Sual: Ashab-ı kiramın faziletleri nelerdir ve üstünlük sıralaması nasıldır?
Cevap: Türpüşti Risalesi’nde bu mevzuda deniyor ki;
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîminde bir çok yerde, Habîbi Muhammed Mustafâ’nın “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem” Eshâbını diğer mü’minlerden dahâ çok medh-ü senâ buyurup, Peygamber efendimiz, “Zamânların en iyisi benim zamânımdır” hadîs-i şerîfi ile bunu beyân edince, anlaşılmış oldu ki:
Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” bütün ümmetin en üstünleridir. İnsanlar, sâhib oldukları meziyyet ve fazîletlere göre farklı olduklarından, bu farklılığın Eshâb-ı kirâm arasında da bulunması olağandır. Kendilerinde bulunan fazîlet ve üstünlük sebeplerine göre kendi aralarında üstünlük ve fazîlet mertebelerine sâhiplerdir.
Zamânların en iyisi olan Resûlullahın devrinde fazîletin, üstünlüğün ve dahâ ileride bulunmanın sebebi, sohbette ve islâmda ilklerden bulunmak ve dinde fazîlet ifâde eden hâlleri ve hasletleri taşımak olup, zengin olmak, mal ve mülk sâhibi olmakta ileride bulunmak olmayınca, anlaşılmış olur ki, bu devirde önde gelen ve ileride bulunduğunda sözbirliği bulunan, diğerlerinden dahâ fazîletli olur. Bu kısa açıklamada işâret edilen meziyyet ve fazîletlere sâhip olma bakımından hepsinden üstün olan Ebû Bekr-i Sıddîk hazretleridir. Ondan sonra hazret-i Ömer’dir “radıyallahü anhümâ”. Hazret-i Ebû Bekir’e, Ömer gibi sert bir adamı başımıza halîfe yapmak istiyorsun, bunun cevâbını Allahü teâlâya nasıl vereceksin? diye sorulduğunda, Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerinin huzûrunda, Sıddîk-ı ekber, “Yâ Rabbî! Senin kullarından en iyisini onlara halîfe yaptım” buyurdu ve Eshâb-ı kirâmdan hiç kimse bu söze karşı gelmedi. Gerçekten bu ikisinin çok fazîletli ve en üstün oldukları, Peygamber efendimizin yüksek ve manîdâr hadîslerinden açıkca anlaşılmaktadır. Nitekim hazret-i Hüzeyfe’nin “radıyallahü anh” bildirdiği hadîs-i şerîfde, “Benden sonra Ebû Bekir’e ve Ömer’e tâbi’ olun” buyuruldu. Bu ikisine uyulmağı özellikle bildirmesinde, o kadar yüksek fazîlet ve bereket vardır ki, diğer hiçbir Sahâbî bu husûsta onlara ortak değildir. Bunların sözleri ve işleri, bu hadîs gereğince, hilâfetlerinin sahîh olduğunda, hiç de gizli ve kapalı bulunmıyan hüccet ve delîldir.
Abdullah bin Mes’ûd “radıyallahü anh” da Resûl-i ekremden “sallallahü aleyhi ve sellem” buna benzer şu hadîs-i şerîfi bildirmektedir. “Bu ikisi, Cennet ehlinin, önceki ve sonraki yaşlılarının re’îsleri [en önde gelenleri ve uluları]dır.” Bir başka rivâyetde, “Ebû Bekr ve Ömer Cennet ehli yaşlılarının efendileridir” bildirildi. Abdullah bin Ömerin “radıyallahü anhümâ” bildirdiği hadîs-i şerîfde, “Kıyâmette toprağı yarılıp, kabrinden ilk kalkacak ben olurum; benden sonra da Ebû Bekir ve Ömer kalkar” buyuruldu. Ebû Hüreyre “radıyallahü anh”, Resûlullahdan bildirdi, “Ben îmân etdim; Ebû Bekir ve Ömer de îmân etdi” buyurdu. Bunlara benzer dahâ nice hadîs-i şerîflerle Şeyhayn [Ebû Bekir ve Ömer “radıyallahü anhümâ”] medh-ü senâ edilmektedir ve özellikle bu ikisi hakkında bildirilmiş olan hadîs-i şerîfler toplanmış, büyük bir yekûn oluşturmuştur. Bunlardan anlaşılıyor ki, bu iki büyük Sahâbînin Resûlullahın yanında, başkalarının ortak olamayacağı mümtaz bir yeri vardı. Ve gerçekten de, Resûlullah gibi, bu ikisi intikâl etdiler ve kabirleri de Resûlullah ile aynı yerde oldu. Bu anlatdıklarımız hakkında, Sahâbe ve ulemâdan hiç kimse ihtilâfta bulunmamıştır. Yanî hepsi, “Resûlullahdan sonra, Ebû Bekir ve Ömer bu ümmetin en hayırlıları, en iyileridir” buyurmuştur.
