birkaç şekilde olan manâlandırmadan biri doğru, diğerleri yanlış olur. Allahü teâlânın sıfatlarına yanlış manâlar veren ise, ma’zûr olmayıp, aksine dînini tehlikeye sokmuş olur. Bunun da delîli şudur ki, bu konuda, yanî müteşâbih âyet ve hadîslerle işâret olunan sıfatları te’vîl etmek doğrudur diyenler, yed [el] sıfatını, kuvvet ve kudret ve ni’met ile te’vîl etmişler ve Allahü teâlânın kelâmı, onların sözlerinin fâsid ve bozuk olduğunu gösteriyor. Zîrâ yed [el] kelimesi Kur’ân-ı kerîmde, tesnîye şeklinde, yanî iki el olarak bildirilmektedir ve Sad sûresi 75. âyetinde meâlen, “Allah: “Ey iblîs, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni men eden nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden misin” dedi” ve Mâide sûresi 64. âyetinde meâlen, “Yehûdîler, Allahın eli bağlıdır (sıkıdır) dediler. Hay, dedikleri yü- zünden elleri bağlanası ve la’net olasılar! Hâyır, bilâkis, Allahın elleri açıktır, dilediği gibi verir…” buyurulmaktadır.[3]
Ammâ Allahü teâlâ için iki kuvvet, iki kudret sâhibi denmez. Eğer kuvvet ve kudreti kasdederek söylense, yine doğru olmaz. Çünki hiç şüphe yoktur ki, “Ey iblîs, iki elimle yarattığıma secde etmekten, seni men eden nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden misin” meâlindeki [Sad sûresi, 75.] âyet-i kerîmesinde Âdem aleyhisselâma âit husûsî bir fazîlet var idi ki, bu şeref, Ona secde ile emrolunan meleklerde yok idi. Yok, eğer, “Ey iblîs, kuvvet ve kudretimle yaratdığım bir kimseye secde etmekden seni hangi şey men etti” buyurulsaydı, Âdem aleyhisselâmın bir başkası üzerine fazîleti olmaz ve o zamân iblîs, “Beni de kuvvet ve kudretin ile yaratmışsın” diyebilirdi. Böylece bütün canlılar, can- sızlar ve bitkiler, bu fazîletde Âdem aleyhisselâmla eşit olurlardı.
Yed [el] kelimesini, nimet ile de te’vîl etmek [yorumlamak] doğru değildir. Zîrâ Allahü teâlânın nimetleri sayılamıyacak kadar çoktur. O hâlde bunlara iki tâne demek, bir manâ ifâde etmez. Şunu da söyleyelim ki, nimet mahlûktur. Mahlûkun mahlûku yaratması ne mümkün! Böyle hadîs-i şerîfler çoktur ve böyle te’vîllerin yapılamayacağını bildirmektedirler. Kur’ân-ı kerîmdeki ve hadîs-i şerîflerdeki halka hitâbı, Arabların bildiği ve dillerinde kullandığı manâya hamletmek lâzımdır. Arab usûlüne uymayan te’vîlleri kullanmaya itibâr olunmaz. Biz nerede te’vîli beğenmediysek, ya o te’vîli, Kur’ân-ı kerîmin geldiği ve hadîs-i şerîfin bize ulaştığı dile tam uygun bulmadığımızdandır ki, onu red ediyoruz, yâ da lafzı [o sözü] birkaç manâya geldiğini görüp, murâd-ı ilâhînin, bunlardan hangisi olduğu anlaşılamadığından, te’vîl etmemeli diyoruz. İstivâ, nüzûl ve benzerleri bu kısımdan olup, zâhirini kabûl etmeli, bâtınına, iç manâsına geçmemelidir. Nasıl olduğu ile uğraşmamalıdır. Çünki Allahü teâlâ ve sıfatları için nasıl diye sorulmaz. Konuşmada te’vîle ihtiyâc düşerse, te’vîl edilmesi lâzım gelirse, biz te’vîli inkâr etmeyiz. Ammâ bildiğimiz zâhirini, yanî görünüş manâsını huccet ve delîlsiz bırakmağı câiz görmeyiz. Bize bu husûsta şu kadarı yeter ki, nasıllığı ile uğraşmayız ve Allahü teâlâ hakkında, nasıldır, ne gibidir suâlleriyle ve cevâpları ile uğraşmayı Âl-i İmrân sûresi 7. âyetindeki, “Kalblerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu te’vîl etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Hâlbuki Onun te’vîlini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise, Ona inandık, hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. Bu inceliği ancak akl-ı selîm sâhipleri düşünüp anlar” beyânı kısmından sayarız. Bazıları “ver-râsihûne” kelimesinin başındaki vav harfini bağlaç kabûl etmişlerdir ki, bu takdîrde manâ şöyle olmakdadır: (Hâlbuki Onun te’vîlini ancak Allah ve ilmde yüksek pâyeye erişenler bilir.)