Bu sözbirliğine uymayanlar, Ehl-i sünnetin dışında bulunan râfizîler, zındıklar ve benzerleridir. Eshâbın ve ulemânın bu husûsda icmâ’ hâlinde bulunması, cevâp ve delîl olarak yeterlidir. Bununla berâber Eshâb-ı kirâmın hepsi, hazret-i Alî’nin fazîletlerinden bahsetmektedir. Ayrıca Resûlullahın evlâdım buyurduğu Ömer bin Ebû Seleme ve hazret-i Alî’nin oğlu Muhammed bin Hanefiyye hazretleri, hazret-i Alî’den “radıyallahü anh” bildirirler ki, hazret-i Alî, “Peygamber efendimizden sonra insanların en iyisi hazret-i Ebû Bekir idi ve ondan sonra da Ömer’dir “radıyallahü anhümâ” ” buyurmuştur. Hazret-i Alî’nin bu sözü, râfizî, şî’î ve şüphesi olan ve inkâr edenlere kesin delîl olmakta kâfîdir.
Bu iki seçkin halîfeden ve müslümânların iki gözbebeğinden sonra en üstün olan, Ehl-i sünnet ve cemâ’atin ekserîsi, hattâ hemen hepsi, hazret-i Osmân’dır “radıyallahü anh” dediler. Ondan sonra da hazret-i Alî’dir “radıyallahü anh”. Bunda da delîlleri hilâfetlerinin sırasıdır. Ehl-i sünnetten birkaç kişi ise, hazret-i Alî, hazret-i Osmân’dan üstündür dedi. Süfyân-ı Sevrî hazretleri ve Kûfe âlimlerinden bir takımının görüşü böyledir.
Birisi suâl eder ve derse ki, Ehl-i sünnetten bir takım âlimlerin bu görüşte olması nasıl mümkün olabilir? Zîrâ bu hazret-i Osmân’ın hilâfetinin haksızlığını gündeme getirir. Çünki fâdıl [dahâ fazîletlisi] varken mefdûlü [dahâ az fazîletli olanı] öne almak, Ehl-i sünnetin usûlüne uymaz.
Cevâbında deriz ki, hazret-i Ömer’i hançerledikleri zamân, kendisine, “Ey mü’minlerin emîri, yerine bir halîfe bırak” dediler de, o belli bir kişiyi ta’yîn etmekden imtinâ etdi ve “hayâtımda ahd ettim, öldükden sonra edemem. Ammâ şu 6 kimseden başkasını hilâfete uygun görmem. Çünki Resûlullah dünyâyı terk ettiği zamân bunlardan râzı idi. Bunlar, Alî, Osmân, Talhâ, Zübeyr, Sa’d bin Ebî Vakkâs ve Abdürrahmân bin Avf’dır “radıyallahü anhüm” ” buyurdu. Hazret-i Ömer’den sonra, Eshâb-ı kirâm şûrâ heyeti olan bu 6’dan başkasını aramadılar ve düşünmediler. Çünki Eshâbın en yüksek tabakasından olup, hilâfete de herkesten lâyık ve müstehak idiler. Bunlardan dördü, kendi istekleri ile ayrılıp, bu işe hazret-i Alî ile hazret-i Osmân dahâ lâyıkdır dediler. Gerçekten bu ikisinin kendilerinden dahâ münâsib ve üstün olduğunu biliyorlardı. Hazret-i Osmân ve Alî bu işi, yanî hilâfeti Abdürrahmân bin Avf’ın reyine, görüşüne bıraktı ve Abdürrahmân hazretleri ne yaparsa râzı olacaklarına söz verdiler ve o kime bî’at ederse, kendilerinin de ona bî’at edeceklerini söylediler. Her biri şart koştu ki, kime bî’at edilirse, o kişi [halîfe] Allahın kitâbı ve Resûlullahın sünneti ile hükmedecek, bütün gücünü müslümânların din ve dünyâ râhatı için kullanacak ve hazret-i Ebû Bekir ile hazret-i Ömer’i ta’kîb edecek. Hazret-i Abdürrahmân bin Avf, hazret-i Osmân’ın halîfe olmasını münâsib gördü. Bu ikisinin [hazret-i Osmân ile hazret-i Alî’nin] zamânındaki Eshâb arasında en iyileri olduğunda ulemânın hiçbir ihtilâfı yoktur.
Hazret-i Alî bî’at konusunu, hazret-i Abdürrahmân bin Avf’a havâle edip, Onun münâsib gördüğüne râzı olacağını bildirip, o da müslümânları en iyi hazret-i Osmân idâre eder inancında olduğundan, hiç bir tatsızlığa ve münâkaşaya yer kalmamış oldu. Belki de Eshâb içerisinde hazret-i Alî’nin dahâ fazîletli olduğunu bilenler vardı, ammâ diğerlerinin ve özellikle bu işin kendisine havâle edildiği Abdürrahmân bin Avf hazretlerinin ictihâdlarının kendi ictihâdlarına uymadığını gördükleri hâlde, bu işte itirâzda bulunmadılar ve hangisi dahâ fazîletlidir konusunu konuşmadılar. Böyle bir yerde itirâzın ihtilâfa götürebileceğini bildiklerinden, bu ciddî iş sulanabilir düşüncesiyle, hazret-i Alî’yi üstün bilseler bile hazret-i Osmân’a bî’at etmeği doğru buldular. İhtilâfa düşmeyip, hep bir oldular ve fazîletleri bu kadar birbirine yakın olanlardan birine bî’ati, tefrîkaya düşmeğe tercîh ettiler ve bütün Sahâbe bu husûsta birbirlerini tasvîb ettiler. İşte bu îzâh etmeğe çalıştığımız şekilde, hazret-i Alî’nin üstünlüğünü söyleyenlerin, hazret-i Osmân’a bî’at etmeleri, hazret-i Alî’ye haksızlık olmaz ve bu bî’ati ümmetin mesâlih ve selâmeti için münâsib görenlere yanlış yaptılar denmez. Çünki halîfeyi seçme işini havâle ettikleri Sahâbenin re’yine hepsi râzı olmuşlardı. O da tercîhini hazret-i Osmân’ın fazîletinden yana kullandı. Diğerleri de bu işi ona verdiklerinden ona uymak zorunda idiler. Her şeyin en doğrusunu Allahü teâlâ bilir.
Hulefâ-i râşidînden “radıyallahü anhüm” sonra, Eshâbın en büyükleri, Âşere-i mübeşşerenin kalan altısıdır ki, Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” bu 10 kişinin Cennetlik olduklarına şâhitlik etmiş, isim isim, tek tek bildirmiştir. Bunlardan sonra Bedir muhârebesinde bulunanların tabakası gelir. Onlardan sonra Bî’at-ı Rıdvân’da bulunanlardır. Eshâb-ı kirâmdan Muhâcir olanlar, Ensârdan dahâ fazîletlidir. Dinde sebkat edenler, önde gelenler, hem Habeşistân, hem de Medîne’ye hicret edenlerdir. Eshâbın en değerlileri sohbet şerefi ile birlikte ilim sâhibi de olanlardır. Bunların mertebelerini bilmekte çok faydalar vardır. Bilhâssa şer’î ilimlerle kalb ilimlerini, ma’rifetlerini birlikte bulunduranlar! Bununla berâber hangisi hangisinden dahâ üstündür sormak, derecelerini ve tabakâtdaki derecelerini öğrenmek a’vâm için zarûrî değildir. Resûlullahın sohbetinde bulundukları için hepsini sevmek ve herbirine hurmet etmek yetişir. Mertebelerini bilmeğe ihtiyâc duymak, Hulefâ-i Râşidînin mertebelerini bilmek gibi önemli değildir. Ammâ 4 büyük halîfenin üstünlük derecelerini ve sırasını bilmekte dînî bakımdan insanlara çok faydalar vardır. Bu faydaların en büyüklerinden biri, Râfizî ve Hâricî gibi, Eshâbın ve Hulefâ-i Râşidînin “radıyallahü anhüm” kimini sevip, kimini sevmemek bozuk itikâdından kurtulmaktır.