Bir diğer kısım dahâ vardır ki, onlar gerçekte sıfat kısmından değillerdir. Lâkin sıfat yapısına benziyen bir takım lafzlarla sıfat ma’nâlarından bir manâya gelir ve arab dilinde, onun ma’nâsı açık olur. Bu kısm te’vîl olunabilir. Eğer buna görünüş ma’nâsı verilirse, fesada ve yoldan çıkmağa sebeb olur. Meâl-i şerîfi “Allaha karşı aşırı gitmemden dolayı bana yazıklar olsun” olan Zümer sûresi 56. âyet-i kerîmesini böyle manâlandırmakda hiçbir âlim duraklamaz. Hadîs-i şerîfde, “Hacer-ül esved yeryüzünde Allahın [sağ] elidir [eliyledir]“ buyuruldu. Buna görünüş manâsı vermek ilhad [dinden çıkmak] olur. “Yemen tarafından Rahmânın nefesini buluyorum” hadîs-i şerîfine de görünüş manâsı verilirse, çok bozuk bir şey ortaya çıkar. “Bana yürüyerek gelene, ben seyirterek giderim” hadîs-i kudsîsine görünüş manâsı vermek, teşbîh [mahlûklara benzetme] olur. Ama bunun manâsı açıktır. Allahü teâlâ kullarına ihsân ve kerem sıfatları ile tecellî etmek istedi de, onların anlıyabileceği bir tarzda, Peygamberin “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem” dili ile onlara haber verdi ki: “Kim bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak giderim.” Buradan, maksadın, sen hangi amelle bana yaklaşırsan, ben sana o yapdığının kat kat sevâbını veririm, olduğu anlaşılmış oldu. Bu husûsta çok müşkil ve te’vîli çok zor hadîsler vardır. Te’vîlleri zarûrî olmakla berâber, o te’vîl için uygun söz bulmak [o manâyı ifâde edecek kelime bulmak] imkânsız olduğundan, isteyerek onun te’vîline girmek harâmdır. Meâl-i şerîfi, “Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme” olan İsrâ sûresi 36. âyeti buna bir örnekdir.
Hak yolda olanların, Allahü teâlânın sıfatları, müşkillerin ve müteşâbihlerin beyânı, açıklanması hakkında mezhebi, görüşü ve yolu budur.
[1] Bir insan kendi ismi ile çağrıldığı gibi, meselâ Zeyd, Amr, [Ahmed, Hasen] dendiği gibi, bir sıfatla çağrılmak istenildiğinde de, güzel ve övücü sıfatlardan başkasıyla çağrılmamalıdır. Şerîf, âlim gibi sıfatlarla hitâb edip, uzun, siyâh, beyâz gibi sıfatlar kullanmamalıdır. Bu sıfatlara sâhib olsa da söylememelidir. Bunlar hakâret için söylenen sözlerdir. Bunun gibi, Hak Sübhânehüyü de, Onun şerefli ve yüksek manâlı isimlerini söyleyerek dile almalıdır. Onun bu isimleri tevkîfidir. [Yâ kendisi, yâ vahyini beyân eden Habîbi bildirmiştir.] Yâhud da noksanlık manâsı taşımayıp, tazîm, saygı ve yüceltme ifâde eden sıfatlar kullanmalıdır. O hâlde, ey maymunların ve domuzların yaratıcısı dememelidir. Ey âlemin hâlıkı demelidir, her ne kadar maymun ve domuz, âlem sözünün manâsına girse de. Ey ok atıcı veyâ öldürücü dememeli, yalnız olarak yâ Müzill [aşağılıyan] söylememeli, yanî yalnız başına kullanıldığında bir horlama [ayıplama, aşağılama, noksan getiren] manâlardan kaçınmalıdır. Hâlbuki Müzill, Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından, ya’nî Kur’ân-ı kerîmde bildirdiği 99 güzel isimlerinden biridir. Ammâ Müzill, tek başına kullanıldığında manâsında bir medh ve tazîm yoktur. Bunun için, yâ Muizz [ey yücelten], yâ Müzill [ey alçaltan] birlikte kullanılmalıdır. Çünki iki ismin birlikte kullanılmasında medh vardır. Zîrâ izzet ve zillet Ondandır. Bunun gibi Hâfıd [düşüren] ism-i şerîfini yalnız kullanmamalı, Râfi’ ism-i şerîfi ile birlikte kullanıp, çıkaran ve indiren, gerçekte Odur bilmelidir.