Bütün müslümânlar için dînî bakımdan en mühim olan husûs, hepsini sevip, büyük bilmek, ta’zîm ve hürmet etmek ve hiç birine hiç bir şekilde dil uzatmamaktır ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, ümmetini bu fitneden sakındırmış ve “Eshâbım hakkında Allahdan korkun ve benden sonra onları hedef almayın. Muhammedin rûhu yed-i kudretinde bulunan Allaha yemîn ederim ki, sizden biriniz Uhud dağı kadar altını Allah yolunda harcasa, onlardan birinin bir avuç yemeğine karşılık olamaz, hattâ yarısına bile erişemez” buyurmuştur.[1]
Şeytân insanlara, nefsin ve yakınlık duymanın pencerelerinden girip, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem” Eshâbının bazısını sevmemek ve haksız bulmak din içindir der ve bu kişiler Resûlullahdan sonra sîretlerini, hâllerini ve ahlâklarını değiştirdiler, birbirleri ile münâkaşa ve kavga ettiler, hattâ o raddeye geldi ki, birbirlerini öldürdüler, iğvâsından bulunur.
Bu fitneye mübtelâ olup, bu çeşit kalb hastalığına tutulan kişinin en önce, onların insan olduklarını, melekler ve peygamberler gibi ma’sûm olmadıklarını, hattâ yanılabileceklerini, Allahü teâlânın onları Resûlullahın sohbetine kavuşturmakla onlara çok büyük ikrâmda bulunduğunu, bununla berâber onlardan biri bir günâh işlemiş olsa, o günâhda musır [devâm üzere] olmadığını, hemen tevbe edip, Hakka döndüğünü bilmesi lâzımdır. Ve yine bilmelidir ki, Ehl-i sünnet mezhebine göre kul günâh işlemekle kâfir olmaz. Bunun delîlini biraz sonra arz edeceğiz. Kâfir olmayınca, o kimse mü’mindir. Îmân ehlinin fâsıklarını, yanî açıkca günâh işlemekten kaçınmıyanlarını bile seb’ etmek [ayıblamak, sövmek] câiz değildir. Nerede kaldı ki, Resûlullahın Eshâbına dil uzatmak câiz olsun. Çünki Allahü teâlâ onların hepsini övüyor ve Resûlullah, onları hurmet [saygı] ile anmağı vasıyyet buyuruyor ve aralarındaki hâdiselere karışmamağı emrediyor ve “Eshâbım arasında meydâna gelen hâdiseleri dilinize dolamayın ki, Allahü teâlâ benim sohbetimin bereketi ile onları afv eder” buyuruyor. Bu konuda çok hadîs-i şerîfler vardır.
Ulemânın bu husûsta tavîzi yoktur. Bir mü’minin ırzına [şerefine] dil uzatmaktan bu kadar şiddetle men etmelerinin sebebi ve her birine hurmet beslemek mecbûriyyeti, islâm dîninin az veyâ çok nakillerle onlardan gelmesidir. Onlara dil uzatılırsa, onların bildirmiş olduğu Kur’ân-ı kerîm ve Hadîs-i şerîfler de yara alır. Bir kimseden bir günâh meydâna gelince, ona dil uzatmak câiz olsaydı, müslümânların her birini kötülemek mutlaka câiz olurdu. Çünki hiç günâha bulaşmamış insan bulmak çok nâdirâttandır.
Eshâb-ı kirâma dil uzatıp, yakışık almayan söz söyleyenlerin çoğu, hazret-i Alî’yi “radıyallahü anh” sevdiğini söyleyenlerdir. Bir kimseyi Allah için, din için sevmenin alâmeti, ona uymak, onun yolunda bulunmak ve islâmda ondan ayrılmamaktır. Sahîh olarak bize ulaşan habere göre Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh”, “Kardeşlerimiz bize baş kaldırdı” buyurdu. Ve yine hazret-i Zübeyr bin Avvâm’ı “radıyallahü anh” öldüren İbni Cermüze, şâhidim Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” işittim, “Zübeyr’i öldüren ateştedir” buyurdu. Deve vakası günü harb bitdiği zamân Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” iki tarafın saflarının arasını dolaşıp, kimlerin öldüğünü görmek istedi. Hazret-i Talhâ ile karşılaşınca, “Ey Ebû Muhammed, seni yere serilmiş olarak görmek, benim için ne kadar zordur” demişdi. Bu iki büyük Sahâbî, Resûlullahın Cennetle müjdelemiş olduğu 10 kişi arasındadır. Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” onlar için, “Umarım ki, ben ve Talhâ ve Zübeyr, Allahü teâlânın Hicr sûresi 47. âyetinde meâlen, (Biz o Cennetliklerin kalblerindeki kinleri çıkarır atarız. Hepsi kardeş olarak koltuklar üzerinde karşı karşıya otururlar) buyurduklarından oluruz”. İşin doğrusu odur ki, hazret-i Alî, kendisi ile savaşan hiç bir kimseye kâfir demedi. Bu da gösteriyor ki, onlara sövmeği câiz görmedi ve onlarla muhârebeyi mubâh bilmedi. Onlardan birine gâlib gelince, o kişi silâhı bıraktıysa, Onu öldürmedi ve onlardan hiçbirini esîr etmedi ve yenilenleri ta’kîb etmedi ve dahâ çok hezîmete uğramalarına çalışmadı.
Hazret-i Alî ile savaşanlar, muhakkak ki müslümân idiler ve şu üçünden birinde idiler: Yâ, müctehid idi ve ictihâd edip, müslümânların menfaatini harb etmekte zannetti, ammâ ictihâdında isâbet etmedi. Yâ da, müslümân idi, fakat taassûb ve inâdına kapılarak imâma [devlet re’îsine] baş kaldırdı ve ona bî’ati uygun bilmedi ve başkanlık sevdâsına kapılıp bu işi işledi. Yâhud da, o kadar câhil idi ki, hazret-i Alî’nin büyüklüğünden haberi yok idi ve onun hak halîfe olduğunu ve ona itâatin kendisine vâcib bulunduğunu bilemedi.
Biz deriz ki, hazret-i Alî ile harb eden Sahâbe-i kirâm “aleyhimürrıdvân” ictihâdlarında doğruyu bulamadı. Bunun için onlara dil uzatılamaz. Çünki müctehîdin hatâ etmesi, dahâ doğrusu, doğruyu bulamaması günâh değildir. Ehl-i sünnet âlimleri bu şekilde, ictihâd edip de, doğruyu bulamayan Sahâbe-i kirâmı, hazret-i Alî ile harb etmekte bu kısımdan saymışlardır. Hazret-i Talhâ, Zübeyr ve Âişe “radıyallahü anhüm”, bu kısımdan başkasında düşünülemezler ve düşünülmemelidir. Çünki onlar, Sahâbe-i kirâmı öven âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere muhâtab olanlar arasındadır. Hattâ her biri hakkında husûsî haberler ve hadîs-i şerîfler olup, bunlara ta’zîm lâzım kılmaktadırlar. Ayrıca şunu da söyleyelim ki, hazret-i Zübeyr “radıyallahü anh” hazret-i Emîr-ül mü’minîn Alî ile harb etmekten sakınmış ve İbni Cermüz onu haksız yere öldürmüştü. Hazret-i Talhâ için de, harbe iştirâk etdiğine pişmân olduğu haberi doğrudur. Şöyle ki, yaralanıp vefâtı yaklaştığı zamân, hazret-i Alî’nin tarafından birini gördü ve ona, “Uzat elini, Emîr-ül mü’minîn Alîye bî’at edeyim” dedi ve elini uzatıp, hazret-i Alî’ye bî’at etdi ve sonra vefât eyledi.
Hazret-i Âişe’den “radıyallahü anhâ” bildirildi: Cemel [deve] vakasını hâtırladığı zamân, o kadar ağlardı ki, baş örtüsü ıslanırdı.