[2] Bunun için, yed, vech, istivâ [yanî Kur’ân-ı kerîmde bildirilen ve terceme edildiğinde insanı hâtırlatan el, yüz, oturma manâlarını düşündüren] ve benzerlerini farsçaya ve diğer dillere çevirmeği câiz görmemişlerdir. Eğer bunları söylemek îcâb ederse, âyet ve hadîsde geçtiği gibi söylemelidir. Bir kimse, halektü biyedeyye [Ey iblîs, iki elimle yaratdığıma secde etmekden seni men eden nedir?] âyetini okurken, elini hareket ettirse, veyâ “Mü’minin kalbi Rahmânın parmaklarından iki parmağı arasındadır…” hadîs-i şerîfini söylerken, parmağına işâret etse, Onun elini ve parmağını kesmelidir. Çünki bu hareket teşbîh ve tecsîm manâsı ifâde etmektedir. Yanî Allahü teâlâ, insan gibidir, insan gibi parmakları vardır ve maddedir düşüncesini taşımaktadır. Hâlbuki Allahü teâlâ bu gibi şeylerden münezzehdir. Buradan bir dahâ anlaşılmış oldu ki, isim ve fâide benzerliği dışında, Allahü teâlânın sıfatları ile halkın sıfatları arasında bir ortak taraf ve benzerlik yoktur. (Akâid-i Hüseynî)
[3] İki elin zikri, Âdem aleyhisselâmın yaratılmasının Allahü teâlâya hasseten nisbet edilmesindendir. Yanî ben, onu, ana-baba ve başka vâsıtalar olmadan yarattım demektir.
Allahü teâlânın elleri açıktır, yanî cömerdliği bol, keremi ziyâdedir, demektir. Yed de sem’, basar ve vech gibi Allahü teâlânın zâtî sıfatlarındandır. Ona inanmak ve nasıl olduğunu araştırmamaktan başka çıkış yolumuz yoktur. Nasıl olduğuna müdâhale edip, konuşmak haddi aşmak olur. (Tefsîr-i Hüseynî)
O hâlde, Allahü teâlâ Peygamberlerinin dili ile bildirdiği kendi sıfatlarını, bildirildiği şekilde al, ve sakın te’vîle kalkışma! Onun sıfatlarının her biri Sem’ [işitme], Basar [görme], Kelâm [söyleme] ve diğer sıfatlar gibi, Hak teâlânın kendi zâtında bulunduğunu bildirdiği, zâtına lâyık ve münâsıb sıfatlardır. Bunun gibi müteşâbih âyet ve hadîslerde bildirilmiş olan, yed [el], vech [yüz], ayn [göz], Cenb [yan], Kadem [ayak], Yemîn [sağ], İsba’ [parmak],
İstivâ ber arş [Arşın üzerinde karar kılmak], Meci’ [gelme], Nüzûl [inme] gi- bi sözler ve kelimeler hakkında Selef-i Sâlihînin mezhebi, yanî usûl ve yolu odur ki, yedi [eli] kudret, Vechi zât, aynı basar, istivâyı istilâ… ile te’vîl etmemeli, Âl-i İmrân sûresi 7. âyetinde meâlen bildirildiği gibi, “Allahü teâlânın bu zâtı, sıfatlarının zât-i pâkine lâyık ve münâsıb olduklarına îmân ettim” demelidir. (Akâid-i Hüseynî)