Kalan iki kısımdan câhil ve bilgisiz olanlar ma’zûrdur. Bildiği hâlde, başkanlık sevdâsından dolayı harb edenler, bâgî [isyânkâr]dır. Bâgî, baş kaldırmakla islâm dâiresinden dışarı çıkmaz. İsyânı hâlinde, malını almak câiz olmadığı gibi, isyândan sonra, tevbe ihtimâli ve bağışlanması söz konusu olduğundan hiç câiz olmaz. Ve yine Peygamber efendimiz, “Geçmişlerinizi hep hayırla anın. Çünki onlar amellerini önlerine alarak gittiler” buyurmakla, iyi ve kötü bütün müslimânlar hakkında kötü konuşmağı men ediyor. Bu kadar açık ve kesin yasak var iken, Resûlullahın Eshâbına dil uzatmak nasıl mümkün ve câiz görülür. Hâlbuki, yukarıda geçdiği gibi, Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Eshâbım hakkında Allahdan korkun, Eshâbım hakkında Allahdan korkun ve benden sonra onlara dil uzatmayın…” buyurmuşdur. Ayrıca bütün müslümânlar için de, “Ölülerinizi hayırdan başka şeyle anmayın”, “Amellerini alarak gitdiler” sözünden anlaşılıyor ki, onların amelleri iyi olsun, kötü olsun, size zarar vermezler. Kendi amelleri ile giderler; sizin onlar hakkında kötü konuşmanız faydasızdır.
Amr ibni Âs, Mu’âviye ve Sahâbeden “radıyallahü anhüm” onlar gibi olanlara, Resûlullahın sohbetinde bulundukları için hurmet etmeyen, onların islâmı hakkında susanlar kadar aşağıdır. [2]
Nitekim Bakara sûresi 134. âyetinde meâlen, “İşte o bir ümmetti, geldi geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin de kazandığınız sizedir. Onların yaptıklarından siz suâl olunmazsınız” buyuruldu. Bunu esâs alıp, bu işâret üzere yürümekten ayrılmıyan kesin olarak bilmelidir ki, bununla hazret-i Alî’ye ta’zîm ve muhabbet niyetinde ise, şerî’atin içinde sayılan ictihâd sebebiyle kavgaların özünü değiştirerek hazret-i Alî’ye ta’zîm ve muhabbet olmaz. Hazret-i Alî’nin, bütün fazîletleri ile birlikte, mutaassıbların taassûbuna hiç ihtiyâcı yoktu. Zîrâ ilimde, hikmette önde bulunmak, islâmda ve hicretde ilklerden olmak ve kılıcı ile hep Resûlullahın hizmet ve nusretinde yer almak, din için kavmine ve akrabâsına müsâmaha etmemek, Resûlullahla kardeşlik olmak, Âlemlerin efendisinin “sallallahü aleyhi ve sellem” kızı olan kadınların efendisi hazret-i Fâtıma’ya “radıyallahü anhâ” evlenmede münâsib eş seçilmek ve Resûlullahın soyunu devâm etdirmek gibi azîz şeref ve fazîletler hep ona âittir. Rıdvânullahi aleyh ve alâ âlihi ve evlâdihi-t-tâhirîn!
Hazret-i Fâtıma Resûlullahın çocuklarının en fazîletlisidir. Kadınlar içerisinde Resûlullaha inananların en önde gelenlerindendir. Kendisi ve annesi hazret-i Hadîce “radıyallahü anhünne” bu ümmetin kadınları arasında iffet ve kemâlde müstesnâ ve mümtâz bir yere sâhiblerdir.
Ehl-i sünnet i’tikâdına göre, Resûlullahın hanımları mü’minlerin anneleridir. Onların ümmete nikâhı, analarının nikâhı gibi harâmdır. Hepsinin sâliha ve temiz olduklarına inanmalıdır. Çünki Allahü teâlâ onları Resûlüne eş ve yoldaş olarak seçti. Hazret-i Hadîce’den sonra hanımlarının en üstünü hazret-i Âişe-i Sıddîka’dır “radıyallahü anhâ”. Eshâb-ı kirâmın hanımlarının diğer hanımlardan üstünlüğünü, Sahâbenin erkeklerinin diğer erkeklerden üstünlüğü gibi bilmelidir. Hiç birine fâsık denemez.
[1] (Mişkât)da diyor ki, Abdüllah bin Mugaffel –ki bî’at-i rıdvânda bulunan Eshâbdandır– Resûlullahdan bildirir: Buyurdu ki, “Eshâbım hakkında Allahdan korkun, Eshâbım hakkında Allahdan korkun! Onları ta’zîm ve tevkîr dışında anmayın. Benimle olan sohbet ve berâberliklerinin hakkını yerine getirin. Onları benden sonra hedef almayın, yanî onlara sövmeyin, dil uzatmayın, ayıblamayın! Onları seven beni sevdiği için sever. Düşmanlık eden de bana düşman olduğu için eder.” Yanî onları sevmek beni sevmek, sevmemek de beni sevmemekdir. Allahü teâlâ bizi bundan korusun! Sevginin en doğru alâmeti, sevdiğinin yakınlarını da sevmekdir demişlerdir. Bunun için Allahü teâlâyı sevmenin alâmeti Resûlünü sevmek, Resûlullahı sevmenin alâmeti de, âilesini, akrabâsını, Eshâbını ve hattâ ona yakın olan zamândakileri onun için sevmekdir. “Onları inciten beni incitmiş olur. Beni inciten Allahü teâlâyı incitmiş olur. Allahü teâlâyı inciteni ise, Allahü teâlânın tutup, ona azâb etmesi çok yakındır.” (Tirmizî)
[2] Hâl o ki, Tirmizî’nin, Eshâb-ı kirâmdan olan Abdürrahmân bin Ebû Umeyre’den bildirdiği hadîs-i şerîfde, hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” için, “Yâ Rabbî onu hidâyet edici ve hidâyete erici eyle!” buyuruldu. İmâm Ahmed “rahmetullahi aleyh” Müsnedinde Arbad bin Sâriye’den hazret-i Mu’âviye hakkında haber verdiği hadîs-i şerîfde, “Yâ Rabbî, Mu’âviye’ye kitâb ilmini [Kur’ân ve din ilmini] ve hesâb ilmini öğret ve onu azâbdan koru” buyuruldu. O hâlde, Peygamber efendimizin ona duâsını, iyi düşünün ve Allahü teâlânın kendisini hâdî ve mehdî kılmasını dilediğini iyi anlayın. Bu hadîs-i şerîfleri anladıktan ve hazret-i Mu’âviye’nin fazîletini, bildirdiklerini öğrendikden sonra, hazret-i Alî ile olan muhârebelerinden dolayı, onu ayıblamak ve kötülemek, artık yakışmaz. Nitekim biraz önce bu muhârebelerin ictihâd yüzünden olduğuna, ictihâdında doğruyu bulamıyana da bir sevâb verileceğini işâret etmiş idik. Çünki müctehid ictihâdında doğruyu bulamazsa, hatâsından doğacak ayıb ve kusûr kendisine âid ve râcî olmaz. Zîrâ müctehid ma’zûrdur. Bu sebebden çalışıp, uğraşıp da ictihâdında isâbet etmiyenin amel defterine bir sevâb yazılıyor.
İkinci hadîs-i şerîfde, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Mu’âviye için, “Yâ Rabbî, ona kitâb ve hesâb öğret ve onu azâbdan koru” diye duâ etmesi, onun fazîletini göstermektedir. Resûlullahın duâsı ise, hiç şüphesiz ki, makbûldür, red olunmaz.
Herkes bilir ki, Mu’âviye “radıyallahü anh”, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbının büyüklerinden ve ileri gelenlerindendir. Çünki hazret-i Mu’âviyenin, o meselede, bir te’vîli, bir yorumu var idi ve berâberinde bulunanlar o te’vîlde ma’zûr idiler.
Resûlullahın sohbetinde bulunmak şerefinden öte hazret-i Mu’âviye için, hazret-i Ömer ve hazret-i Osmân’ın kendisini Şâm vâlîsi yapmaları fazîleti yeterlidir. Şöyle ki, hazret-i Ebû Bekir Şâm tarafına asker gönderdiği zamân, hazret-i Mu’âviye, kardeşi Yezîd bin Ebû Süfyân’la birlikte o tarafa gitti. Kardeşi Yezîd vefât edince, yerine kardeşi Mu’âviye’yi bırakdı ve hazret-i Ömer’in hilâfeti zamânında bu şehrin emîrliği [vâlîliği] hep onda kaldı. Hazret-i Ömer’den sonra hazret-i Osmân da kendisini bütün Şâm [Sûriye] vilâyetinin vâlîsi yaptı ve hep orada kaldı. Yanî hazret-i Mu’âviye Şâm’da 20 sene vâlîlik, 20 sene kadar da halîfelik yaptı. Kâ’b-ül ahbârdan bildirilir: “Hiç kimse hazret-i Mu’âviye kadar meliklik yapmış değildir.”
(Savâık-ı Muhrika)